HOW HAS ISLAM BEEN CORRUPTED?
كيف تم تحريف وإفساد الإسلام؟
*********
(Sh. 388-406)
KUR'AN VE KUR'AN OKUMAK
QUR’AN AND READING QUR’AN
ألقرأن و قرائة القرأن
O k u m a k (kıraat-قرائة), Kur'an'ın ilk emridir.
Bu ilk emir geneldir; neyin okunacağı gösterilmediği için, okunabilecek her şeyin okunmasının emredildiği kabul edilmelidir.
Kur'an, ayetlerin okunmasını emretmektedir.
Ayet, Kur'an'ın belli parçaları kadar, insan ve evrendeki tüm şeylerin ve oluşların ortak adıdır.
Ayrıca Kur'an'a göre vahiy bir kitap olduğu gibi insan ve evren de birer kitaptır ve bu üç kitap ayetlerle doludur.
Sineğin kanadından Firavun'un mumyasına, Kur'an parçalarından tarihsel kalıntılara kadar tüm varlık ve oluş ayettir.
Ve Kur'an bu ayetlerin tümünün okunmasını istemektedir.
O halde "Oku!" emrinin içine tüm varlığın ve insanın okunması girmektedir.
Kur'an'ın buyruklarının iniş sırasına göre 7. emri "Kur'an okuyun!" emridir.
(Bu konuda bilgi için bk. Öztürk; Kur'an'ın Temel Buyrukları, 18)
K u r ' a n okuyun emri, örneğin, namaz kılın emrinden öncedir.
Ve Kur'an okumak bağımsız bir emirdir.
Ve tekrar edelim, namaz kılmaktan önceye alınmıştır.
BİD'ATLAR, HURAFELER
* Kur'an okumayı namazla kayıtlamak:
Kur'an'ın hiçbir yerinde namaz kılmanın Kur'an'dan bir parça okumaya bağlı olduğunu gösteren bir beyan yoktur.
Kur'an okumak başlıbaşına ve namazdan önce gelmiş bir emirdir.
Hz. Peygamber, Kur'an'ın toplum bünyesinde yaygınlaşması için birçok araç gibi namazı da kullanmış ve namazda en azından Fatiha'nın okunmasını emretmiştir.
Ama Kur'an'dan bir parçayı veya bölümü okumadan namaz kılmak isteyenlere de bu izni vermiştir. Sahabînin biri Hz. Peygamber'e gelip namazda okunabilecek miktarda Kur'an ezberleyemediğini, namaz kılmak için kendisine başka bir yol göstermesini rica etmiş, Resul ona, Kur'an okumak yerine, Allah'ı tesbih etmeye ilişkin bazı sözler söylemesini önermiştir.
Olayı nakleden müfessir Fahraddin Râzî (ölm. 606/1209) şu yorumu yapıyor:
“Bu kanıt şunu gösteriyor:
Sahabî, namazda kendisine yetecek miktarda Arapça Kur'an okumaktan aciz olduğunu söyleyince Resul ona başka dualar okumasını emretmiştir.”
(Râzî, Tefsir, 1/215)
Bu konuda geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Öztürk; Yeniden Yapılanmak, Anadilde İbadet Bölümü)
Ne yazık ki geleneksel kabul, namaz kılmayı Kur'an okumaya bağlayarak, Müslümanların Kur'anla beraberliğini büyük ölçüde namazla kayıtlamıştır.
Namaz kılacak kadar Kur'an ezberleyen milyonlarca Müslüman asırlar boyunca bununla yetinmiş ve Kur'an'ın okunması ayrı ve farz bir emir olma noktasına asla
ulaşamamıştır.
Arap olmayan Müslümanlar için durum bir kat dâha acıklıdır:
Çünkü namazla kayıtlanan Kur'an okuyuşun Arapça özgün metinden olması farzlaştırıldığı için, Arap olmayan kitleler, namazda okudukları ayet ve surelerin anlamlarını bilme gibi bir şansı elde edememişlerdir.
Oysaki bu ayet ve surelerin anlamlarını bilmek bile yetmez. Kur'an'ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce farzdır.
Şunu bir iman borcu olarak bilmek ve duyurmak zorundayız:
Allah'ın "Kur'an oku!" emri, "Namaz kıl!" emrinden hem daha öncedir hem de daha önemli...
Bu bir yorum veya tevil değildir, Kur'an'ın açık beyanıdır.
İsteyen herkes, Kur'an hükümlerinin iniş sırasını takip ederek Kur'an okumaya ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir.
Daha açık söyleyelim:
"Kur'an'ı düşüne düşüne dikkatle oku!" emri, iniş sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Suresi'nin 4. ayetinde verilmiştir.
Aynı emir, aynı surenin 20. ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan sonradır ki "Namazı kılın!" emri gelmiştir.
Kaldı ki, Kur'an okumayı bağımsız bir emir-ibadet olmaktan çıkaran yaklaşımlar, Müzzemmil 20. ayetteki "Namazı kılın!" emrini bugünkü anlamıyla kıldığımız namaz farzı mânasında kabul etmezler.
O n l a r a göre namaz, daha sonraları, Mirac'da, Hz. Peygamber-Hz. Mûsa ve Cenabı Hak arasında, (hâşâ) süren uzun bir pazarlık sonucu farz edilmiştir.
Biz bu İsrailiyât uydurmasını kabul etmediğimiz için Kur'an'ın verilerinden hareket ediyor ve diyoruz ki :
Kur'an okumaya ilişkin emir Müzzemmil Suresi'nin 4. ayetinde, namaz kılmaya ilişkin emir ise 20. ayetinde verilmiştir. Yani "Kur'an oku!" emri daha öncedir, daha önceliklidir.
İş bu kadarla da kalmaz:
Ankebût Suresi 45. ayet açıkça gösteriyor ki "Zikrullah", namaz kılmaktan üstündür.
Zikir, Kur'an'ın en önemli ve en bilinen adlarından biridir.
Zikrullah tâbiri, tarikat sulandırmalarının iddia ettiği gibi, "Allah, Allah" sesleri çıkararak def çalıp zıplamak, dönmekten ibaret değildir.
O uygulamalar, bütün samimiyet şartları var sayılsa bile zikrin en alt mertebesi olabilir.
Zikir, Kur'an'ın adlarından biri olduğuna göre, zikrullahın tartışmasız ilk Kur'ansal anlamı Kur'an'dır.
Ve böyle olunca da Allah'ı zikretmenin ilk ve tartışmasız anlamı Kur'an okumak olacaktır.
Nitekim, 19. yüzyılın büyük sufî düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm. 1845), tasavvuf ve tarikat meşrebinin en büyük temsilcilerinden biri olmasına rağmen, zikir konusunu böyle anlamış ve bağlılarına, Allah'ın tertibi olan Kur'an'ı bırakıp da şunun-bunun tertibi olan sözde zikirlerle zaman yitirmemelerini önermiştir.
Şimdi, yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklığıyla ve Kur'an'a sadakatin bir ifadesi olarak duyuralım:
Namaz kılmak ne ise Kur'an okumak da odur, hatta Kur'an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir.
Şöyle de diyebiliriz:
Namaz kılmamak neyse Kur'an okumamak da odur, hatta Kur'an okumamak daha da yıkıcıdır.
Sadece Kur'an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur'an okumayanın durumundan iyidir.
Bu Kur'ansal gerçek asırlardır insanlardan iyi veya kötü niyetle saklanmıştır.
Kur'an'ın; geceleri Kur'anla meşgul olmak anlamında kullandığı teheccüd, yine namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kur'an'ın söylediğinin tam tersi yapılmıştır.
Tabii ki burada sözünü ettiğimiz "Kur'an okumak", Kur'an'ın istediği tedebbür (anlam üzerinde titizlikle düşünmek) için okumaktır; yani anladığı dilde ve anlamını takip ederek okumak...
Namaz sırasında sadece kelimelerinin Arapça telâffuzları yapılmış (ne kadar yapıldığı ayrı bir tartışma konusudur) bir Fatiha veya Kevser Suresi okuyuşu Kur'an'ın "Oku!" emrine uygun bir Kur'an okumak değildir.
Kur'an okumak, Allah'ın insandan ne istediğini anlamak niyetiyle okumaktır.
Nağme ve sada zevki için okumak değil...
* Kur'an okumayı cami içine özgülemek:
Bir önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur.
Kur'an okumayı camide bulunma şartına bağlayan bir ortak şuuraltı geliştirilmiştir.
Kur'an okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevîlerin zalim valisi Haccâc başlatmıştır.
O, sabah namazından sonra okunmak üzere camilere özel mushaflar koydurdu.
Böylece Kur'an okumanın camiye hapsedilmesi çığırı başlatılmış oldu.
(Bu konuda bk. Şâtıbî; el-I'tısam, 1/172)
Ama onlar, hiç değilse, okuduklarını anlayabiliyorlardı.
Bugünkü okuyuşlarda bu da kalmamıştır.
* Kur'an okumayı merasime bağlamak:
Kur'an, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır.
Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de "O k u !" olmuştur.
Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu "okunacak kitab"ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazan da "üfürülecek kitap" haline getirdi.
Bu olumsuz müdahaleyi kısa açıklamalarla verelim:
a) Abdest almayı gerekli görmek: Yahudilik'ten İslam'a aktarılmıştır. Yahudi hahamları, Tevrat'ın okunması için abdest alınmasını ve başın örtülmesini şart koşmuşlardı. (Bu konuda bk. Hikmet Tanyu; Yahudi Kutsal Kitapları, AÜİFD, sayı: 14)
Kur'an'ın abdestsiz elle tutularak okunmasını mekruh veya haram gören anlayışların tümü, Yahudi geleneğinin kutsal kitapların okunmasına ilişkin tutumunun etkisi altında kalmıştır.
Daha birçok konuda kaldığı gibi... Söz konusu olan, kutsallık ve kutsal kitap olduğu için kimse bu uydurma yasağa karşı çıkmayı göze alamamış veya "Kötü bir şey de değil, böyle olsa kime ne zararı var?" diye düşünerek sessizliği tercih etmişlerdir.
Bu sessizliktir ki, asırlar boyu Müslüman kitleleri kitaplarını ellerine alamaz hale getirmiştir.
Yapay yasağı delmek isteyen, ama gerçeği tam söyleyemeyen bazı kişiler ise şöyle demişlerdir:
Birkaç ayet okuyabilir.
Zikir ve dua ayetlerini okur diyenler vardır.
Bu mantığa göre, bir insan Kur'an'ın zikir ve dua ayetlerini yani Allah'ın şanını yücelten ayetleri cünüp ve abdestsiz okur ama örneğin, Firavun'un allahlık ilan ettiğini bildiren ayetleri, veya Semud kavminin battığını gösteren ayetleri okuyamaz.
Yahudi geleneği, bu tartışmayı daha sahabîler arasında başlatmıştır.
Bizim için şu tablo çok önemlidir:
Halife Ömer, İbn Abbas, İbn Cübeyr, Selman Farisî, İbn Mes'ud, Ebu Mûsa el-Eş'arî, Enes b. Mâlik... gibi âlim sahabîlerle Mücâhid, İkrime, Câbir b. Zeyd, Dahhâk, Süddî, Ebu Nüheyk, Abdurrahman b. Zeyd... gibi tabiûn kuşağı âlimleri Kur' an'ın abdestsiz okunabileceğini savunmuşlardır.
Bu müçtehitlere göre, Vakıa Suresi 79. ayetteki " m u t a h h a r û n " (iyice temizlenmiş olanlar) sözcüğüyle kastedilen, meleklerdir.
O sözün insanlarla ilgisi yoktur ki onu zorlayarak "abdestli olanlar" anlamında kullanmayı deneyelim.
Müfessir Katâde b. Diâme (ölm. 118/736) "Bu ayetteki dokunulmazlık, Allah katındaki dokunulmazlığı ifade eder. Dünya ile ilgisi yoktur. Dünyada Kur'an'a herkes dokunabilir. Mecûsîler, müşrikler, münafıklar bile.' diyor,
(bk. İbn Kesir; Tefsir, 4/298)
Kur'an abdestsiz okunamaz iddiasına delil olarak Vakıa Suresi 79. ayeti okuyanlara Selmân-ı Fârisî (ölm. 36/656) şu cevabı vermiştir:
“Bu ayetin anlatmak istediği şudur:
Bu Kur'an öyle bir zikirdir ki göklerde ona meleklerden başkası dokunamaz.
(bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 1/338- 343)
Tartışma, sonraki nesil fakıhları içinde de aynen devam edip gitmiştir.
Bu tartışmalar sırasında çok sert çıkışlar yapan fakıhlar da görülüyor. Bırakın abdestsiz okumayı, cünüp halde bile Kur'an okunabileceğini söyleyen muhaddis-fakıhlar vardır.
Bu konuda ilk fetva verenlerden biri Said b. el-Müseyyeb (ölm. 94/712)dir. (bk. İbn Hemmâm, 1/337)
İslam din bilginlerinin bazılarına göre, cünüp insan bile Kur'an okuyabilir.
Sahabî İbn Abbas'tan hadis
alanının en büyük ismi sayılan Buharî'ye kadar çok büyük birçok otorite bu görüştedir, (bk. İbn Hacer; Fethü'l- Barî, 1/407-408) Buhârî uzmanı ünlü el-Hûlî de bu görüştedir,
(bk. Tarîhu Fünûni'l-Hadîs, 56)
Irak fıkıh okulunun babası sayılan ibrahim en-Nehaî (ölm. 96/715) hayızlı kadının da Kur'an okuyabileceğini kabul etmektedir, (bk. Buharî, hayz 7)
b) Başı örtmeyi gerekli görmek:
Bunun da bir Yahudi örfü olduğunu yukarıda verdik.
c) Kur'an okunan mekânda resim olmamasını gerekli görmek:
Duvarlardan resim indirmek, masa üstlerinden fotoğrafları kaldırmak vs. şeklindeki uygulama da bir hurafe uydurmasıdır.
Kitap ve sünnette hiçbir dayanağı yoktur.
d) Belli oturuş biçimlerini zorunlu göstermek:
Kıbleye dönmek, diz çökmek vs.
Tüm bunlar sonradan uydurulmuş yapay kutsallıklardır.
Kur'an, örneğin, yatarak da okunabilir, (bk. Turtûşî, 205)
Bunun böyle olabileceğini bizzat Kur'an söylemektedir.
Âli İmran Suresi 191. ayet, düşünen ve akleden müminleri "Allah'ı ayaktayken, otururken, yan yatmış halde zikrederler." diye tanıtmaktadır.
Ve biliyoruz ki Kur'an'ın adlarından biri de Zikir'dir.
O halde, en ideal zikir Kur'an okumaktır.
O halde Kur'an oturarak
okunabileceği gibi, yan yatarak da ayakta da okunabilir.
Önemli olan okumak ve ibret almaktır.
* Kur'an'ın tercümesini okumanın hatim olmayacağını söylemek:
ARAPÇI VE ARAPÇACI zihniyetlerin bu uydurması özellikle Müslüman Türklere çok pahalıya mâl olmuştur.
Öyle bir tabu yaratılmıştır ki, hiç kimse çıkıp şunu diyememiştir: Allah'ın istediğini anlamak üzere kendi dilindeki çevirisini okuyan hatim sevabı alamıyor da Allah'ın maksadını hiç anlamamak şartıyla okuyan nasıl hatim sevabı alıyor?
Hiç olmazsa bırakın da ne istendiğini anlamak niyetiyle okuyanlar da sevap alsın.
Kur'an okumak, bizzat Kur'an'ın ifadesiyle tedebbür etmek yani okunan metnin ne demek istediği üzerinde derin derin düşünmektir.
Başka bir deyişle, tedebbür farzdır.
Kur'an bu konuda net bir ifade kullanmıştır:
“Kutsal/bereketli bir kitap bu; sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt alabilsin temiz özlüler." (Sâd, 29)
Kur'an'ı, anlamadığı dilde okuyan mı tedebbür eder, yoksa anladığı dilde okuyan mı?
Bunun cevabı bellidir.
Hatim sevabının en büyüğünü, tedebbür ederek okuyanların alacağı da bellidir.
Doğrusu şu ki "Bir kelamı, onun mânasını anlamadan tedebbür etmek mümkün olamaz."
(Süyûtî; el-ltkan, 2/500)
Bu Kur'ansal gerçeği saklamak için çok kestirme bir yol bulmuşlardır:
“Kur'an layıkıyla tercüme edilmez, o halde 'Kur'an okudum' demek için özgün metni okumak gerekir." derler.
Bu doğru ise Allah'ın kullarından Kur'an'ı okuyup tedebbür etmelerini istemek abestir, lüzumsuzdur.
Allah abesle uğraşmayacağına göre işin doğrusu şudur:
Kur'an'ın lâyıkıyla tercüme edilmesi başkadır, tercüme edilip okunması gerektiği başkadır.
Hiçbir Kur'an çevirmeni, "Ben filan dilde Kur'an yapacağım" dememiştir, demez.
Tercüme yeni bir Kur'an değildir demek, hiçbir tercümenin Kur'an'ın i'cazını (kelam erişilmezliğini) aynen koruyamaması demektir.
Ama unutulmasın ki i'cazın korunamaması tercümenin mânayı anlamaya engel olması değildir. Şâtıbî'nin dediği gibi: "İ'cazı ne anlamda ve hangi tarzda alırsanız alın bu, Kur'an'ın mânasını kavramaya, o mâna üzerinde akıl yürütmeye engel değildir. Tedebbüre ulaşmak kaçınılmazdır."
(Şâtıbî; Muvafakat, 3/346-347)
Tedebbüre giden yolu tıkayan bir bahane de şudur:
“Hangi dilde okursanız okuyun, Kur'an'ı anlayamazsınız.
Çünkü içinde binlerce bilinmez, mücmel (özetlenmiş), müşkil (anlaşılması problem olan) vardır."
Asırlarca okunmamış (okutmadığınız) bir kitapta mücmeller de oluşur, müşkiller de, bilmeceler de...
İşin esasına gelince, K u r ' a n 'd a ne müşkil vardır, ne de mücmel.
Hele hele bilmece hiç yoktur.
Müşkiller ve mücmeller Kur'an'ı gereğince okumayanların, okumaya niyeti olmayanların kafasındadır.
Bir daha peygamber gelmeyeceğine göre, Kur'an ileriki tüm zamanlara gök mesajı taşıyan bir kitaptır.
O halde onun her gün yeni bir sırrı ortaya çıkacak, yeni bir bilgi sarayı keşfedilecektir.
Bu onun bilinmezliğinden veya müşkillerle dolu olduğundan değil, muhataplarındaki bilgi eksikliğinden ileri gelmektedir.
Sadece dört işlemi bilen bir çocuğa cebir formüllerini öğrettiğinizde sıkıntı çıkar.
Sebep, cebir formüllerinin müşkil veya muğlak olması değil, çocuğun o bilgilere liyakat noktasına gelmemiş bulunmasıdır.
Kur'an'ı en iyi tefsir eden zamandır. Vakti gelmemiş hiçbir Kur'an sırrı açıklığa kavuşmaz.
Bunun mânası Kur'an'ın muğlaklığı değildir; muhatabın yetersizliğidir. Mânaların tecelli etmesinin yolu okumamak değil, okumak ve düşünmektir.
Ama haddini bilerek okumak lâzımdır.
Her okuyan her okuduğunu anlamak durumunda olamaz.
Herkes anlamıyor diye de anlayanlar yoktur denemez.
Kısacası, her hal ve şartta sürekli okumak ve tedebbür kapısını açık tutmak gereklidir.
Kur'an'da yüzü aşkın ayet, tafsil, mufassal, beyan, mübeyyin, beyyine, beyyinât... gibi açıklık, netlik, ayrıntılı olmak ifade eden sözcüklerle doludur.
Ama Kur'an'ın mücmel, müşkil veya muğlak olduğuna ilişkin değil ayet, işaret bile yoktur.
M ü t e ş â b i h ayetleri "bilinmezlik" eksenine oturtup Kur'an'ın dörtte üçünü insan tedebbürünün dışına itiyorlar.
Hâşâ!
Müteşâbihler bilinmezler değildir, vakti gelince veya ehli el atınca bilinecek olanlardır.
Ama Allah bir şeyi bilemezsiniz demişse (kıyametin vakti gibi) onu bilemeyiz.
Bunun müteşâbihle bir ilgisi yoktur.
Surelerin başlarındaki mukatta' harfler bilinmez değil, tartışmalıdır,
(bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/22 vd.)
Günü gelince veya ehli devreye girince onların anlamı da apaçık olur.
Şâtıbî'nin dediği gibi:
“O harfler ehli veya zamanı olmadığından kapalıdır.
Yoksa Allah, anlamsız kelam ile kuluna hitap etmekten arınmıştır."
(bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/29-31)
Allah, kullarının anlamayacağı bir kelamı gönderip de sonra onlara bunu okuyup anlayın emrini vermez.
Allah kullarıyla alay etmez.
Kaldı ki, kitabında, Kur'an'ın kolaylaştırıldığını defalarca, hem de yeminle bildirmiştir.
Kur'an okumanın ruhu tedebbürdür. Tedebbürü değil ortadan kaldıran, zedeleyen şeyler bile bid'at
sayılmıştır.
Örneğin, Kur'an okuyuşa musikî katmak böyledir,
(bk. Turtûşî, 183-205)
Neden?
Çünkü Kur'an okuyuşa mûsikî uygulamak kaygısı, okuyanın tedebbürünü zedeler.
Yine aynı şekilde, özellikle Ramazan aylarında, birisinin okuyup ötekilerin mushaftan sürmesi (mukabele) de bid'at sayılmıştır; çünkü bunda da tedebbür olmadığı açıktır,
(bk. Turtûşî, 205)
Süratli, sayfa devirmeyi esas alan bir okuyuş da bid'attır; çünkü böyle bir okuyuşta da tedebbür yoktur, (bk. Turtûşî, 208 vd.)
* Kur'an'ı muska-tılsım aracı yapmak, koruyucu olarak duvarlara, evlere asmak:
Hangi ad ve maksatla yapılırsa yapılsın böyle bir şey tartışmasız bid'attır.
(bk. Kal'aci; Fıkhu'n- Nehaî, 2/789)
Kur'an'ı muska ve tılsım aracı yapmayı şirke yakın bir günah sayan fakıhlar da vardır.
Kur'an'ı muska-tılsım aracı yapmanın uzantıları vardır. Bunlardan biri de belli surelere esrarengiz güçler ve etkiler yükleyerek onları bir tür tılsım gibi kullanma eğilimidir.
Surelerin üstünlüklerine (falan surenin filan gücü taşıdığına, şu veya bu işin çözümüne yaradığına) ilişkin hadis adı altında rivayet edilen sözlerin tümü uydurmadır ve bunun böyle olduğunda hiçbir tartışma da yoktur.
Ne yazık ki bu gerçek açıkça ve ortaklaşa itiraf edilmesine rağmen, klasik devrin eserleri içinde bu uydurmaların girmediği kitap hemen hemen yoktur.
Biz şunu bileceğiz:
Kur'an'ın tümü rahmettir, hidayettir, ışıktır.
Hiçbir sure diğerinden ayrılmamıştır.
Hiçbir surenin filan veya falan farkı taşıdığına ilişkin bir vahyî veya nebevi beyan yoktur.
Esasen Kur'an'ın okunması bir afsun ve kelime işi değil, gönderilen mesajın içeriği üzerinde düşünme ve gereğini yapma işidir.
Böyle olunca her sure önemlidir.
Çünkü Kur'an sistematik bir kitap değildir.
Her surede vahyin temas ettiği hemen tüm konularla ilgili beyanlar vardır.
Önemli olan o ortak mesajlar üzerinde düşünüp gerekli değerleri üretecek boyuta gelmektir.
Surelerin bir kısmını, "namaz sureleri" diye ayıran yaklaşımlar da İslam dışıdır.
Kur'an'ın tümü namazda okunabilir. Bunun aksini söyleyerek, "namaz sureleri" öğreten bir ticaret sektörü yaratmak isteyenler vardır.
Bu ticarî sektör şöyle çalışmaktadır: Önce, namazın Arapça dışında bir dille kılınamayacağı fetvaya bağlanmaktadır.
İkinci olarak, namaz kılacak kadar Kur'an öğretmek amacıyla (!) bir "Kur'an kursu alt sektörü" oluşturulmaktadır.
Bu sektör, cazibe yaratmak için "namaz surelerini öğretme" hizmeti verdiğini propaganda ederek halktan çeşitli başlıklar altında resmî- gayrıresmî akıl almaz paralar toplamaktadır.
Sektörün öğrettiği "namaz surelerini okuma" ile Kur'an öğrenip okumanın hiçbir ilgisi yoktur.
Çünkü öğretilen şey, sadece Arap alfabesinin harflerini telâffuzdur.
Bu, eşi görülmemiş bir tutarsızlıktır. Arap alfabesini öğrenen çocuklar ne bir kelime Arapça öğrenmekte dir, ne de Kur'an'ın içeriğinden herhangi bir şey...
Öğrendikleri, Arap harflerinin gırtlağın, karnın neresinden nasıl çıktığıdır.
Yani insanlar, "namaz sureleri öğrenmek" adı altında açık bir papağanlık eğitimine tâbi tutulmaktadır.
Kitleler aldatılmaktadır.
Gerçekten de bu bir aldatma ve aldanma sektörüdür.
Her yıl insanımızın cebinden trilyonlar alıp götüren bu sektör, tarihte benzeri hemen hemen hiç görülmeyen bir ruhban sömürüsü yürütmektedir.
Halkımızın bu sektörden hem dinini, hem de cebini kurtarması gerekmektedir.
Bunun yolu da herkesin ibadetini, namazını-niyazını kendi diliyle yapma hakkına sahip olduğunun halka öğretilmesidir.
Sektör buna elbette şiddetle karşı çıkmaktadır.
Çünkü menfaat kayıpları çok büyüktür.
Bu zihniyetin, Osmanlı dönemindeki kök-damarı olan softa-molla sektörü, benzeri bir karşı çıkışı matbaanın yurda getirilmesi gündeme geldiğinde göstermiş, "din elden gidiyor" diye sokağa dökülmüştür.
Elden gidenin din değil, bu çıkarcı sektörün gelirleri olduğu anlaşıldığında aradan 227 yıl geçmişti.
Osmanlı'yı dünyanın gerisinde bırakan ve asırlık bir yığın belanın kaynağı olan koskoca 227 yıl.
Bugün, kalkınmış ülkelerin gerisinde kalarak ona-buna yüz suyu dökmenin acı faturasının arkasında işte bu softa-molla inadı vardır.
Günümüzde, ana dilde ibadet gündeme geldiğinde sokaklar bu inatla doldu-taştı, 8 yıllık eğitim gündeme geldiğinde bu inat, yine "din elden gidiyor" teranesiyle köyleri-kentleri kirletti.
Ve kirletmeye devam ediyor.
* Ölüler üzerine Kur'an okumak:
İttifakla bid'attır.
Kabir başlarında Kur'an okumak, ölünün arkasından hatim indirmek, ölü ruhu için hatim ısmarlamak vs. sonradan uydurulmuştur; Peygamberimizin hayatı ve uygulamasında yeri yoktur,
(bk. Kal'aci; Fıkhu'n- Nehaî, 2/789)
Hz. Peygamber, kabir başlarında Kur'an okumamıştır.
Mezara Yâsîn veya İhlas okumaya ilişkin hadis patentli rivayetlerin de uydurma olduğunu hadis otoritesi Elbânî (ölm. 1999), kanıtlarıyla göstermiştir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/397, 402, 452)
İbnül- Kayyım'ın anıt eseri "Zâdül-Meâd"da belirttiğine göre, bu yönde bir vasiyet bile olsa geçersizdir.
Bunlar en iyi ihtimalle mekruh, bazı durumlarda günah veya şirktir.
Bırakın ölüp gitmişleri, ölmekte olanın üzerine Kur'an okumaya ilişkin rivayet bile sakattır,
(bk. Fey- zu'l-Kadîr, 2/67: Rivayet no, 1344)
Ölülere üfürükle rahmet gönderme yoktur.
Kur'an okutup bağışlama diye bir şey yoktur.
Resul'ün ölülere yararlı olmak için bize gösterdiği yol, onlar için hayır dileklerde bulunmak, yoksullara yardım etmek ve bir de onların yakınlarını-dostlarını ziyaret etmektir,
(bk. et-Tâc, 5/6.
Ölülere Kur'an okumak konusunda Kur'an ve gerçek sünnet kaynaklı bilgiler veren bir eser olarak bk. Ömer Temizel; Kur'anın Gölgesinde Katıksız Sohbetler, Denizli, 1999)
Ölülere Kur'an okuyup göndermenin en nezaketsiz ve İslamdışı şekli "Peygamberimizin ruhuna hediye" adıyla Kur'an okumak veya dualarda, "Peygamberimizin ruhuna hediye eyledik" türünden ifadeler kullanmaktır.
Bunu yapanlar kim oluyorlar da Kur'an'ın mahbatı (iniş yeri) olan bir Hak elçisine hediye gönderiyorlar!
“Biz bunu ondan bize bir yardıma vesile olsun diye yapıyoruz" diyorlarsa, o zaman durum çok daha kötü demektir.
Çünkü böyle bir şey, Peygamber'i şirk aracı yapmak olur.
Şeyhülislam İbn Kemal (ölm. 940/1533) bu konunun dindışı olduğunu gösteren bağımsız bir risale yazmıştır:
“Risâletün fî Beyâni 'Âdemi Vücûdi Kıraati'l-Kur'ani li İhdâi Ruhi Muhammed Aleyhisselam: Mahammed Aleyhisselam'ın Ruhuna Hediye Etmek İçin Kur'an Okumanın Dinen Caiz Olmadığına İlişkin Risale"
* Kur'an için ayağa kalkmak:
Kur'an'ın olduğu yerde ayak uzatmamak vs. türünden yapay kutsallıklar icat etmek ittifakla bid'attır.
(bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/486)
Çünkü bu tür kurallar, Kur'an'ı, zorluk ve sıkıntı sebebi olan kitap haline getirir.
* Kur'an'ı öpmeyi kutsal saymak:
Kur'an'ı öpmek de bid'attır.
Bu bid'atı ilk yapan, İslam'ın amansız düşmanı Ebu Cehil’in, vahyin tamamlandığı sırada can korkusuyla Müslüman olduğunu söyleyen oğlu (eski müşrik ordusu komutanı) Ikrime'dir.
(bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/486)
Ebu Cehil’in oğlunun başlattığı bir bid'atı bugün binlerce insan bir büyük meziyet gibi taşımakta ve aksini söyleyenleri Kur'an'a saygısızlıkla itham etmektedir.
Kur'an'a saygıyı Ebu Cehil’in oğlundan mı öğreneceğiz?!
Kur'an'ın yap dediğini yapmayanlar, "Kur'an oku!" emrini yerine getirmeyenler nefislerini tatmin için böyle Şamanist öpme, yüze sürme, kılıflama, duvara asma yöntemleriyle Allah'ı kandıracaklarını sandılar; ama Allah'ı aldatamadılar; kendilerini aldattılar."
Allah'ı ve müminleri aldatma yoluna giderler.
Gerçekte ise onlar öz benliklerinden başkasını aldatmıyorlar.
Ne var ki bunun farkında olamıyorlar." (Bakara, 9)
* Kur'an'ın Hz. Peygamber'den sonra toplandığını söylemek:
Hemen tüm tarih kitaplarımızda Kur'an'ın toplanmasıyla ilgili bir bahis vardır.
Burada şöyle iddia edilir:
“Kur'an'ı Hz. Peygamber'den sonraki zamanda Hz. Osman (ölm. 36/656) topladı. Eğer o toplamasaydı kim bilir Kur'an'ın başına neler gelirdi?!"
Hz. Peygamber eğer Kur'an'ı toplayıp ona son şeklini vermeden bu âlemden ayrılmışsa, hâşâ, peygamberlik görevini yapmamış demektir.
Peygamberliğin temel niteliklerinden biri de "h ı f z" yani gelen vahiyleri toplama, kollama ve insanlığa bildirme görevidir.
Hıfz yeteneği olmayan bir peygamber düşünülemez.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz:
Bir peygamberin aldığı vahiylerin en iyi ve en güvenilir koruma deposu, o peygamberin hafızasıdır.
Kur'an, bu gerçeği bizim peygamberimiz açısından ifadeye koyarken şöyle buyurmaktadır:
“Biz seni/sana okutacağız da sen unutmayacaksın." (A'lâ, 6)
Hz. Muhammed'in hayatını anlatan tüm hadis ve siyer kitapları bildiriyor ki, o, aldığı vahiyleri hem kendi ilahî hafıza deposunda koruyor hem de sahabîlerine ezberletip yazdırıyordu.
Ayrıca, her yıl Ramazan ayında,
C e b r a i l ile karşılıklı bir mukabeleye gidiyor, bir yıl içinde gelmiş vahiylerin hem metinlerini hem de yerlerini gözden geçiriyordu.
Bu mukabele işi (buna arz, yani Cebrail'e arz edip kontrol ettirmek de denir), Hz. Peygamberin öldüğü yıl iki kez yapılmıştır.
Hz. Peygamber, kendi tanrısal hafızası yanında iki ayrı imkânı daha kullanarak Kur'an'ı koruma altına almıştır:
Yazı, ezberleme (hafızlık).
Özellikle yazılması hususunda son derece titiz davranmış, yazımları bizzat kontrol etmiştir.
Onun ümmî sıfatını okuma-yazma bilmeyen adam anlamında kullanmak için bu titizlikleriyle ilgili anekdotları hep saklamışlardır. Gerçek olan şudur ki Hz. Resul, vahiy kâtiplerinin yazdığı ayetleri sık sık ve titizlikle kontrol ediyor ve bazan düzeltmeler yapıyordu.
(Bu konuda bk. Hamidullah; Kur'an Tarihi, 45-52)
Sözün özü, Muhasibi (ölm. 243/857)nin söylediğidir:
“Kur'an'ın kitap haline getirilmesi Peygamberimizden sonra gerçekleştirilmiş (muhdes) bir olay değildir. Peygamberimizin emriyle gerçekleşmiş bulunan yazım işi, parçalar halindeki yazı malzemesinin bir araya getirilip kopyalanmasıdır."
(bk. Süyûtî; el-İtkan fî Ulûmi'l- Kur'an, 1/167)
Kısacası, Kur'an ayetlerinin sıralamasını (surelerin tertibi serbest kalmak üzere) bugünkü şekline Peygamber ve Cebrail birlikte kavuşturmuşlardır.
Gerisi bir kopyalama (istinsah) ve "kağıt değiştirme" işidir.
(Bu konuda bk. Zerkeşî; el-Burhan fî Ulûmi'l-Kur'an, 1/296-303)
Bütün bunlar bilinirken, Kur'an Peygamberimizden sonra halife Osman zamanında toplandı demek, Emevî hanedanına Kur'an üzerinden prim çıkarmaya kalkmaktan başka anlam ifade etmez.
Üçüncü halife Osman'ın yaptığı, toplanmış ve son şekli verilmiş bulunan Kur'an'ın, sure tertipleri değişik nüshaları arasından birini seçip kopyalamaktır.
* Kur'an'da nesih (bazı ayetlerin bazılarını hükümden düşürmesi) olduğunu iddia etmek.
* Kur'an'ın muğlak, mücmel ve müşkil olduğunu söylemek:
Kur'andan bunların hiçbirine değil kanıt, bir ima bulmak bile mümkün değildir.
Bunlar, Kur'an'ı kendi yorumlarının cenderesine hapsetmek isteyenlerin icat ettikleri entellektüel oyunlardır.
* Müteşâbihâtı Allah dışında kimsenin bilemeyeceğini iddia etmek:
Sure başlarındaki harfler (fevâtihu's suver veya hu-ûf-i mukatta'a) bile anlaşılmaz değildir.
Vaktini, kişisini, boyutunu bekler.
Bu bekleyiş, anlaşılmazlık, bilinmezlik anlamına gelmez.
(Bu konuda bk. Şâtıbî; Muvafakat, 29-33)
Yaşar Nuri Öztürk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder