How has Islam been corrupted?
كيف تم تحريف وإفساد الإسلام؟
(Sh. 470-505)
NAMAZ - PRAYER - ألصلاة
Kur'an'da namazı karşılayan kelime "salât - prayer - ألصلاة"tır. Türkçe'de, "salât - ألصلاة" karşılığı kullanılan namaz kelimesi Farsça'dan alınmıştır.
Namaz ; Allah ile kulu arasındaki ilişki ve diyalogun tüm türlerini bir araya getirenbir "toplayıcı ibadet - ألعبادة الجامعة”’tir.
Kur'an'da adı geçen ;
- zikir - ألذكر (Kur'an okuma, Allah'ı anma - reciting Qur’an, remembrance of God - تلاوة القرآن ، ذكرالله),
- şükür - thanking God - ألشكر,
- hamd - praising and exalting God - ألحمد (Allah'ı övme ve yüceltme),
- tesbih (Allah'ı yüceltme - praising God - ألتسبيح),
- tehlil - التهليل (Allah'tan başka tanrı olmadığını ifade etme - Stating that there is no deity but Allah - التصريح بأن لا إله إلا الله),
- secde - prostration - سجود،
- rükû - kneeling - ألركوع,
- tefekkür (varlık ve Yaratıcı hakkında düşünme - thinking about existence and the Creator - التفكير في الوجود والخالق)
vs. gibi yakarış ve tefekkür (meditasyon) hallerinin tümü namazda vardır.
Daha doğrusu namaz tüm bu kavramları fiile dönüştüren bir "davranışlar ve düşünceler bütününün adıdır.
Namaz ayrıca insanın sergilediği değişik hareket türlerini de bünyesinde toplamıştır.
Yani namaz hem dinsel-ruhsal anlamda bir toplayıcıdır, hem de kozmik-evrensel anlamda ...
Cemaatle namazı düşündüğümüzde, namaz sosyolojik anlamda da bir toplayıcı konumunda karşımıza çıkar...
Niyaz hallerinin tümü bir araya getirilerek adına namaz denmiştir. Kur'an, namaz diye ayrı bir ibadet tanımlamaz.
Çünkü namazın Kur'ansal adı olan
“salât - ألصلاة" kelime anlamıyla dua demek olup namazın içerdiği yakarış ve yüceltme hallerinin tümü için (ayrı ayrı ve hep birlikte) geçerlidir.
Bu yapısıyla namaz, sadece Muhammed ümmetinin değil, tevhid geleneğine bağlı tüm toplulukların ortak ibadetidir.
Bunun içindir ki Kur'an, namazı tüm peygamberlerin ortak ibadet şekli olarak gösterir, ancak tanımlamaz. Çünkü namaz, tevhid geleneğinin bir uygulaması olarak Mekkeli müşrikler tarafından da (yozlaştırılmış olmakla birlikte) bilinmekte ve uygulanmakta idi. Kur'an bu konuda son derece açık konuşmaktadır:
"Onların Beytullah'taki namazı ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir..."
(Enfâl, 35)
Demek oluyor ki Mekkeli müşrikler de, tıpkı Müslümanlar gibi Kabe'ye sahip çıkıyorlar, onun çevresinde namaz kılıyorlardı.
Ne var ki onların namazı, yozlaştırılmış, içine şirk unsurları sokulmuş ve tevhid çizgisinden saptırılmış bir namazdı.
Tevhîdï (sadece ve sadece Allah’a inanmak ve Allah’tan başkasına inanmamak -توحيدي - الإيمان بالله وحده، وعدم الإيمان بغير الله - monotheistic) bir uygulama olarak namaz, Hz. İbrahim'in yolunu izleyen Mekkeli Hanîflerce de biliniyordu.
Bu namaz, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin ilk günlerinde bile (Hz. Ali'nin küçük bir çocuk olarak İslam'a girdiği o ilk günlerde) kılınıyordu.
Bunun içindir ki biz, namazın sonraki zamanlarda, Miraç gecesinde, göklerdeki yolculukta ve Hz. Musa'nın o yolculukta Peygamberimize yol göstermesi ( ! ) sonucu Allah ile yapılan uzun bir pazarlık (hâşâ) üzerine farz kılındığını anlatan hadis adlı uydurmalara asla itibar etmeyiz.
Allah'ın dini, Peygamberimiz ve Hz. Mûsa bu yalanlardan, bu pazarlıklardan münezzehtir (arınmıştır).
(Namaz Mirac'da farz kılındı uydurmasının geniş eleştirisi için bk. Kİ. 577-587; bu eser, Miraç mad.)
Müşriklerin Hz. Muhammed'le kavgası dinsizlik, allahsızlık, namazsızlık kavgası değildi; bu değerlerin alışılmış atalar tarzına aykırı biçimde algılanıp yeniden yapılandırılmasına karşı çıkış kavgası idi.
Bu noktayı gözden kaçıranlar ne müşrikleri tanıyabilirler, ne şirki, ne Kur'an'ın getirdiklerini anlayabilirler, ne de Hz. Muhammed'i...
Kur'an, namazın rekât sayısından hiçbir biçimde söz etmez.
Bu demektir ki rekât sayısı içtihadîdir.
Bu içtihad Hz. Peygamber tarafından yapılmış ve konu ibadet alanı olduğu için zamanla değişmesini düşünmek söz konusu olmamıştır.
Ve söz konusu olmayacaktır.
Çünkü bu alan akıl ve kıyas alanı değildir.
Vahiy ve tevhid geleneği alanıdır.
Bu alanda biz Resul'den ne görmüşsek onu yaparız.
O halde namazın rekât sayısı tevhid geleneği ve özel olarak da Hz. Peygamber'in sünneti tarafından belirlenmiştir.
Burada söz konusu olan rekât sayısı, açıktır ki, farz diye anılan namazların rekât sayısıdır.
Farz dışı namazlarda zaten rekât sayısı tartışması yapılamaz.
Onları isteyen istediği kadar kılar.
Kur'an tarafından vakti açıkça bildirilen namazlar üçtür.
(bk. Bakara, 238; Nûr, 58. Ayrıca bk. İsra, 78):
1. Sabah namazı (salâtü'l-fecr - early morning prayer - صلاة الفحر),
2. Orta namaz (salâtü'l-vüsta - midday prayer - صلاة الوسطى),
3. Gün batımından sonraki namaz (salâtü'l-'işa - night prayer - صلاة العشاء).
Namaz kılmakla ilgili günün belirli vakitlerine işaret eden ayetlerden çıkan sonuç da budur.
(Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Kİ. ilgili bölümler)
Buna göre, namaz:
1. Güneşin doğuşundan önce kılınacak olan namaz (fecir namazı - sabah namazı - early morning prayer. صلاة الفجر),
2. Günün ortasında kılınacak olan namaz (salâtü'l-vüsta - orta namaz - midday prayer - صلاة الوسطى),
3. Güneşin batışından sonra kılınacak olan namaz (salâtü'l-'işa- gün batımı sonrası namazı - prayer after sunset - صلاة العشاء) olarak dikkat çeker.
Hz. Peygamber'in en hayatî sünnetlerinden biri olan, namazların cem'i (جمع الصلوات) uygulamasına bakıldığında da sonucun bu üç vakit olduğu görülür.
Şöyle ki:
- Sabah namazı birleştirmeye tâbi olmadan güneşin doğuşundan önce kılınır.
- Öğle ile ikindi birleştirmeye tâbi namazlardır.
Ya öğlenin vaktinde birleştirilirler (cem-i takdim - جمع التقديم),
ya ikindinin vaktinde (cem-i tehir - جمع التأخير).
İki halde de günün ortası tâbiri geçerlidir.
Öğle ile ikindiyi ayrı ayrı zamanlarda kılanlar, orta namazı iki bölümlü olarak kılmış olurlar.
Bu da sünnetin bir uygulamasıdır.
- Akşam ve yatsı diye bilinen namazlar da birleştirmeye tâbidir. İster akşamın vaktinde, ister yatsının vaktinde cem edilsinler, iki halde de güneşin batışından sonra kılmak söz konusudur.
Yani sonuçta 3 aslî namaz ortaya çıkıyor:
- Fecir namazı - صلاة الفجر،
- orta namaz - صلاة الوسطى،
- işa namazı - صلاة العشاء
Bu haliyle namaz, namazın mücmelidir الصلاة الأجمالي
Bunun yerine sünnetin 5 vakitli uygulamasını esas alanlar ise tafsîlî namaz - الصلاة ال التفصيلي kılmış olurlar.
Bu, orta namazı ikiye bölerek öğle (ظهر) ve ikindi (عصر) adlarıyla ayrı iki vakitte kılmak, işa (yatsı - ألعشاء) namazını da ikiye bölerek akşam ve yatsı adlarıyla yine iki vakitte kılmaktır.
Her mümin, hayat şartlarına, iş ve sağlık durumuna uygun olarak bu şıklardan birini seçer.
Peygamberimiz bunların ikisine de örneklik etmiş, ikisine de imkân hazırlamıştır.
5 vakit uygulaması sünnet kaynaklıdır.
Ama unutmamak gerekir ki Hz. Peygamber bu beş vakti (cem' yoluyla) genellikle üç vakitte toplayarak müekked (pekiştirilmiş) sünneti ile farzı birleştirmiştir.
5 vakit namaz kılan her mümin, Resul'ün müekked sünnetini de yerine getirmiş olur.
BİD'ATLAR, HURAFELER
* Namazın rekât sayısını artırmak:
Kur'an namazda rekât sayısından asla söz etmez.
Bu demektir ki rekât sayısı, şartlara, duruma göre içtihadî olacaktır.
Hz. Resul, bu içtihadı, ümmeti adına yaparak namazın olmazsa olmaz kısmını, yani "olması gerekeninin asgarisini göstermiştir.
Bu, yolculuk hallerinde her vakit için 2 rekâttır.
Ve bu 2 rekât kılış yolculukta bir ruhsat değil, bir azimettir.
Yani yolculuk halinde herkes namazını mutlaka 2 rekât kılacaktır. Bazı fakıhlar sonraki zamanlarda bunu niyet şartına bağlamış ve şöyle demişlerdir:
Eğer yolculuğa niyet ederse 2 rekât kılar, niyet etmez ise mukîm (ikamet yerinde oturan) sayılır ve yolculuk hükümlerinden yararlanmaz..
BU BİR BİD’AT’TİR, DAYATMADIR.
Hz. Peygamber'in hayatında böyle bir uygulama yoktur.
Tam aksine o, sefer hallerinde namazı hiç değiştirmeksizin 2 rekât kılmıştır.
Yolculuk halinde Cuma namazı kılmak da farz olmaktan çıkar.
Yolculuk hali yoksa namazlar vakitlere göre şöyle kılınır:
Sabah 2,
öğlen 4,
ikindi 4,
akşam 3,
yatsı 4 rekât.
Cuma namazı da 2 rekâttır.
Tatavvu* yani fazla sevap için kılınacak namaz yolculuk halinde de, ikâmet halinde de serbesttir. Dileyen dilediği kadar kılar.
Ne yazık ki, ilmihal kitapları, yolculuk halinde farzların 2 rekât kılınmasını yazmakta, ama arkasından "s ü n n e t" adı altında farzın birkaç katı namazı âdeta emirmiş gibi sıralamaktadır. Bunun aklî ve dinî gerekçesi olamaz.
Farzlarının bile yarıya indirildiği bir ibadet, nasıl olur da birtakım r e v â t i b - الرواتب (sevap için kılınan) eklemelerle üç-beş katına çıkarılır?
İlk kuşaklarda, yolculuk halinde farz dışı namaz kılanların şiddetle azarlandığını görüyoruz.
Kılanlar bunu din kuralı haline getirmeden ve çekinerek kılmışlardır.
Ona rağmen şiddetle kınanmışlardır,
(bk. İbn Hem mâm, 2/557-560).
Bugün ise bunlar, dinin temel ibadetleri gibi ilmihal kitaplarına konularak Müslümanlara din dersi halinde okutulmaktadır.
Yolculuk halinde, seferî olmayan bir imama uyan yolcunun, farzını 4 rekât kılacağı uygulaması da bid'attır.
Namaz sefer halinde 2 rekât kılınır. İster cemaatle, ister tek başına.
İster mukîm bir imam arkasında, ister seferî bir imam arkasında. Çünkü yolculuk halinde 2 rekât kılmak bir azimettir, bu azimeti uygulamamak için farzîyet ifade eden bir nas (vahyî beyan) gereklidir.
Böyle bir beyan yoktur.
O halde böyle bir sünnet uygulaması da olamaz.
Ama bunun tam aksini belgeleyen kayıtlara sahibiz:
Bid'atlar konusunun en ünlü ismi Turtûşî (ölm. 520/1126) diyor ki: Bid'atların ibadete sokulmasına ilk örnek halife Osman'ın yolculuklarda namazı 4 rekât kılmaya başlamasıdır.
Sahabîler buna itiraz edince o kendini şöyle savunmuştur:
“Böyle kıldım ki halk, namazın 2 rekâta indiğini sanmasın.."
(bk. Turtûşî, 114-116)
Osman'ın bu savunması doğrusu hiç inandırıcı değildir; tam aksine, kabahattan daha ağır bir özür beyanıdır.
Halkın yanlış anlamasını önlemek için dine ilave yapmak ve Resul'ün sünnetini değiştirmek mi gerekiyor?!
Osman'ın buna benzer uygulamaları epeycedir.
Biz bunların bir kısmına bu eserde çeşitli vesilelerle değinmiş bulunuyoruz.
Şu halde, Kur'an ve sünnete uygun bir ilmihalde Müslüman'a, kılmak zorunda olduğu namazlar bu şekilde verilecektir.
Ama şu da söylenecektir:
Vakti, işi, durumu uygun olan dilediği kadar revâtip (nafile, sevap namazı) kılabilir.
Ama bunların, cami içinde kılınmaması Peygamberimizin uygulaması ve önerisidir.
Makbul olan, bu tür namazların evde kılınmasıdır.
Günümüz ilmihallerinde, bırakın bunların söylenmesini, tam aksi dinleştiriliyor.
Her namaz iki kısma ayrılıyor:
Farz, sünnet...
Bir defa bu tâbir bir saptırmadır. Namaz farzından ibarettir.
Sünnet, bir ibadetin uygulanış biçimi anlatılırken söz konusu edilir. Namazın farzı ve sünneti diye bir ayrım yapmak dini Allah ile Peygamber arasında bölüştürmektir.
Nitekim bu bölüştürmenin yıkıcı sonuçlarından bir tanesi din kitaplarına şöyle geçmiştir:
Farzları kılmak Allah'ın rızasını kazandırır, sünnetleri kılmaksa Peygamber'in rızasını. Sünnet kılmayana Peygamberimiz şefaat etmez.
Bu bir şirk mantığıdır.
İslam ile, Muhammedî tebliğ ile uyuşması asla mümkün değildir.
Ne demek Allah'ın rızası ve Peygamber'in rızası?
İbadet sadece ve sadece Allah'a yapılır.
Namaz gibi bir temel ibadete Allah'ın elçisini Allah'ın ortağı gibi sokmak örtülü bir putperestlik değilse gaflet ve dalâletin hangi türüdür?!
Sünnet adıyla tevhidin namazına eklediklerinin en ünlüsü sabah namazının sünneti (!) olarak gösterilir.
Oysaki ilk nesiller içinde bu sünneti bilmeyenler var.
Kılmayanlar çoğunluktadır.
Böyle bir sünnetin varlığına karşı çıkanlar var.
(bk. İbn Hemmâm, 3/51-56)
Doğrusu şu ki, sabah namazının sünneti adıyla ilmihal kitaplarına sokup camide kıldırdıkları o iki rekât, Peygamberimiz tarafından evde kılınan ve evde kılınması istenen nevâfilden biridir ve Peygamberimiz onu camiye asla sokmamıştır.
İşin gerçeği şu ki "sünnet" adı altında namazlara yamatılan ilavelerin hiçbirinin (müekked, gayrî müekked) dayanağı yoktur.
Tamamı sonradan kurallaştırılmıştır.
(bk. İbn Hemmâm, 3/3-8, 56)
Şu halde, namazları :
- Sabah 4 (2 sünnet, 2 farz),
- öğle 10 (4 ilk sünnet, 4 farz, 2 son sünnet),
- ikindi 8 (4 sünnet, 4 farz),
- akşam 5 (3 farz, 2 sünnet),
- yatsı 13 (4 ilk sünnet, 4 farz, 2 son sünnet, 3 vitir)
- şeklinde göstermek yanlıştır, dayatmadır, dine ekleme yapmaktır.
Cumayı 2 rekâttan herhangi bir şekilde fazla göstermek de aynı şekilde bir saptırmadır, dine ekleme yapmaktır,
(bk. C u m a maddesi)
Namaza ilaveler bahsinde adı açıkça telâffuz edilen bir eklemeyi daha görelim:
Zamm-ı sureler.
Adı üstünde, bunlar zam olarak yapılmış eklemelerdir.
Bunlarla ifade edilmek istenen, namazın kıraat (Kur'an'dan bir şeyler okuma) bölümünde bazı surelerin okunmasıdır.
Bid'atlarla ilgili eser yazanlar bu zam edilmiş sureleri özellikle okumanın bid'at olduğunu söylemektedirler,
(bk. Süyûtî; el-İttiba', 71)
Bu surelerin bazıları uzun, bazıları kısadır.
Zamcılar, hangi surelerin hangi namazlarda okunması gerektiğini de kendilerince hükme bağlamışlardır.
Eğer maksat, namazda Kur'an'dan bir miktar okumaksa bilinmelidir ki, Kur'an'ın tümü namaz suresidir. Özellikle bazı sureleri işaretleyerek bunları ilmihallere yazmak açık bir bid'attır.
Sahabîler, namazlarında Kur'an'dan bir miktar okuyorlardı, bu doğrudur.
Ama bunun kadar doğru olan iki şey daha vardır:
Sahabîlerin namazları çok kısa idi. Onlar öyle uzun uzun okuyarak, müezzinlik, tesbih, sonda el açıp dualar etmek gibi eklemelerle namazı uzatmıyorlardı,
(bk. Şâtıbî; Muvafakat, 4/102-103).
Kur'an'dan ezbere bir şeyler bilmeyenler ise namazlarını, içlerinden gelen yakarışlarla kılıyorlardı.
Çünkü, ilmihallerde yazılan ve dayatılanın aksine, Kur'an, namaz kılmak için kendisinden bir kısmın okunması gerektiğine ilişkin hiçbir beyanda bulunmaz.
Hz. Peygamber, namaz kılmak için Kur'an'dan bir şeyler ezberleyecek durumu olmadığını arz eden sahabîsine, Allah'ı yücelten, öven bazı cümlelerle namazını kılabileceğini söylemiştir.
Namaza eklemeler başlığı altında ifadeye koyacağımız bid'atlardan biri de "hatimle teravih" denen uygulamadır.
Bu, aslında bid'at içinde bid'attır. Çünkü rekât sayısıyla, cemaatle kılınışıyla, camiye sokuluşuyla ayrı ayrı bid'at olan teravihe eklenmiş bir bid'attır.
Bu bid'ata göre, teravihin her rekâtında Kur'an'dan bir sayfa okunmakta, 20 rekâtta bir cüz (20 sayfa) tamamlanmaktadır.
Kur'an 30 cüz, Ramazan da genelde 30 gün olduğu için son teravihle son cüz de okunmuş olmakta ve hatim tamamlanmaktadır.
Görünüşte çok güzel bir manzara ama hakikatte ibadetin Muhammedî uygulamasını değiştiren ve namaz kılanları iyiden iyiye zorlayan bir sünnetdışılık söz konusudur.
Bu şekilde kılınan bir teravih namazı yaklaşık iki saat sürmektedir.
Böyle bir şey, Hz. Peygamber'in genelde ibadetler, özel olarak da namazla ilgili tüm uygulama ve önerilerine terstir.
Çünkü bunda üç bid'at iç içedir:
1. İbadeti uzatma,
2. İbadeti zorlaştırma,
3. İbadetin icra şeklini değiştirme.
* Namaz türleri icat etmek:
İslam'ın emri olan namazın sadece rekât sayısına ilave yapılmakla yetinilmemiştir.
Tatavvu', nafile, revâtip (sevap için kılınan namazlar) adı altında başlatılıp zamanla bir tür din emri haline getirilerek ilmihallere sokulan namazlar da vardır.
Receb, Şaban aylarında kılınan Elfiye ve Regaip namazları, tesbih namazı, kandil namazları, evvabîn, şükür namazı, kuşluk vs. adlı namazlar bu türdendir.
Bid'atlarla ilgili eser yazan bilginler bunları ayrıntılı bir biçimde anlatmışlardır.
(Örnek olarak bk. Turtûşî, 118-119; Ebu Şâme, 124-138. Süyûtî, el- İttiba', 55-66. Kal'aci; Nehaî, 2/570-571;
Hz. Âişe'nin, Peygamberimizin kuşluk namazı diye bir namaz kılmadığı yolundaki sözleri için bk. Müslim'den naklen Şâtıbî; Muvafakat, 3/60).
İ b n ü l - C e v z î (ölm. 597/1200), İblis'in vücut verdiği kaosları anlatan ünlü eseri Telbîsü Iblis (تلبيس إبليس)'te namazları artırma yoluna gitmenin İblis'in bir saptırması olduğunu bildirmektedir,
(bk. Telbis-ü İblis, 163).
Namaz bahsinde eklemelerin en dikkat çekicisi ve en yerleşmişi "TERAVİH" adıyla anılan ve günümüzde fiilen FARZLARI DAHÎ GERİDE BIRAKAN uygulamadır.
Teravihte iki ekleme yan yanadır:
1. Peygamberimizin bir nafile olarak evinde kıldığı bu namazı camiye sokarak resmîleştirmek,
2. Peygamberimiz tarafından genelde 4, bir-iki kez de 8 rekât kılınan bu namazı 20 rekâta çıkarıp ilmihallere geçirmek.
Ve dahası, bu bid'at namazı, temel farzlardan biri olan orucun bir parçası, hatta ayrılmaz bir parçası haline getirmek.
İslam tarihi, fıkıh, hadis ve siyer (Peygamberimizin hayatını anlatan tarih dalı) ile biraz meşgul olan herkes bilir ki Hz. Peygamber, "teravih" adıyla anılan bu namazı bir-iki kez cemaatle kıldıktan sonra terk etmiş ve gerekçesini de şöyle açıklamıştır:
“Bunu devam ettirirsem ileride farz konumuna getirirler. İsteyen gitsin evinde kılsın!"
(İbn Hemmâm, 4/264-266)
Deyim yerinde ise, ümmeti adına korktuğu, ümmetinin başına gelmiştir.
Bugün bu namaz bir tür farz konumuna yükseltilmiş bulunuyor.
Peygamberimizin bu "cemaatle kılışı" terk etmesinden sonra bazıları yine cemaatle kılmaya devam etmiştir, ama onlar hiç değilse bunu evlerinde yapmışlardır. Bu uygulamaya bile karşı çıkılmıştır. Karşı çıkanların başında Hz. Ali'nin geldiğini görüyoruz.
Hz. Ali bu namazı bir "uydurma namaz" olarak anmaktadır,
(bk. Bakiri, 171).
Hz. Ömer'e atfedilen bir uygulama ile bu namaz camilerde kılınmaya başlandığında sahabîden büyük tepki gelmiştir.
Bu sahabîler, yatsı namazını kılar kılmaz evlerine dağılır, teravih bid'atına katılmazlardı,
(bk. Şâtıbî; Muvafakat, 3/60, 304)
Teravih bid'atı konusunda en güzel sözü araştırmacı Bâkırî söylemiştir: "Teravih, bid'atlardan biridir, dinle bu namaz arasında herhangi bir irtibat bulunamaz."(Bâkırî, 159)
İcat edilen namazlar arasında "kuşluk namazı" ve "evvabîn" adıyla anılanlar da vardır.
Kuşluk namazı ile ilgili olarak rivayet edilen hadislerin tümünün uydurma olduğunu Elbânî göstermektedir.
Evvabîn adlı namaz da sonradan uydurulmuştur,
(bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/212, 680-682)
Kaza namazlarından söz etmek veya namazların kazası olduğunu söylemek de namaz icat etme başlığı altında verilebilir.
Kur'an, namazın kazası olduğuna ilişkin hiçbir beyan taşımaz. Peygamberimizin böyle bir emri veya uygulaması olduğuna ilişkin güvenilir kayıtlar da yoktur.
Bu böyle olduğu içindir ki Hz. Peygamber, hayız halindeki kadınlara o halleri boyunca ibadet etmeme ruhsatını verirken onlara, kılmadığınız namazları sonradan kılmayın, ama tutmadığınız oruçları sonradan kaza edin buyurmuştur.
Çünkü o r u c u n kazası vardır, namazın yoktur.
Hz. Peygamber, Kur'an'ın getirdiği bu düzenlemenin dışına çıkmaz. (Namazın kazası eklemesinin din dışı olduğunu, bu dindışılığın, namaza başlamak isteyenleri ürkütüp engelleyeceğini anlatan fıkıh profesörü Yunus Vehbi Yavuz’un bir makalesi için bk. Kur'an Mesajı Dergisi, yıl: 1998, sayı: 6)
Ekleme namazlardan biri de istihare namazı diye bilinen namazdır.
Bu namaz, çözümünde zorlandığımız bir konuda Allah'ın bize rüyada yol göstermesi için kılınır.
Asırlardır kılınmaktadır, ama hiçbir yere gelinememiştir.
(İstihare ile ilgili hadis patentli sözlerin uydurma olduğunu Elbânî bize gösteriyor, bk. Elbânî; ez- Zaîfa, 2/78; 5/330-332)
* Namaz kılmayanlara yaptırım uygulamak:
Açık İslam dışılıklardan biri de budur.
Kur'an, namaz kılmayanlara en küçük bir yaptırım uygulamasından ima yoluyla bile söz etmemiştir.
Bunda şaşacak bir yön de yoktur. Çünkü ibadet bir iç hadise, bir gönül ve aşk olayıdır.
Yaratan ile yaratılan arası bir iç dünya ilişkisidir.
Böyle bir ilişkiyi maddesel yaptırıma bağlamak onun bütün ruhaniyetini, derinliğini siler ve onu her türlü riyakârlığa müsait bir "gösteri"ye dönüştürür.
Adam, yaptırımdan kurtulsun diye abdestsiz kılar, öfke ile, nefret ederek kılar.
Bu, ibadet olmaz, en iyi ihtimalle işkence olur.
Hatta riya karıştığı için şirk olabilir.
Allah, böyle bir sonuca vücut vermemek için namaz bahsinde hiçbir maddî yaptırım getirmemiştir.
Ama fakıhlar yaptırımın her türlüsünü kurala bağlamışlardır. Hatta bir kısmına göre, NAMAZ KILMAYANLARIN ÖLDÜRÜLMESİ GEREKİR.
Bu dayatmayı dinleştirmek için uydurulmuş bir hadise göre şu üç şeyi terk eden kâfirdir ve kanı helaldir:
- Kelime-i şehadeti getirmeyen yani İslam'ı kabul etmeyen,
- namaz kılmayan,
- oruç tutmayan.
(Eleştiri için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/211-212. Ayrıca bk. 1/175) Uydurmadaki tutarsızlığa bakın ki İslam dinini kabul etmemekle namaz kılmamayı, oruç tutmamayı aynı kefeye koyuyor.
Kaldı ki Kur'an, dine girmede bile özgürlük tanımıştır.
Dinin içinde baskı
uygulanmayacağı ise Bakara 256. ayette hükme bağlanmıştır.
Hadis bilgini E l b â n î , namaz kılmayanları kâfir ilan eden rivayetlerin tümünün uydurma olduğunu ispatlamakla kalmamış, tam aksini söyleyen hadislerin sağlamlığını da belgelemiştir.
Bu hadislere göre, e s a s dindışılık, namaz kılmayanları din dışı ilan etmektir, (bk. Elbânî; es-Sahîha, 6/640-41)
Klasik mezhepler içinde, namaz kılmayanlara sopa cezası, hapis yaptırımı öngörmeyeni hemen hemen yoktur.
Fakıhların tüm bu öneri ve uygulamaları din dışı, Kur'an dışıdır.
Doğrusu şudur:
Allah namazı kuluna emretmiş ama onu özgür iradesiyle başbaşa bırakmıştır.
Kul, Allah ile beraber olmayı namaz şeklinde yaşatmak istediği anda namaz kılar.
Kılmaz ise o onunla Allah arasındadır.
Bu konuda İslam'ın gerçek kabulünü Hz. Ali'nin şu sözlerinden daha güzel açıklayacak bir söz bulunamaz:
"Namazı gücünüz yettiği kadar kılın. Şu bir gerçek ki Allah namaz için kimseye azap etmeyecektir." (İbn Hemmâm, 3/78)
Bir, "Konuşan Kur'an" unvanlı Hz. Ali'nin sözüne, bir de fıkıh kitaplarında kurallaştırılanlara bakın!
Ve bu dinin ne hale getirilidiğini bir kez daha düşünün!
* Namazın Arapça dışında bir dille kılınamayacağını söylemek:
Muazzez İslam'ı bir ARAB-BEDEVİ dinine dönüştüren yanlışlıkların en önemlilerinden biri, ibadet dilinin Arapça olduğunu söylemek, özellikle namazın Arapça dışında bir dille kılınamayacağını iddia etmektir.
Bu, İslam'ın evrenselliğine bir darbe olduğu gibi, bir insanlık suçudur da...
Çünkü âlemlerin rabbi olan Allah'ı, örtülü bir biçimde, Arap olmayanların yakarışlarını kabul etmeyen bir kudrete dönüştürmektedir.
Her insan istediği dilde ibadet eder, bildiği dille namazını kılabilir.
Bunu engelleyen ne Kur'anî ne Muhammedi ne aklî ne fıkhî ne de tarihî bir gerekçe vardır.
Engel yapaydır ve İslam'ı Arap ideallerine hizmet aracı yapanlarla, bunların destekçisi "Arapçı ve Arapçacı sektör" tarafından icat edilmiştir.
(Bu konu, bizim "Yeniden Yapılanmak" adlı eserimizin Anadilde İbadet bölümünde ayrıntıları ve kaynaklarıyla ele alınmıştır.)
Herkesin kendi dilinde ibadet edip edemeyeceği sorusuna cevap aramak bir "reform" konusu değildir.
Bırakın reformu, bu konuda bir içtihada bile gerek yoktur.
Çünkü İslam fıkıh mirası içinde bu sorunun cevabı son derece açık olarak yüzyıllar öncesinden verilmiştir ve şudur:
Her Müslüman, istiyor ve gerekli görüyorsa Kur'an'ın herhangi bir dildeki tercümesiyle namazını kılabilir.
Dahası var:
Bu sorunun cevabı bizzat muazzez Resul tarafından çok daha özgür bir ortam yaratacak biçimde verilmiştir ve o cevabın özeti şudur:
Herkes kendi dilinde ve kendi içinden gelenleri okuyarak namazını kılabilir, Kur'an'dan bir bölüm okuması şartı yoktur.
Kur'an'ın hiçbir yerinde, namazda Kur'an'ın belli bir bölümünün veya ayetinin okunması gerektiğine ilişkin bir beyan yoktur.
Müzzemmil Suresi 20. ayetteki: "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" emri namaz kaydına bağlanmamıştır, mutlak ve bağımsız bir emirdir.
Dahası bu emir, aynı surenin başında geçen ve namazdan önce buyruklaştırılan "Kur'an oku!" tanrısal fermanının bir açıklanışıdır. Müzzemmil 20, aynı surenin başındaki "Kur'an oku" emrinin icra şeklini gösteren bir emirdir; namazla bir ilgisi yoktur.
Arapçılık ve Arapçacılık pazarı çeşitli entellektüel oyunlar sergileyerek bu ayetteki emri "namazda Kur'an oku" şekline dönüştürmektedir.
Açık bir yalandır, bir saptırmadır.
Doğrusu şudur:
Namazda Kur'an'dan bir bölümün, en azından Fatiha Suresi'nin okunması gerektiğine ilişkin kural sünnet kaynaklıdır.
Hz. Peygamber, Kur'an'ın toplum bünyesinde yaygınlaşması için namazı değerlendirmiş, müminlerin namazda yapacakları duaları Kur'an'dan seçmelerine öncülük etmiştir.
Ancak, Kur'an ezberleyemeyeceğini arz edenlere de içlerinden gelen yakarışlarla namaz kılabileceklerini bildirmiştir.
İşte bizim için gerekli olan burasıdır. Yoksa biz, Arapça bilen ve ibadetini o dille yapanları başka bir dille namaz kılmaya yöneltmek gibi bir dayatmayı savunuyor değiliz.
Esasen bu nokta, başlangıçtan beri birçok büyük müçtehit tarafından fark edilmiş ve namazda Kur'an'dan bir parça okumanın farz olmadığı hükme bağlanmıştır.
Hatta fıkhın büyük ekollerinden biri olan Şafiî mezhebi, namazda Fâtiha'yı özgün metninden iyice okuyamayanların Fatiha yerine, içlerinden gelen başka yakarış cümlelerini okuyarak namazlarını kılabileceklerini hükme bağlamıştır. Büyük Hanefî ekole göre de kıraat (namazda Kur'an'dan bir bölümün okunması), namazın aslî rükünlerinden (temel
dayanaklarından) değil, zaid (ilave) rükünlerdendir.
Bunun anlamı şudur:
“Namazda Fâtiha'nın okunması farzdır" şeklindeki ilmihal tespiti, aksini yapmak haramdır anlamına gelmez, fıkıh disiplini anlamında farz demek olur.
Kur'an, ne dediğini anlamayacak durumda olanların namaz kılmalarını açıkça yasaklamıştır, (bk. Nisa, 43)
Ayrıca, namazından gafil olanlar ağır bir biçimde kınanmıştır,
(bk. Mâûn Suresi).
Namazın ruhu huşudur.
Anlamını bilmediği sözcükleri telâffuz eden kişinin huşûu olabileceğinden söz etmekse anlamsızdır.
Ne dediğini anlamamanın görünümlerinden biri de, bilmediği bir dildeki metni okumaktır.
Ve bu, huşûu elde edememenin de bir ifadesidir.
Kur'an'ın tercümesi ile namaz kılınabileceğine ilişkin ilk uygulamalı fetva, sünnet kaynaklıdır.
Bu konuda ilk uygulama, büyük sahabî Selman Fârisî’nin (ölm. 36/656) İranlılara verdiği fetva ile başlamıştır.
İranlı Müslümanlar, Arapça bilmediklerini, namazda Fatiha'yı Farsça tercümesinden okuyarak namaz kılmak istediklerini, bunun mümkün olup olmadığını ırkdaşları ve dindaşları Selman'a sordular.
Selman da durumu Hz. Peygamber'e iletti ve onun onayını aldıktan sonra Fatiha'yı Farsça'ya çevrirek İranlılara verdi.
Büyük Hanefî fakıhı Serahsî ( ö l m . 483/1090), eseri el-Mebsût'ta bu olayı anlatmakta ve Selman'ın Fatiha çevirisininin Farsça metnini vermektedir.
Selman eliyle gerçekleştirilen bu Asrısaadet uygulaması, namazını Kur'an'dan ayetler okuyarak kılmak isteyenlere bir çözüm getirmektedir.
Demek olur ki, namazını kendi dilinde dualarla kılmak isteyenler için İslam'ın verdiği iki açık ve net imkân vardır:
1. Kur'an'ın, kendi dillerindeki çevirisinden ayetler, özellikle Fatiha Suresi'ni okumak,
2. Kur'an'dan bir şey okumak yerine kendi seçtiği başka yakarış cümleleriyle namaz kılmak.
* Namazların birleştirilmesine ilişkin mütevâtır sünneti inkâr etmek veya halktan saklamak:
Namazların birleştirilmesiyle ilgili çok sıcak ve uzun tartışmalar yaşandığını, bizim düşünce ve iman mücadelemizi izleyenler iyi bilirler. (Bilmeyenlere veya bir kez daha anımsamak isteyenlere, "Kur'an Uyarıyor" adlı eserimizin 51-68 sayfaları arasını okumalarını öneriyoruz.)
Bu tartışmalar, bir mütevâtır sünnet olan namazların cem'ini bir köşe yazımızla gündeme getirdiğimizde: "Namazları üçe indiriyor, İslam'da namazların birleştirilmesi diye bir şey yoktur, Peygamber'in hayatında böyle bir uygulama yoktur, bu bir Kızılbaş-Rafızî yöntemidir" diye sokaklara fırlayıp halkı bizim aleyhimize kışkırtan din tüccarı, iftiracı yobazların fesatlarıyla başlamıştı.
Bu kampanyaya, ülkenin anayasal din kurumu olan D i y a n e t İşleri ile bazı parlamento mensuplarının katılması ise ayrı bir üzüntü ve ibret konusudur.
Bunun üzerine biz, hizmetlerini her zaman şükranla anacağımız tarafsız basın organlarıyla, özellikle o günlerde yazarı olduğumuz Hürriyet Gazetesi sayfalarıyla halka sürekli bilgiler verip bizi ilk günden beri bağrına basan milletimize gerçeği ve oynanan oyunu anlattık.
Ve namazların birleştirilmesi uygulaması ülkemizde ve halkımızın yaşadığı Avrupa ülkelerinde hayata geçti.
Biz buna sebep olduğumuz için her gün alnını bu sayede secdeye koyan veya daha çok secdeye koyma imkânı bulan binlerce insandan dua alıyoruz.
Gelelim işin esasına:
Namaz vakitlerinin 5 oluşu sünnetle belirlenmiştir,
Kur'an kaynaklı değildir.
Kur'an'da adı geçen namazlar 3 tanedir.
Hz. Peygamber'in namaz bahsindeki müekked (pekiştirilmiş, devamlı) sünneti işte bu namazı 5 vakit olarak kılmasıdır.
Ancak Hz. Peygamber bu sünnetini, namazları üç vakitte toplamak şeklinde de uygulamıştır.
Bu uygulamaya "cem'-i salât: namazların birleştirilmesi" denmektedir.
Bu birleştirmenin şekli şöyledir:
1. Öğle ile ikindi, bunlardan birinin vaktinde toplanarak (normal hallerde dörder rekât, yolculuk halinde ikişer rekât olmak üzere) sırasıyla kılınır.
Yani önce öğle, sonra da ikindi... Toplama, öğlen vaktinde yapılırsa buna "cem'i takdim: öne alarak birleştirme" denir.
Toplama, ikindinin vaktinde yapılırsa buna "cem'-i tehir: son raki zamana alarak toplama" denir. 2. Akşam ile yatsı bunlardan birinin vaktinde toplanır ve yine sıraya uyularak kılınır.
Yani önce akşam, sonra yatsı... Toplama, akşamın vaktinde yapılırsa buna "cem'-i takdim", yatsının vakti içinde yapılırsa buna "cem'-i tehir" denir.
İster takdim cem'i yapılsın, isterse tehir cem'i, birleştirilen namazlar normal sıra bozulmadan kılınır.
Sabah namazı birleşmeye girmez, ikindi ile akşam da kendi aralarında cem edilerek kılınamaz.
Kaynakların beyanına göre, Hz. Peygamber bu birleştirme uygulamasını ümmetine kolaylık olsun diye yapmıştır.
Bunun sadece sefer hallerinde yapıldığı yolundaki sözler tamamen asılsızdır.
Hz. Peygamber, bunu en rahat zamanlarında da yapmıştır.
Demek olur ki bu, kişinin kendi içinde buna ihtiyaç duymasına bağlıdır.
Bu bir ruhsattır, isteyen kullanır, istemeyen kullanmaz.
Mezheblerin bir kısmı (örneğin Hanefîler) bunu sadece Hac mevsiminde Arafat ve Müzdelife'de uygulamakta, diğer zamanlarda devre dışı tutmaktadır.
Ancak unutmamak gerekir ki Arafat ve Müzdelife'de cem, bir ruhsat değil, bir azimettir, yani mecburiyet; o günlerde oralarda herkes cem ile namaz kılar.
Diğer hallerde ise ruhsattır,
(bk. Şâtıbî; Muvafakat, 1/310-312)
Bazı mezhepler cem'i, "meşakkatin yani zorluk ve sıkıntının varlığı halinde uygulanabilir kabul ederler. Bazıları ise yolculuk halini gerekçe sayarlar.
Bu onların kendi içtihatlarıdır. Söylediğimiz gibi, cem bir ruhsattır, bu ruhsatı ne ölçüde, ne kadar kullanacağına herkesin kendisi karar verir.
Yani mezheplerin ve fakıhların bu konudaki kabulleri kendilerini bağlar.
Bize lâzım olan, Hz. Peygamber'in cem'i nasıl uyguladığıdır.
Ve onu açık bir biçimde bilmekteyiz:
Hz. Peygamber'in yolculuk hallerinde birleştirmeyi uyguladığı tartışmasızdır,
(bk. İbn Hem mâm, 2/543-554) Hazar (ikamet yerinde olma hali) durumuna gelince: Hz. Resul bu durumda da cem ederek namaz kılmıştır. "Peygamberimizin Hazar Halin de Namazları Cem'i" ne ilişkin bilgiler hemen tüm hadis kaynaklarında vardır. Bu bilgiler kimilerinde "Namazların Cem'i" başlığıyla, kimilerinde "Namazların Yolculuk Halinde Cem'i" başlığıyla, kimilerinde ise ilk iki başlığa ilaveten "Namazların Hazar Halinde Cem'i" başlığı altında verilmektedir. Örneğin İmamı Mâlik'in Muvâtta'ında şu başlık vardır: "iki Namazın Hazarda ve Seferde Birleştirilmesine İlişkin Bölüm" (bk. Muvâtta', 1/143-145) Nesaî, bu konuda tam 8 bab açmıştır. Bunların biri şu adı taşıyor: "Hazarda İki Namazın Birleştirilmesi"
(bk. Nesaî, 1/229-235)
Biz, aynı başlık altında verilen bilgileri ilk büyük kaynaklardan, İbn Hemmâm’dan özetleyelim:
"İbn Abbas demiştir ki Resul, Medine'de, yolculuk ve yağmur gibi bir mazeret olmaksızın da öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem' etmiştir."
İbn Abbas'a: "Hz. Peygamber bunu, hiçbir sebep yokken neden yapmıştır?" diye sorulduğunda o şu cevabı vermiştir:
“Bunu, ümmetine bir genişlik, bir kolaylık olsun diye yapardı."
Aynı İbn Abbas şunu da söylüyor: "Ben Medine'de Hz. Peygamber'in cemaati olarak öğle ile ikindiyi cem ederek 8 rekât, akşam ile yatsıyı cem ederek 7 rekât halinde kılmışımdır."
(bk. İbn Hemmâm, 2/ 555-557)
İbn Abbas'ın bu sözünden anlaşılmaktadır ki H z . Resul cem etmeyi, sadece münferiden (tek başına) kıldığı namazlar için uygulamakla kalmamış, cemaatle kıldığı namazlarda da uygulamıştır. Hatta bazan Cuma namazı ile ikindiyi, akşamın girmekte olduğu geç vakitte birleştirdiği de oluyordu.
Bu demektir ki birleştirme, Hz. Peygamber'in hayatında öyle çok nadir, çok bireysel değildi; sıkça ve toplu halde de uygulanan bir namaz kılış şekliydi.
Cem'e en çok ihtiyaç duyulan zaman şimdiki zamandır.
Hayatın zorluğu, çalışma şartlarının karmaşıklığı, birleştirmeyi bir büyük lütuf ve kolaylık olarak Müslüman'ın karşısına çıkarmakta, onu rahatlatmaktadır.
Hal böyle iken birileri çıkıp birleştirmeyi ya inkâr ediyor, yahut da "Halka açmayın, kötüye kullanırlar" diyerek dinin rahmetine ambargo koyuyor.
NAMAZIN ŞEKLİNE İLİŞKİN SAPMALAR
Namazın sadece rekât sayısında, türlerinde değil yerine getiriliş şeklinde de çok büyük kaydırmalar, saptırmalar yapılmıştır.
Önce şunu hatırlayalım:
ibadet alanı (taabbudî alan), muamelât (medenî hukuk alanı) ve ukûbât (ceza hukuku) alanının aksine içtihat alanı değildir.
Bu alanda, Hz. Peygamber ne göstermişse yapısı ve şekliyle o aynen korunur.
Ne ekleme yapılır, ne eksiltme.
Hz. Peygamber bu gerçeği göstermek için buyurmuştur ki: "Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız siz de aynen öyle kılın."
Ama hiçbir zaman ben nasıl yemek yiyorsam siz de öyle yiyin, ben nasıl oturup kalkıyorsam siz de öyle oturup kalkın, ben nasıl elbise giyiyorsam siz de aynen öyle giyin dememiştir. Ben çarşı-pazarı nasıl düzenliyorsam siz de öyle düzenleyin, ben bağ-bahçe işlerini nasıl yapıyorsam siz de öyle yapın da dememiştir.
Çünkü bu son iki alanın biri âdetlere, ikincisi muamelat denen ve değişken alanlar olan hukuk ve sosyolojiye ilişkindir.
Toplumlar, yeni ihtiyaçlara ve şartlara göre o alanları
yeni içtihatlarla düzenleyeceklerdir.
Şu halde ibadetler, o arada namaz, Peygamberimiz tarafından nasıl yerine getirilmişse (yapı, sayı ve şekil olarak) her devir ve mekânda herkes tarafından aynen öyle yerine getirilecektir.
Şu veya bu niyetle, şu veya bu gerekçe gösterilerek ibadet alanında en küçük bir eksiltme veya artırma yapılamaz.
Sahabî neslinin Resul uygulamasından sapmaya ilişkin ilk şikâyetleri arasında namazla ilgili olanlar dikkat çekmektedir.
Bir örnek olarak, Peygamberimizin hizmetinde olmakla ünlenmiş sahabî Enes b. Mâlik'in şu sözünü verelim.
Enes (ölm. 90/708), bir gün ağlayarak şöyle demiştir: "Resul'den öğrendiklerimiz içinde bozulmadan duran tek şey namazdı; onu da tanınmaz hale getirdiler."
(bk. Turtûşî, 112-113)
Namazın şekline (yerine getiriliş biçimine) ilişkin bid'atlar ve saptırmalardan bazı örnekler verelim:
* Ağırlaştırılmış setr-i avret şartı:
Bu şartın kadınlarca uyulması gereken kısmı üzerinde ittifak vardır. Bu ittifaka göre, kadının ayakları, elleri ve yüzü hariç olmak üzere tüm vücudu avrettir ve namaz kılma sırasında mutlaka örtülmelidir.
Aksi halde namaz geçerli olmaz.
Ö r t ü n m e ili ilgili görüşümüz ne olursa olsun, şunu inkâr edemeyiz:
- Örtünme insanlar içindir.
- Hiç kimse Allah'tan saklanmak için örtünemez.
O halde mümin kadının namazda örtünmesi, ancak namaz sırasında yanında erkeklerin bulunması veya görünebileceği yerden erkeklerin geçme ihtimalinin olması halinde gerekli olur.
Bu da namazın geçerliliği için değil, örtünme gerekli olduğu içindir. Böyle durumlarda Müslüman hanım, örtünme kavramından ne anlıyorsa ona göre örtünecektir.
İslam'ın bir örtünme emri vardır ama namaz için ayrı bir örtünme söz konusu değildir.
Geleneksel fıkıh bu noktada garip bir çelişki içindedir:
Bir yandan setr-i avreti namazın şartlarından biri olarak göstermekte, öte yandan, köle ve cariye kadınların namazda başlarını, hatta göğüslerini örtmelerine bile izin vermemektedir. Peki, bu ikisi nasıl bir arada olabiliyor?
Yani setr-i avret, eller ve yüz dışındaki bölgelerin kapatılması ise ve bu, namazın da şartı ise köle ve cariye Müslüman kadınlar bu şarta uymadan nasıl namaz kılabiliyorlar?
Namazın iki insan kategorisi için iki şeklinin mevcut olduğu vahyin hangi beyanına dayandırılmaktadır?
Böyle bir beyan yok da bu sadece bir toplumsal konum belirleyici ise hür kadınların başlarını-saçlarını örtmeleri nasıl "din" oluyor?
Eğer bu din ise cariye ve köleler örtünmeden nasıl namaz kılabiliyor?
Dahası, bu setr-i avret ve örtünme anlayışına dayanarak hür-köle ayrımının kalmadığı günümüz toplumlarında kadınların örtünmesinin dinsel dayanağı kalmıştır denebilir mi?
Geleneksel fıkhın bunlara vereceği tek cevap vardır:
“Ulema öyle buyurmuştur, müfta bih kavil (fetva ya esas alman söz) budur!"
Namazda setr-i avretin gerekliliği hususunda icma' vardır yolundaki beyan da doğru değildir.
Mâlikîlerin bir kısmına göre, kadın, namazını evde kılıyor ve onu kimse görmüyorsa setr-i avret farz değildir.
İmamı Mâlik'e göre ise setr-i avret namazın her hal ve şartta sadece sünnetlerindendir.
(bk. İbnü'l-Arabî; Şerhu't- Tirmızî, 2/136; Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 173)
Namaz için özel elbiseler hazırlamak da kötü bir bid'attır. Ayrıca dine israf sokmak, ibadeti gereksiz harcamalara sebep haline getirmektir.
Unutulmasın ki tevhidin çekirdek nesli sahabîlerin büyük
çoğunluğunun birer giysisi vardı.
Bu giysi ile hem dolaşır hem namaz kılar, hatta hem de yatağa girerlerdi,
(bk. İbn Hemmâm, 1/366-368) Şunu da ekleyelim:
Sahabîlerin namazlarını kıldıkları giysiler çoğu kez cinsel organ bölgelerini bile tam örtmüyordu. Onların öyle kat-kat burmalı giysileri yoktu.
Çoğu kez, namaz kılmakta olanlar birbirlerinin ayıp yerlerini görüyorlardı.
Bunun böyle olması, o yerlerin açılabileceğini elbette göstermez, ama namaz kılmış olmak için öyle kat-kat, milimetrik açıklıkları bile hesaplayacak şekilde giymenin şart olmadığını gösterir.
Tam bu noktada, hadis-fıkıh ikilisinin ilk ve en büyük kaynaklarından biri olan İbn Hemmâm’ın (ölm. 211/826) eseri el-Musannef'teki "Çıplak Kişinin Namazı" adlı bölümden birkaç satır vermek istiyoruz:
"Kişi, denizden-nehirden çıplak çıkmışsa namazını oturarak kılar... Sudan çıkanlar bir grupsa içlerinden giyili olan biri imamlık eder.
İmamlık eden de çıplaksa o zaman imam onlarla aynı safta durur ve namazı ima ile kıldırır; cemaat olanlar ise oturarak kılarlar...
İbn Abbas'a göre de gemideki kişi ve çıplak kişi namazını oturarak kılar...
Hz. Ali'ye, "Çıplak kişi nasıl namaz kılar?" diye sordular;
Ali şu cevabı verdi:
“Eğer insanların göreceği bir yerde kılıyorsa oturarak kılar; yok eğer kimsenin görmeyeceği bir yerde kılıyorsa ayakta kılar."
(İbn Hemmâm, 2/583-584)
Tüm bunlar gösteriyor ki namazda da olsa, örtünme insanlar içindir. Eğer birilerinin görmesi söz konusu değilse kişi istediği kıyafetle, hatta istiyorsa çıplak bile namaz kılabilir. Çünkü Allah için biz, ne giyersek giyelim zaten anadan üryan durum dayız.
O halde ilmihallerin, namazda setr-i avret bahsinde şu iki durumu birbirinden ayırmaları gerekiyor:
- Hiç kimsenin görmeyeceği yerde namaz kılma hali ile,
- başkalarının göreceği yerde namaz kılma hali..
- Bunlar ayrı ayrı düzenlemeyi gerekli kılmaktadır.
* Ayakkabı ile namaz kılmayı yasaklamak:
Namazın çıplak ayakla veya sadece çorapla kılınabileceğini söylemek de bir bid'attır, Asrısaadet uygulamalarına terstir. Hz. Peygamber ve ashabı, dışarda giydikleri ayakkabılarıyla namaz kılıyorlardı.
Bu bilgileri veren kaynaklar, ayakkabı yerine "na'l" ve "huff" kelimelerini kullanırlar.
Bu iki giysinin birincisi tokalı yazlık ayakkabı, ikincisi her tarafı kapalı deri ayakkabıdır.
Hz. Resul ve sahabîler bu iki ayakkabı üzerine abdestte mesh etmiş ve bunları çıkarmadan namazlarını kılmışlardır.
Sonraki eklemeci zihniyetler tokalı ayakkabıyı devreden tamamen çıkarmış, huff denen ayakkabıyı da çorap hükmüne sokmuştur. Tamamen bilim ve tarih dışıdır, saptırmadır, tahriftir, dayatmacılıktır.
Şimdi gerçeği veren kaynaklardan birini, ünlü Buharî'den tam 45 yıl önce vefat etmiş dev bir muhaddis-fakıh olan İbn Hemmâm'ı dinleyelim:
Tâbiûn kuşağından Abdullah b. eş-Şıhhîr babasından naklen şunu söylüyor:" H z. Peygamber'in, tokalı ayakkabılarıyla kıldığını görürdüm."
Ünlü müfessir-fakıh Ata b. Ebi Rebâh 115/733)a sordular:
“Kişi, tokalı ayakkabılarıyla namaz kılabilir mi?"
Cevap verdi: "Evet, kılabilir. Peygamberimizin de aynı şekilde namaz kıldığını öğrenmiş bulunuyoruz.
Hatta Peygamberimizin huff (her yanı kapalı ayakkabı) ile namaz kılmakta olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz.
"İbn Abbas da tokalı ayakkabılarıyla namaz kılardı."
Irak fıkıh ekolünün babası olan "İbrahim en-Nehaî de tokalı ayakkabılarıyla namaz kılardı."
Ünlü fakıh-muhaddis "Vehb b. Münebbih (ölm. 110/728)de tokalı ayakkabılarıyla namaz kılardı."
"Sahabîlerden Hakem b. Uteybe diyor ki:
“Hz. Peygamber, ashabı ile namaz kıldığı bir gün ayakkabılarını çıkarmıştı; sahabîler de ona bakarak ayakkabılarını çıkarmışlardı. Namazdan sonra Resul onlara sordu: 'Hayrola, ayakkabılarınızı hep birlikte neden çıkardınız?'
Onlar dediler ki: 'Sen çıkardın diye biz de çıkardık.'
Resul buyurdu ki: 'Şart değil, isteyen ayakkabısını çıkarır kılar, isteyen çıkarmadan kılar."
(bk. İbn Hemmâm, 1/384-387).
Düşünülsün ki bütün bunların olup durduğu yer dünyanın en sıcak bölgelerinden biridir ve hayat o gün çok sadeydi.
O günün dünyasında kullanılan bu imkâna bu günkü karmaşık, zor hayat şartlarında ve ayakkabı çıkarmanın gerçekten sorun olacağı soğuk bölgelerde bile izin vermeyen zihniyetler vardır.
Bunun din adına kabulü mümkün değildir.
Sıkıntılar büyüdükçe imkânların genişletilmesi gerekirken, imkânlar zorlaştıkça sıkıntıları büyütenler, "yaratılış ve kolaylık dini" olan İslam'ı yaşanamaz hale sokmanın ötesinde bir şey yapmıyorlar.
Hem de asırlardan beri...
CAMİ İÇİNDE SERGİLENEN BİD'ATLAR
Sadece çok dikkat çekenlerini vereceğiz:
* Müezzinlik adı altında birtakım merasimlerin eklenmesi:
Bu merasimlerin ezan ve kamet dışındakileri bid'attır. İhlas okuma, salâtü selam getirme, Bilali Habeşî vs. için Fatiha okunmasını isteme, hasbünallah çekme, namaz sonunda imamın dua edip cemaatin amin demesi
(bk. Şâtıbî; Muvafakat, 1/349 vd.),
Cuma günleri ikinci bir ezanın okunması, hutbenin Cuma namazından önce okunması, cami içinde ne sebeple olursa olsun para toplanması, cami içinde dernek, vakıf vs. kurumların övülmesi, cami içine farz namaz dışında namaz sokulması, cami içine namaz dışında merasimlerin (mevlid, tesbih, tarîkat zikri vs.) sokulması, hutbelerin minber denen merdivenli yüksek yerlerde okunması, hutbelerin cemaatin anlamayacağı dilde okunması, hutbelerde öğüt olarak Kur'an dışında sözlerin okunması, cami içine tesbih, levha, tarîkat şeceresi, sahabî vs. adları sokulup yazılması, cami içine "sakal-ı şerîf" adı altında bir takım kılların, "hırka-ı şerîf adı altında hatıra eşyanın sokulması.
* Bir mezhebin namaz kılış şeklini İslam'ın tek namaz kılış şekli olarak sunmak:
Böyle bir kabul ilk anda bid'attır. Böyle olmadığının hatırlatılmasından sonra bu kabulde ısrar edilirse durum bid'at olmaktan çıkıp küfre ve şirke doğru kayar.
Çünkü bir mezhebin yorumlarını İslam ile eşitlemek, İslam adı altında ikinci bir din oluşturmak anlamına gelir.
Mezheblerin her biri, İslam'ın bir bakış açısına göre yorumlanışıdır. Yorum beşerî bir kurumdur.
Din ise bu yorumlara vücut veren evrensel nasların kümelendiği tanrısal kurum ve kaynaktır.
Hz. Peygamber, aldığı vahyi yaşayıp insan hayatına mâl ederken dinin evrenselliğine uygun bir biçimde, çeşitli kabul ve kanaatlere, değişik iklim ve şartlara göre yaşanabilir bir din algılanışına imkân sağlayacak esnekliklere kaynaklık etmiştir.
Dini yaşama durumunda olan çok farklı iklim ve kişilerin her biri onun esnek uygulamalarında kendisine bir örnek bulur.
Bu onun peygamberliğinin, özellikle son peygamber oluşunun zorunlu bir sonucudur.
Onun bu esneklik dolu uygulamalarının herhangi birini alarak "İşte din budur" demek dinin yaşanabilirliğini yok etmek olur. Oluşum devri mezheb imamlarının yorum yaparken böyle bir niyet ve davranış içinde olduklarını sanmıyoruz, ama sonraki devirlerin taklitçi-hazırcı, sığ fıkıhçılarıyla onları tabulaştıran cahil kitlelerin bu hatayı işledikleri kuşkusuzdur.
Sonucun ne olduğunu, bahsimiz olan namazla ilgili örnekler vererek gösterelim:
Bugün her mezhebin ilmihali bir namaz anlatmakta ve sonunda şunu söylemektedir:
İşte sünnete uygun namaz şekli budur.
O şeklin çok dışında bir namaz kılma biçimi kabul eden bir başka mezheb ilmihali de namazı kendi anlayışına göre anlattıktan sonra aynı sözleri söylemektedir.
Akıl ölçüleriyle baktığımızda ortada üç ihtimal vardır:
1. Bunların hepsinin söylediği yanlıştır: Bu ihtimal geçerli olamaz, çünkü bunların söylediklerinin büyük kısmı doğrudur.
2. Bunların sadece birinin söylediği doğrudur: O taktirde diğerleri İslam içi olma niteliğini yitirir. Böyle bir kabul hem aklen ve ilmen doğru olmaz; hem de o mezhebleri kötü niyetli ilan etmek olur.
3. Bunların söyledikleri; dinin kişilere, zamana, zemine, şartlara göre değişik uygulama biçimleridir ve bu mantık içinde hepsi doğrudur.
Hz. Peygamber'in uygulamaları, Kur'an'ın evrenselliği dikkate alındığında, bu üç ihtimalin sonuncusu geçerlidir.
Yani mezheblerin kabulleri, Peygamberimizin bir konuda değişik zamanlardaki değişik şartlara ve ihtiyaçlara göre vücut verdiği uygulamalardır.
O uygulamaların hangisi kimin şartlarına ve ruh haline uyuyorsa o kişi veya çevre onu tercih eder.
Bu tercih yüzünden itham, kavga, çekişme olmamalıdır.
Çünkü bu tercih din değil, dinin verdiği imkânlar kullanılarak yaratılmış bir esneklikten yararlanmadır.
Mezhebler işte bu imkânların fark edilmesi ve yaşanması için var olması gerekirken, ne yazık ki, bağnazlık ve ilkelliklerin itişiyle imkânları daraltmanın baskı kurumları haline getirildiler.
Canlı örnekler verelim.
Hz. Peygamber, namazlarında kıyamda (ayakta) iken ellerini bazan önden birbiri üstüne koyarak tutmuştur (el bağlamak), bazan iki yanına salıvererek tutmuştur.
Bu demektir ki kişi, kendi ruh hali ve beden imkânını değerlendirerek kıyam anında ellerini isterse bağlayacak, isterse iki yana salıverecektir.
Gerçek bir fakıha düşen (büyük imam İbn-ül Kayyım el-Cevziyye'nin yaptığı gibi), Resul'ün kıyamda bu iki şekli de kullandığını söyleyip tercihi kişinin kendine bırakmaktır.
Ne yazık ki böyle yapılmamıştır. Örneğimize dönersek, bazı mezheblerde ellerin kıyam halinde iken önden bağlanması gerekli gösterilmiş, bazılarında ise tam aksine, kıyam halinde ellerin yanlara salınması gerektiği belirtilmiştir.
Şimdi bunların hangisini yapan gerçek namazı kılmış olur?
Her mezheb, "Bizim gösterdiğimizi yapan" diye cevap vermektedir. Oysaki ikisini yapanın da namazı geçerlidir.
Eksik olan, biraz önce işaret ettiğmiz açıklamanın yapılmamış olmasıdır.
Kısacası, namazda kıyam halinde eller bağlanabilir de, yanlara salınabilir de...
(bk. İbn Hemmâm, 2/276-277).
Bir başka örnek:
Namaza başlarken (iftitah tekbirinden: Allahu Ekber diyerek elleri kaldırıp indirdikten sonra) Sübhâneke duasının okunmasını esas alan mezhebler olduğu gibi, okunmasını mekruh gören mezhebler de vardır.
Ortada çelişki var.
Namazda Allah'ı tesbih etmek, ona hamd etmek, şükürde bulunmak vardır, ama bunun şu veya bu metinle yapılması gerekmemektedir, isteyen istediği bir tesbih ve hamd metnini okuyabilir.
Bu, Sübhâneke duası olabileceği gibi, kişinin o anda içinden gelen yepyeni bir dua da olabilir.
Nitekim, Hz. Peygamber ve arkadaşları Sübhâneke yerine çok değişik dualar okuyarak da namaz kılmışlardır,
(bk. İbn Hemmâm, 2/71-82).
Kişi böyle bir dua okumadan doğrudan doğruya Fâtiha'yı okuyarak da namazını kılabilir.
Fakıhın yapacağı, işte bütün bunları söyleyip tercihi kişiye bırakmaktır. Ne yazık bunun tam tersi yapılıyor: İlmihale "şurada Sübhâneke okunacak" diye yazıp Müslüman'ın elini-kolunu bağlıyorlar.
Samimi ama bilgisiz kişi de bunun Allah'ın emri olduğunu sanıp namazını ona göre kılıyor.
Hem kendine zahmet veriyor, hem dinin yozlaşmasına yol açıyor.
Fatihanın okunma şekli mezhebler arasında bir yığın çekişmeye sebep olmuştur.
Sesli mi okunacak, sessiz mi, imama uyan okuyacak mı, okumayacak mı? Fâtiha'ya başlarken besmele çekilecek mi, çekilmeyecek mi? Çekilecekse sessiz mi çekilecek, sesli mi?
Bu tartışmalarla sayfalar doldurulmuştur.
Oysa ki iş son derece basittir: İsteyen öyle okusun, isteyen böyle. İmama uyan kişi isterse Fâtiha'yı içinden okusun, isterse okumasın... Kur'an'ın istediği, okuyanın sesini ayarlamasıdır:
“Namazında sesini yükseltme, kısma da. İkisi arasında bir yol tut!" (İsra, 110)
Asrısaadet'te, rükû sırasında "sübhâne rabbiyel azîm: o büyük rabbimi tespih ederim", secde sırasında "sübhane rabbiyel a'lâ: o yüce rabbimi tesbih ederim" yerine başka cümleler de söylenirdi,
(bk. İbn Hemmâm, 2/155-164) İlmihaller bunları da vermemekte, o iki cümleyi Allah'ın emri gibi kayda geçirmektedir.
Oysaki namaz kılan kişi, namazının rükû ve secdesinde, Allah'ı yücelten veya O'na sevgisini ifade eden başka sözcükler kullansa namazı geçerli olur.
Namazların şekline ilişkin eklemeler listesine şunu da koyabiliriz:
Resim ve heykelin bulunduğu yerde namaz kılınmayacağma ilişkin iddia da namazın şekliyle ilgili bir uydurma olarak kabul edilebilir.
Elbette ki, resim ve heykel, TAPMA/TAPINMA ARACI olarak bulunduruluyorda, o yerde namaz kılınmaz.
Böyle bir amacı olmayan resim ve heykellerin bulunduğu yerde namaz kılmanın İslam'a aykırı hiçbir yanı yoktur.
Hasan el-Basrî (ölm. 110/728) resim ve heykelin "ta'zîm" (yüceltme, tapma) makamında olmadığı zaman namaza zarar vermediğini fetvaya bağlamıştır.
Bunun içindir ki Hasan el-Basrî'ye göre, kilisede kılınan namaz geçerlidir,
(bk. Kal'- aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 2/594/596)
* Sarıklı namaz kılmanın sevabı artıracağını söylemek:
Arap örflerini dinleştirmek isteyenlerin uydurmalarından biri de budur.
İslam'ın evrenselliğine tamamen aykırı bu iddia, bazı uydurma hadislerle dinleştirilmiştir.
Bu uydurmalar dikkate alınırsa namazda başa sarık saranlar cenneti garantilemiş olmaktadır. (Bu anlamdaki uydurmalardan bazıları için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/249-253,292; 3/362-363).
* Namazlardan sonra tesbih diye bilinen âletle sayı tutturmak:
Budizm'in, dikkati bir noktada toplamak için kullandığı bu tesbihler bizim kültürümüzün bir parçası haline getirilmekle kalmamış, din hayatımızın da bir parçası yapılmıştır.
Hz. Peygamber'in ve sahabî neslinin hayatında namazın içinde veya dışında tesbih çekme diye bir şey yoktur.
Sonraki zamanlarda Hind sistemlerinden tarikatlar yoluyla giren bu tesbih çekme bid'atı giderek namazın bir parçası yapılmış ve camiler bu Budist aletiyle doldurulmuştur.
Muhaddis-bilgin Elbânî, bu tesbih âletinin bid'atlığını sayfalarca anlatmaktadır.
O sayfalardan anlıyoruz ki bu bid'at, ilk zamanlarda taşla sayı tutturmak şeklinde görüldü..
Önce bunu tutturmak için bir hadis uydurdular.
Buna göre, Hz. Peygamber, tesbihlerininin sayısını unutmamak için gûyâ taşları kullanmış.,
(bk. Elbânî; ez-Zaî fa, 3/47)
Taşla sayı tutturmayı âdetleştirmeye kalkanlara, sahabîlerin en fakıhlarından biri olan İbn Mes'ud (ölm. 32/652) şöyle diyordu:
“Zulümleşmiş bir bid'ata daldınız!"
(bk. Elbânî, aynı eser, 1/186)
Taşla sayma bid'ati daha sonra Budist âleti tesbihlerin kullanımına dönüştürüldü.
Bu aşamada Budist âletini kutsallaştıran uydurmalar görülmeye başlandı.
(Bir tanesi için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/184)
İşin esası şudur:
Değil elde tespih sayı tutturmak, namazların arkasından dille tespih çekmenin namazın bir parçası olduğunu söylemek bile doğru değildir,
(bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/395-396) Peygamberimizin böyle bir uygulaması yoktur.
Hz. Fâtıma’nın (ölm. ll/632),
namazların arkasından 33 tesbih çekmesini söylediğine ilişkin rivayetin de uydurma olduğu ispatlanmıştır,
(bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/271).
Namazın bizzat kendisi Allah'ı tesbih ve takdis faaliyetidir.
Onun arkasından ayrı bir tesbih çekme merasimine gerek yoktur.
* Kadınların Cuma, bayram ve cenaze namazlarına katılmalarına engel olmak:
Namaz bahsindeki bid'at ve saptırmaların belirginlerinden biri de kadınların camide, cemaatle namaz kılmalarına engel olmaktır. Bu engel oluş, bayram ve cenaze namazları için açık, Cuma namazı içinse " Gelmeseniz de olur, zaten yer yok" bahanesiyle örtülü bir yasakla gerçekleştirilmektedir.
* Hayız halindeki kadınların namaz kılmalarına yasak koymak:
Aynı zamanda kadına yapılan hakaretlerin de bir göstergesi olan bu uygulamanın ayrıntılarını da bu eserin "K a d ı n" bölümünde vermiş bulunuyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder