18 Kasım 2024

34- İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?

HOW HAS ISLAM BEEN CORRUPTED?

كيف تم تحريف وإفساد الإسلام؟

*********

(Sh. 388-406)

KUR'AN VE KUR'AN OKUMAK

QUR’AN AND READING QUR’AN


ألقرأن و قرائة القرأن

O k u m a k (kıraat-قرائة), Kur'an'ın ilk emridir. 

Bu ilk emir geneldir; neyin okunacağı gösterilmediği için, okunabilecek her şeyin okunmasının emredildiği kabul edilmelidir.

Kur'an, ayetlerin okunmasını emretmektedir. 

Ayet, Kur'an'ın belli parçaları kadar, insan ve evrende­ki tüm şeylerin ve oluşların ortak adıdır. 

Ayrıca Kur'­an'a göre vahiy bir kitap olduğu gibi insan ve evren de birer kitaptır ve bu üç kitap ayetlerle doludur. 

Sineğin kanadından Firavun'un mumyasına, Kur'an parçala­rından tarihsel kalıntılara kadar tüm varlık ve oluş ayettir. 

Ve Kur'an bu ayetlerin tümünün okunmasını is­temektedir.

O halde "Oku!" emrinin içine tüm varlığın ve insanın okunması girmektedir.

Kur'an'ın buyruklarının iniş sırasına göre 7. emri "Kur'an okuyun!" emridir. 

(Bu konuda bilgi için bk. Öztürk; Kur'an'ın Temel Buyrukları, 18) 

K u r ' a n okuyun emri, örneğin, namaz kılın emrinden öncedir. 

Ve Kur'an okumak bağımsız bir emir­dir. 

Ve tekrar edelim, namaz kılmaktan önceye alınmıştır.


BİD'ATLAR, HURAFELER


* Kur'an okumayı namazla kayıtlamak:


Kur'an'ın hiçbir yerinde namaz kılmanın Kur'an'dan bir parça okumaya bağlı olduğunu gösteren bir beyan yoktur. 

Kur'an okumak başlıbaşına ve namazdan önce gelmiş bir emirdir. 

Hz. Peygamber, Kur'an'ın toplum bünyesinde yaygınlaşması için birçok araç gibi namazı da kullanmış ve namazda en azından Fatiha'nın okunmasını emretmiştir. 

Ama Kur'an'dan bir parçayı veya bölümü okumadan namaz kılmak isteyenlere de bu izni vermiştir. Sahabînin biri Hz. Peygamber'e gelip namaz­da okunabilecek miktarda Kur'an ezberleyemediğini, namaz kılmak için kendisine başka bir yol göstermesini rica etmiş, Resul ona, Kur'an okumak yerine, Allah'ı tesbih etmeye ilişkin bazı sözler söylemesini önermiştir. 

Olayı nakleden müfessir Fahraddin Râzî (ölm. 606/1209) şu yorumu yapıyor: 

“Bu kanıt şunu gösteri­yor: 

Sahabî, namazda kendisine yetecek miktarda Arapça Kur'an okumaktan aciz olduğunu söyleyince Resul ona başka dualar okumasını emretmiştir.”

(Râzî, Tefsir, 1/215)

Bu konuda geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Öztürk; Yeniden Yapılanmak, Anadilde İbadet Bölümü)

Ne yazık ki geleneksel kabul, namaz kılmayı Kur'an okumaya bağlayarak, Müslümanların Kur'anla beraberliğini büyük ölçüde namazla kayıtlamıştır. 

Namaz kıla­cak kadar Kur'an ezberleyen milyonlarca Müslüman asırlar boyunca bununla yetinmiş ve Kur'an'ın okunma­sı ayrı ve farz bir emir olma noktasına asla 

ulaşama­mıştır.

Arap olmayan Müslümanlar için durum bir kat dâha acıklıdır: 

Çünkü namazla kayıtlanan Kur'an okuyuşun Arapça özgün metinden olması farzlaştırıldığı için, Arap olmayan kitleler, namazda okudukları ayet ve surelerin anlamlarını bilme gibi bir şansı elde edememişlerdir. 

Oysaki bu ayet ve surelerin anlamlarını bilmek bile yetmez. Kur'an'ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan önce farzdır.

Şunu bir iman borcu olarak bilmek ve duyurmak zo­rundayız: 

Allah'ın "Kur'an oku!" emri, "Namaz kıl!" emrinden hem daha öncedir hem de daha önemli... 

Bu bir yorum veya tevil değildir, Kur'an'ın açık beyanıdır. 

İsteyen herkes, Kur'an hükümlerinin iniş sırasını takip ederek Kur'an okumaya ilişkin emirle namaz kılmaya ilişkin emrin sırasını görebilir. 

Daha açık söyleyelim:

"Kur'an'ı düşüne düşüne dikkatle oku!" emri, iniş sırasıyla üçüncü sure olan Müzzemmil Suresi'nin 4. ayetinde verilmiştir. 

Aynı emir, aynı sure­nin 20. ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan sonradır ki "Namazı kılın!" emri gelmiştir.

Kaldı ki, Kur'an okumayı bağımsız bir emir-ibadet olmaktan çıkaran yaklaşımlar, Müzzemmil 20. ayetteki "Namazı kılın!" emrini bugünkü anlamıyla kıldığı­mız namaz farzı mânasında kabul etmezler. 

O n l a r a göre namaz, daha sonraları, Mirac'da, Hz. Peygamber-Hz. Mûsa ve Cenabı Hak arasında, (hâ­şâ) süren uzun bir pazarlık sonucu farz edilmiştir.

Biz bu İsrailiyât uydurmasını kabul etmediğimiz için Kur'an'ın verilerinden hareket ediyor ve diyoruz ki : 

Kur'an okumaya ilişkin emir Müzzemmil Suresi'nin 4. ayetinde, namaz kılmaya ilişkin emir ise 20. ayetinde verilmiştir. Yani "Kur'an oku!" emri daha öncedir, daha önceliklidir.

İş bu kadarla da kalmaz: 

Ankebût Suresi 45. ayet açıkça gösteriyor ki "Zikrullah", namaz kılmaktan üstündür.

Zikir, Kur'an'ın en önemli ve en bilinen adlarından biridir. 

Zikrullah tâ­biri, tarikat sulandırmalarının iddia ettiği gibi, "Allah, Allah" sesleri çıkararak def çalıp zıplamak, dönmekten ibaret değildir. 

O uygu­lamalar, bütün samimiyet şartları var sayılsa bile zikrin en alt mertebesi olabilir.

Zikir, Kur'an'ın adlarından biri olduğuna göre, zikrullahın tartışmasız ilk Kur'ansal anlamı Kur'an'dır. 

Ve böyle olunca da Allah'ı zikretmenin ilk ve tartışma­sız anlamı Kur'an okumak olacaktır. 

Nitekim, 19. yüzyı­lın büyük sufî düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm. 1845), tasavvuf ve tarikat meşrebinin en büyük temsilcilerinden biri olmasına rağmen, zikir konusunu böyle anlamış ve bağlılarına, Allah'ın tertibi olan Kur'an'ı bırakıp da şunun-bunun tertibi olan sözde zikir­lerle zaman yitirmemelerini önermiştir.

Şimdi, yüzyıllardır saklanan bir gerçeği tüm açıklı­ğıyla ve Kur'an'a sadakatin bir ifadesi olarak duyuralım: 

Namaz kılmak ne ise Kur'an okumak da odur, hatta Kur'an okumak namazdan, namaz kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. 

Şöyle de diyebiliriz: 

Namaz kılmamak neyse Kur'an okumamak da odur, hatta Kur'an oku­mamak daha da yıkıcıdır.

Sadece Kur'an okuyup namaz kılmayanın durumu, sadece namaz kılıp Kur'an okumaya­nın durumundan iyidir.


Bu Kur'ansal gerçek asırlardır insanlardan iyi veya kötü niyetle saklanmıştır. 

Kur'an'ın; geceleri Kur'anla meşgul olmak anlamında kullandığı teheccüd, yine namaz kılmaya dönüştürülmüş ve yine Kur'an'ın söyle­diğinin tam tersi yapılmıştır.

Tabii ki burada sözünü ettiğimiz "Kur'an oku­mak", Kur'an'ın istediği tedebbür (anlam üzerinde ti­tizlikle düşünmek) için okumaktır; yani anladığı dilde ve anlamını takip ederek okumak... 

Namaz sırasında sadece kelimelerinin Arapça telâffuzları yapılmış (ne kadar yapıldığı ayrı bir tartışma konusudur) bir Fatiha veya Kevser Suresi oku­yuşu Kur'an'ın "Oku!" emrine uygun bir Kur'an okumak değildir.

Kur'an okumak, Allah'ın insandan ne iste­diğini anlamak niyetiyle okumaktır. 

Nağme ve sada zevki için okumak değil...


* Kur'an okumayı cami içine özgülemek:


Bir önceki sapmanın en yıkıcı uzantısı budur. 

Kur'an okumayı camide bulunma şartına bağlayan bir ortak şu­uraltı geliştirilmiştir.

Kur'an okumanın cami içine özgülenmesine yol açan örfü, Emevîlerin zalim valisi Haccâc başlatmıştır. 

O, sabah namazından sonra okunmak üzere camilere özel mushaflar koydurdu. 

Böylece Kur'an okumanın camiye hapsedilmesi çığırı başlatılmış oldu. 

(Bu konuda bk. Şâtıbî; el-I'tısam, 1/172) 

Ama onlar, hiç değilse, okudukla­rını anlayabiliyorlardı. 

Bugünkü okuyuşlarda bu da kalmamıştır.


* Kur'an okumayı merasime bağlamak:


Kur'an, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamında­dır. 

Adı bu anlamda olduğu içindir ki ilk emri de "O k u !" olmuştur. 

Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu "okunacak kitab"ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazan da "üfürülecek kitap" haline getir­di. 


Bu olumsuz müdahaleyi kısa açıklamalarla verelim:


a) Abdest almayı gerekli görmek: Yahudilik'ten İslam'a aktarılmıştır. Yahudi hahamları, Tev­rat'ın okunması için abdest alınmasını ve başın örtülmesini şart koşmuşlardı. (Bu konuda bk. Hikmet Tanyu; Yahudi Kutsal Kitapları, AÜİFD, sayı: 14)

Kur'an'ın abdestsiz elle tutularak okunmasını mek­ruh veya haram gören anlayışların tümü, Yahudi gele­neğinin kutsal kitapların okunmasına ilişkin tutumu­nun etkisi altında kalmıştır. 

Daha birçok konuda kaldı­ğı gibi... Söz konusu olan, kutsallık ve kutsal kitap oldu­ğu için kimse bu uydurma yasağa karşı çıkmayı göze alamamış veya "Kötü bir şey de değil, böyle olsa kime ne zararı var?" diye düşünerek sessizliği tercih etmişlerdir. 

Bu sessizliktir ki, asırlar boyu Müslü­man kitleleri kitaplarını ellerine alamaz hale getirmiş­tir.

Yapay yasağı delmek isteyen, ama gerçeği tam söyleyemeyen bazı kişiler ise şöyle demişlerdir: 

Birkaç ayet okuyabilir. 

Zikir ve dua ayetlerini okur diyenler vardır. 

Bu mantığa göre, bir insan Kur'an'ın zikir ve dua ayet­lerini yani Allah'ın şanını yücelten ayetleri cünüp ve abdestsiz okur ama örneğin, Firavun'un allahlık ilan et­tiğini bildiren ayetleri, veya Semud kavminin battığını gösteren ayetleri okuyamaz.


Yahudi geleneği, bu tartışmayı daha sahabîler ara­sında başlatmıştır. 

Bizim için şu tablo çok önemlidir: 

Halife Ömer, İbn Abbas, İbn Cübeyr, Selman Farisî, İbn Mes'ud, Ebu Mûsa el-Eş'arî, Enes b. Mâlik... gibi âlim sahabîlerle Mücâhid, İkrime, Câbir b. Zeyd, Dahhâk, Süddî, Ebu Nüheyk, Abdurrahman b. Zeyd... gibi tabiûn kuşağı âlimleri Kur'­ an'ın abdestsiz okunabileceğini savunmuşlardır. 

Bu müçtehitlere göre, Vakıa Suresi 79. ayetteki " m u t a h h a r û n " (iyice temizlenmiş olanlar) sözcüğüyle kastedilen, meleklerdir. 

O sözün insanlarla ilgisi yoktur ki onu zorlayarak "abdestli olanlar" anlamında kullanmayı deneyelim. 

Müfessir Katâde b. Diâme (ölm. 118/736) "Bu ayetteki dokunulmazlık, Allah katındaki dokunulmazlığı ifade eder. Dünya ile ilgisi yoktur. Dünyada Kur'an'a herkes dokunabilir. Mecûsîler, müşrikler, münafıklar bile.' diyor, 

(bk. İbn Kesir; Tefsir, 4/298)

Kur'an abdestsiz okunamaz iddiasına delil olarak Vakıa Suresi 79. ayeti okuyanlara Selmân-ı Fârisî (ölm. 36/656) şu cevabı vermiştir: 

“Bu ayetin an­latmak istediği şudur: 

Bu Kur'an öyle bir zi­kirdir ki göklerde ona meleklerden başkası dokunamaz. 

(bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 1/338- 343)

Tartışma, sonraki nesil fakıhları içinde de aynen devam edip gitmiştir. 

Bu tartışmalar sırasında çok sert çıkışlar yapan fakıhlar da görülüyor. Bırakın abdestsiz okumayı, cünüp halde bile Kur'an okunabileceğini söyle­yen muhaddis-fakıhlar vardır. 

Bu konuda ilk fetva ve­renlerden biri Said b. el-Müseyyeb (ölm. 94/712)dir. (bk. İbn Hemmâm, 1/337)


İslam din bilginlerinin bazılarına göre, cünüp insan bile Kur'an okuyabilir. 

Sahabî İbn Abbas'tan hadis 

ala­nının en büyük ismi sayılan Buharî'ye kadar çok bü­yük birçok otorite bu görüştedir, (bk. İbn Hacer; Fethü'l- Barî, 1/407-408) Buhârî uzmanı ünlü el-Hûlî de bu görüş­tedir, 

(bk. Tarîhu Fünûni'l-Hadîs, 56)

Irak fıkıh okulunun babası sayılan ibrahim en-Nehaî (ölm. 96/715) hayızlı kadının da Kur'an okuyabi­leceğini kabul etmektedir, (bk. Buharî, hayz 7)


b) Başı örtmeyi gerekli görmek: 


Bunun da bir Yahudi örfü olduğunu yukarıda verdik.


c) Kur'an okunan mekânda resim olmaması­nı gerekli görmek: 


Duvarlardan resim indirmek, masa üstlerinden fotoğrafları kaldırmak vs. şeklindeki uygulama da bir hurafe uydurmasıdır. 

Kitap ve sünnette hiçbir dayanağı yoktur.


d) Belli oturuş biçimlerini zorunlu göster­mek: 


Kıbleye dönmek, diz çökmek vs. 

Tüm bunlar son­radan uydurulmuş yapay kutsallıklardır. 

Kur'an, örne­ğin, yatarak da okunabilir, (bk. Turtûşî, 205) 

Bunun böyle olabileceğini bizzat Kur'an söylemektedir. 

Âli İmran Suresi 191. ayet, düşünen ve akleden müminleri "Allah'ı ayaktayken, otururken, yan yatmış halde zikrederler." diye tanıtmaktadır. 

Ve biliyoruz ki Kur'­an'ın adlarından biri de Zikir'dir. 

O halde, en ideal zi­kir Kur'an okumaktır. 

O halde Kur'an oturarak 

okunabi­leceği gibi, yan yatarak da ayakta da okunabilir. 

Önemli olan okumak ve ibret almaktır.


* Kur'an'ın tercümesini okumanın hatim olmayacağını söylemek:


ARAPÇI VE ARAPÇACI zihniyetlerin bu uydurması özellikle Müslüman Türklere çok pahalıya mâl olmuştur. 

Öyle bir tabu yaratılmıştır ki, hiç kimse çıkıp şunu di­yememiştir: Allah'ın istediğini anlamak üzere kendi dilindeki çevirisini okuyan hatim sevabı alamıyor da Allah'ın maksadını hiç anlama­mak şartıyla okuyan nasıl hatim sevabı alıyor? 

Hiç olmazsa bırakın da ne istendiğini anlamak niyetiyle okuyanlar da sevap alsın.

Kur'an okumak, bizzat Kur'an'ın ifadesiyle tedebbür etmek yani okunan metnin ne demek istediği üzerinde derin derin düşünmektir. 

Başka bir deyişle, tedebbür farzdır.

Kur'an bu konuda net bir ifade kullanmıştır: 

“Kutsal/bereketli bir kitap bu; sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt alabilsin temiz özlüler." (Sâd, 29)

Kur'an'ı, anlamadığı dilde okuyan mı tedebbür eder, yoksa anladığı dilde okuyan mı? 

Bunun cevabı bellidir. 

Hatim sevabının en büyüğünü, tedebbür ederek okuyan­ların alacağı da bellidir. 

Doğrusu şu ki "Bir kelamı, onun mânasını anlamadan tedebbür etmek mümkün olamaz." 

(Süyûtî; el-ltkan, 2/500)

Bu Kur'ansal gerçeği saklamak için çok kestirme bir yol bulmuşlardır: 

“Kur'an layıkıyla tercüme edil­mez, o halde 'Kur'an okudum' demek için özgün metni okumak gerekir." derler. 

Bu doğru ise Al­lah'ın kullarından Kur'an'ı okuyup tedebbür etmelerini istemek abestir, lüzumsuzdur. 

Allah abesle uğraşmaya­cağına göre işin doğrusu şudur: 

Kur'an'ın lâyıkıyla ter­cüme edilmesi başkadır, tercüme edilip okunması gerektiği başkadır. 

Hiçbir Kur'an çevirmeni, "Ben filan dilde Kur'an yapacağım" dememiştir, demez. 

Tercüme yeni bir Kur'an değildir demek, hiçbir tercümenin Kur'an'ın i'cazını (kelam erişilmezliğini) aynen koruyamaması demektir. 

Ama unutulmasın ki i'cazın korunamaması tercümenin mânayı anlamaya engel olması değildir. Şâtıbî'nin dediği gibi: "İ'cazı ne anlamda ve hangi tarzda alırsanız alın bu, Kur'an'ın mânasını kavramaya, o mâna üzerinde akıl yürütmeye engel değildir. Tedebbüre ulaşmak kaçınılmazdır."

(Şâtıbî; Muvafakat, 3/346-347)

Tedebbüre giden yolu tıkayan bir bahane de şudur: 

“Hangi dilde okursanız okuyun, Kur'an'ı anla­yamazsınız. 

Çünkü içinde binlerce bilinmez, mücmel (özetlenmiş), müşkil (anlaşılması problem olan) vardır." 

Asırlarca okunmamış (okutmadığınız) bir kitapta mücmeller de oluşur, müşkiller de, bilmeceler de... 

İşin esasına gelince, K u r ' a n 'd a ne müşkil vardır, ne de mücmel. 

Hele hele bilmece hiç yoktur. 

Müşkiller ve mücmeller Kur'an'ı gereğince okumayanların, okumaya niyeti ol­mayanların kafasındadır.

Bir daha peygamber gelmeyeceğine göre, Kur'an ileriki tüm zamanlara gök mesajı taşıyan bir kitaptır. 

O halde onun her gün yeni bir sırrı ortaya çıkacak, yeni bir bilgi sarayı keşfedilecektir. 

Bu onun bilinmezliğin­den veya müşkillerle dolu olduğundan değil, muhataplarındaki bilgi eksikliğinden ileri gelmektedir. 

Sadece dört işlemi bilen bir çocuğa cebir formüllerini öğrettiği­nizde sıkıntı çıkar. 

Sebep, cebir formüllerinin müşkil veya muğlak olması değil, çocuğun o bilgilere liyakat noktasına gelmemiş bulunmasıdır.


Kur'an'ı en iyi tefsir eden zamandır. Vakti gelmemiş hiçbir Kur'an sırrı açıklığa kavuşmaz. 

Bunun mânası Kur'an'ın muğlaklığı değildir; muhatabın yeter­sizliğidir. Mânaların tecelli etmesinin yolu okumamak değil, okumak ve düşünmektir. 

Ama haddini bilerek okumak lâzımdır. 

Her okuyan her oku­duğunu anlamak durumunda olamaz. 

Herkes anlamıyor diye de anlayanlar yoktur denemez.

Kısacası, her hal ve şartta sürekli okumak ve tedebbür kapısını açık tutmak gereklidir.

Kur'an'da yüzü aşkın ayet, tafsil, mufassal, be­yan, mübeyyin, beyyine, beyyinât... gibi açıklık, netlik, ayrıntılı olmak ifade eden sözcüklerle doludur. 

Ama Kur'an'ın mücmel, müşkil veya muğlak oldu­ğuna ilişkin değil ayet, işaret bile yoktur.

M ü t e ş â b i h ayetleri "bilinmezlik" eksenine oturtup Kur'an'ın dörtte üçünü insan tedebbürünün dışına itiyor­lar. 

Hâşâ! 

Müteşâbihler bilinmezler değildir, vakti ge­lince veya ehli el atınca bilinecek olanlardır. 

Ama Allah bir şeyi bilemezsiniz demişse (kıyametin vakti gibi) onu bilemeyiz. 

Bunun müteşâbihle bir ilgisi yoktur.

Surelerin başlarındaki mukatta' harfler bilinmez değil, tartışmalıdır, 

(bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/22 vd.) 

Günü gelince veya ehli devreye girince onların anlamı da apa­çık olur. 

Şâtıbî'nin dediği gibi: 

“O harfler ehli veya zamanı olmadığından kapalıdır. 

Yoksa Allah, anlamsız kelam ile kuluna hitap etmekten arınmıştır." 

(bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/29-31) 

Allah, kullarının anlamayacağı bir kelamı gönderip de sonra onlara bunu okuyup anlayın emrini vermez. 

Allah kullarıyla alay etmez. 

Kaldı ki, kitabında, Kur'an'ın kolaylaştırıldığını defalarca, hem de yeminle bildirmiştir.


Kur'an okumanın ruhu tedebbürdür. Tedebbürü değil ortadan kaldıran, zedeleyen şeyler bile bid'at 

sa­yılmıştır. 

Örneğin, Kur'an okuyuşa musikî kat­mak böyledir, 

(bk. Turtûşî, 183-205) 

Neden? 

Çünkü Kur'an okuyuşa mûsikî uygulamak kaygısı, oku­yanın tedebbürünü zedeler.

Yine aynı şekilde, özellikle Ramazan aylarında, bi­risinin okuyup ötekilerin mushaftan sürmesi (mukabele) de bid'at sayılmıştır; çünkü bunda da tedebbür olmadığı açıktır, 

(bk. Turtûşî, 205)

Süratli, sayfa devirmeyi esas alan bir okuyuş da bid'attır; çünkü böyle bir okuyuşta da tedebbür yoktur, (bk. Turtûşî, 208 vd.)


* Kur'an'ı muska-tılsım aracı yapmak, koruyucu olarak duvarlara, evlere asmak:


Hangi ad ve maksatla yapılırsa yapılsın böyle bir şey tartışmasız bid'attır. 

(bk. Kal'aci; Fıkhu'n- Nehaî, 2/789)

Kur'an'ı muska ve tılsım aracı yapmayı şirke yakın bir günah sayan fakıhlar da vardır.

Kur'an'ı muska-tılsım aracı yapmanın uzantıları vardır. Bunlardan biri de belli surelere esrarengiz güçler ve etkiler yükleyerek onları bir tür tılsım gibi kullanma eğilimidir.

Surelerin üstünlüklerine (falan surenin filan gücü taşıdığına, şu veya bu işin çözümüne yaradığına) ilişkin hadis adı altında rivayet edilen sözlerin tümü uydurma­dır ve bunun böyle olduğunda hiçbir tartışma da yoktur. 

Ne yazık ki bu gerçek açıkça ve ortaklaşa itiraf edilme­sine rağmen, klasik devrin eserleri içinde bu uydurma­ların girmediği kitap hemen hemen yoktur.


Biz şunu bileceğiz: 

Kur'an'ın tümü rahmettir, hidayettir, ışıktır. 

Hiçbir sure diğerinden ay­rılmamıştır. 

Hiçbir surenin filan veya falan farkı taşıdığına ilişkin bir vahyî veya nebevi beyan yoktur. 

Esasen Kur'an'ın okunması bir afsun ve kelime işi değil, gönderilen mesajın içeriği üzerinde düşünme ve gereğini yapma işidir. 

Böyle olunca her sure önemlidir. 

Çünkü Kur'an sistematik bir kitap değildir. 

Her sure­de vahyin temas ettiği hemen tüm konularla il­gili beyanlar vardır. 

Önemli olan o ortak me­sajlar üzerinde düşünüp gerekli değerleri ürete­cek boyuta gelmektir.

Surelerin bir kısmını, "namaz sureleri" diye ayı­ran yaklaşımlar da İslam dışıdır. 

Kur'an'ın tümü na­mazda okunabilir. Bunun aksini söyleyerek, "namaz sureleri" öğreten bir ticaret sektörü yaratmak isteyenler vardır.

Bu ticarî sektör şöyle çalışmaktadır: Önce, nama­zın Arapça dışında bir dille kılınamayacağı fetvaya bağlanmaktadır. 

İkinci olarak, namaz kılacak kadar Kur'an öğretmek amacıyla (!) bir "Kur'an kursu alt sek­törü" oluşturulmaktadır. 

Bu sektör, cazibe yaratmak için "namaz surelerini öğretme" hizmeti verdiğini pro­paganda ederek halktan çeşitli başlıklar altında resmî- gayrıresmî akıl almaz paralar toplamaktadır.

Sektörün öğrettiği "namaz surelerini oku­ma" ile Kur'an öğrenip okumanın hiçbir ilgisi yoktur. 

Çünkü öğretilen şey, sadece Arap alfabesinin harflerini telâffuzdur. 

Bu, eşi görül­memiş bir tutarsızlıktır. Arap alfabesini öğre­nen çocuklar ne bir kelime Arapça öğrenmekte­ dir, ne de Kur'an'ın içeriğinden herhangi bir şey... 

Öğrendikleri, Arap harflerinin gırtlağın, karnın neresinden nasıl çıktığıdır. 

Yani in­sanlar, "namaz sureleri öğrenmek" adı altında açık bir papağanlık eğitimine tâbi tutulmakta­dır. 

Kitleler aldatılmaktadır.

Gerçekten de bu bir aldatma ve aldanma sektörüdür. 

Her yıl insanımızın cebinden trilyonlar alıp götüren bu sektör, tarihte benzeri hemen hemen hiç görülmeyen bir ruhban sömürüsü yürütmektedir.

Halkımızın bu sektörden hem dinini, hem de cebini kurtarması gerekmektedir. 

Bunun yolu da herkesin iba­detini, namazını-niyazını kendi diliyle yapma hakkına sahip olduğunun halka öğretilmesidir. 

Sektör buna elbette şiddetle karşı çıkmaktadır. 

Çünkü menfaat kayıpları çok büyüktür. 

Bu zihniyetin, Osmanlı dönemindeki kök-damarı olan softa-molla sektörü, benzeri bir karşı çıkışı matbaanın yurda getirilmesi gündeme geldiğinde göstermiş, "din elden gidiyor" diye sokağa dökülmüştür. 

Elden gidenin din değil, bu çıkarcı sektörün gelirleri olduğu anlaşıldığında ara­dan 227 yıl geçmişti. 

Osmanlı'yı dünyanın ge­risinde bırakan ve asırlık bir yığın belanın kaynağı olan koskoca 227 yıl. 

Bugün, kalkın­mış ülkelerin gerisinde kalarak ona-buna yüz suyu dökmenin acı faturasının arkasında işte bu softa-molla inadı vardır.

Günümüzde, ana dilde ibadet gündeme geldi­ğinde sokaklar bu inatla doldu-taştı, 8 yıllık eğitim gündeme geldiğinde bu inat, yine "din elden gidiyor" teranesiyle köyleri-kentleri kir­letti. 

Ve kirletmeye devam ediyor.


* Ölüler üzerine Kur'an okumak:


İttifakla bid'attır. 

Kabir başlarında Kur'an okumak, ölünün arkasından hatim indirmek, ölü ruhu için hatim ısmarlamak vs. sonradan uydurulmuştur; Peygamberi­mizin hayatı ve uygulamasında yeri yoktur, 

(bk. Kal'aci; Fıkhu'n- Nehaî, 2/789) 

Hz. Peygamber, kabir başlarında Kur'an okumamıştır. 

Mezara Yâsîn veya İhlas oku­maya ilişkin hadis patentli rivayetlerin de uydurma ol­duğunu hadis otoritesi Elbânî (ölm. 1999), kanıtlarıyla göstermiştir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/397, 402, 452) 

İbnül- Kayyım'ın anıt eseri "Zâdül-Meâd"da belirttiğine gö­re, bu yönde bir vasiyet bile olsa geçersizdir. 

Bunlar en iyi ihtimalle mekruh, bazı durumlarda günah veya şirk­tir. 

Bırakın ölüp gitmişleri, ölmekte olanın üzerine Kur'an okumaya ilişkin rivayet bile sakattır, 

(bk. Fey- zu'l-Kadîr, 2/67: Rivayet no, 1344)

Ölülere üfürükle rahmet gönderme yoktur. 

Kur'an okutup bağışlama diye bir şey yoktur. 

Resul'ün ölülere yararlı olmak için bize gösterdiği yol, onlar için hayır dileklerde bulunmak, yoksullara yar­dım etmek ve bir de onların yakınlarını-dostlarını ziyaret etmektir, 

(bk. et-Tâc, 5/6. 

Ölülere Kur'an okumak ko­nusunda Kur'an ve gerçek sünnet kaynaklı bilgiler veren bir eser olarak bk. Ömer Temizel; Kur'anın Göl­gesinde Katıksız Sohbetler, Denizli, 1999)


Ölülere Kur'an okuyup göndermenin en nezaketsiz ve İslamdışı şekli "Peygamberimizin ruhuna hediye" adıyla Kur'an okumak veya dualarda, "Peygamberi­mizin ruhuna hediye eyledik" türünden ifadeler kullanmaktır. 

Bunu yapanlar kim oluyorlar da Kur'an'ın mahbatı (iniş yeri) olan bir Hak elçisine hediye gön­deriyorlar! 

“Biz bunu ondan bize bir yardıma ve­sile olsun diye yapıyoruz" diyorlarsa, o zaman durum çok daha kötü demektir. 

Çünkü böyle bir şey, Peygamber'i şirk aracı yapmak olur. 

Şeyhülislam İbn Kemal (ölm. 940/1533) bu konunun dindışı olduğunu gös­teren bağımsız bir risale yazmıştır: 

“Risâletün fî Beyâni 'Âdemi Vücûdi Kıraati'l-Kur'ani li İhdâi Ruhi Muhammed Aleyhisselam: Mahammed Aleyhisselam'ın Ruhuna Hediye Etmek İçin Kur'an Okuma­nın Dinen Caiz Olmadığına İlişkin Risale"


* Kur'an için ayağa kalkmak:


Kur'an'ın olduğu yerde ayak uzatmamak vs. türün­den yapay kutsallıklar icat etmek ittifakla bid'attır. 

(bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/486) 

Çünkü bu tür kurallar, Kur'an'ı, zorluk ve sıkıntı sebebi olan kitap haline getirir.


* Kur'an'ı öpmeyi kutsal saymak:


Kur'an'ı öpmek de bid'attır. 

Bu bid'atı ilk yapan, İs­lam'ın amansız düşmanı Ebu Cehil’in, vahyin tamamlandığı sırada can korkusuyla Müslüman olduğunu söy­leyen oğlu (eski müşrik ordusu komutanı) Ikrime'dir

(bk. Süyûtî; el-İtkan, 2/486)

Ebu Cehil’in oğlunun başlattığı bir bid'atı bugün binlerce insan bir büyük meziyet gibi ta­şımakta ve aksini söyleyenleri Kur'an'a saygısızlıkla itham etmektedir.

Kur'an'a saygıyı Ebu Cehil’in oğlundan mı öğreneceğiz?!

Kur'an'ın yap dediğini yapmayanlar, "Kur'­an oku!" emrini yerine getirmeyenler nefisle­rini tatmin için böyle Şamanist öpme, yüze sürme, kılıflama, duvara asma yöntemleriyle Al­lah'ı kandıracaklarını sandılar; ama Allah'ı aldatamadılar; kendilerini aldattılar."

Allah'ı ve müminleri aldatma yoluna giderler. 

Gerçekte ise onlar öz benliklerinden başkasını aldatmı­yorlar. 

Ne var ki bunun farkında olamıyorlar." (Bakara, 9)


* Kur'an'ın Hz. Peygamber'den sonra toplandığını söylemek:


Hemen tüm tarih kitaplarımızda Kur'an'ın toplan­masıyla ilgili bir bahis vardır. 

Burada şöyle iddia edilir: 

“Kur'an'ı Hz. Peygamber'den sonraki zamanda Hz. Osman (ölm. 36/656) topladı. Eğer o toplamasaydı kim bilir Kur'an'ın başına neler gelir­di?!"


Hz. Peygamber eğer Kur'an'ı toplayıp ona son şeklini vermeden bu âlemden ayrılmışsa, hâşâ, peygamberlik görevini yapmamış demektir.

Peygamberliğin temel niteliklerinden biri de "h ı f z" yani gelen vahiyleri toplama, kollama ve insanlığa bil­dirme görevidir. 

Hıfz yeteneği olmayan bir peygamber düşünülemez. 

Bunu şöyle de ifade edebiliriz: 

Bir pey­gamberin aldığı vahiylerin en iyi ve en güve­nilir koruma deposu, o peygamberin hafızası­dır. 

Kur'an, bu gerçeği bizim peygamberimiz açısından ifadeye koyarken şöyle buyurmaktadır: 

“Biz seni/sa­na okutacağız da sen unutmayacaksın." (A'lâ, 6)

Hz. Muhammed'in hayatını anlatan tüm hadis ve si­yer kitapları bildiriyor ki, o, aldığı vahiyleri hem kendi ilahî hafıza deposunda koruyor hem de sahabîlerine ez­berletip yazdırıyordu. 

Ayrıca, her yıl Ramazan ayında,

C e b r a i l ile karşılıklı bir mukabeleye gidiyor, bir yıl içinde gelmiş vahiylerin hem metinlerini hem de yerle­rini gözden geçiriyordu. 

Bu mukabele işi (buna arz, yani Cebrail'e arz edip kontrol ettirmek de denir), Hz. Pey­gamberin öldüğü yıl iki kez yapılmıştır.

Hz. Peygamber, kendi tanrısal hafızası yanında iki ayrı imkânı daha kullanarak Kur'an'ı koruma altına almıştır: 

Yazı, ezberleme (hafızlık). 

Özellikle yazıl­ması hususunda son derece titiz davranmış, yazımları bizzat kontrol etmiştir. 

Onun ümmî sıfatını okuma-yazma bilmeyen adam anlamında kullanmak için bu titizlikleriyle ilgili anekdotları hep saklamışlardır. Gerçek olan şudur ki Hz. Resul, vahiy kâtiplerinin yazdığı ayet­leri sık sık ve titizlikle kontrol ediyor ve bazan düzelt­meler yapıyordu. 

(Bu konuda bk. Hamidullah; Kur'an Tarihi, 45-52) 

Sözün özü, Muhasibi (ölm. 243/857)nin söylediğidir: 

“Kur'an'ın kitap haline getirilmesi Peygamberimizden sonra gerçekleştirilmiş (muhdes) bir olay değildir. Pey­gamberimizin emriyle gerçekleşmiş bulunan yazım işi, parçalar halindeki yazı malzemesinin bir araya getirilip kopyalanmasıdır." 

(bk. Süyûtî; el-İtkan fî Ulûmi'l- Kur'an, 1/167)

Kısacası, Kur'an ayetlerinin sıralamasını (surelerin tertibi serbest kalmak üzere) bugünkü şekline Peygamber ve Cebrail birlikte kavuşturmuşlardır. 

Gerisi bir kopya­lama (istinsah) ve "kağıt değiştirme" işidir. 

(Bu konuda bk. Zerkeşî; el-Burhan fî Ulûmi'l-Kur'an, 1/296-303)

Bütün bunlar bilinirken, Kur'an Peygamberimizden sonra halife Osman zamanında toplandı demek, Emevî hanedanına Kur'an üzerinden prim çıkarmaya kalkmaktan başka anlam ifade etmez.


Üçüncü halife Osman'ın yaptığı, toplanmış ve son şekli verilmiş bulunan Kur'an'ın, sure tertipleri değişik nüshaları arasından birini seçip kopyalamaktır.


* Kur'an'da nesih (bazı ayetlerin bazılarını hükümden düşürmesi) olduğunu iddia etmek.


* Kur'an'ın muğlak, mücmel ve müşkil olduğunu söylemek:


Kur'andan bunların hiçbirine değil kanıt, bir ima bulmak bile mümkün değildir. 

Bunlar, Kur'an'ı kendi yorumlarının cenderesine hapsetmek isteyenlerin icat et­tikleri entellektüel oyunlardır.


* Müteşâbihâtı Allah dışında kimsenin bilemeyeceğini iddia etmek:


Sure başlarındaki harfler (fevâtihu's suver veya hu-ûf-i mukatta'a) bile anlaşılmaz değildir. 

Vaktini, kişi­sini, boyutunu bekler. 

Bu bekleyiş, anlaşılmazlık, bilinmezlik anlamına gelmez. 

(Bu konuda bk. Şâtıbî; Muva­fakat, 29-33) 


Yaşar Nuri Öztürk 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder