HOW HAS ISLAM BEEN CORRUPTED?
كيف تم تحريف وإفساد الإسلام؟
(Sh. 355-381)
*************
KADIN VE KADIN HAKLARI,
WOMEN AND WOMEN'S RIGHTS,
ألمراة وحقوقها
***********
* Kadının örtünmesiyle ilgili emri eski örflerin dinleştirilmesine araç yapmak,
* Kadınların ruhsal yaşantılarına ve ibadetlerine kısıtlamalar getirmek,
* Kadının Cuma ve bayram namazlarından uzaklaştırılması,
* Kadının cenaze namazından uzaklaştırılması,
* Hayızlı ve lohusa kadına ibadetin, mabede girmenin yasak edilmesi,
* Kadının tanıklığını yarım tanıklık saymak,
* Evlenecek kadın (veya kız) için başlık parası almak,
* Kadının (veya kızın) özgür irade ve isteği olmadan (görücü usulü ile) evlendirilmesi,
* Kadınları hür ve câriye diye ikiye ayırmak,
* Kadını kara köpek, eşek ve domuzla bir tutmak,
* Kadını fitne unsuru, şeytanın aracı olarak görmek.
——————-
* Using the commandment regarding women’s covering as a means of converting old customs into religion,
* Bringing restrictions on women's spiritual lives and worship,
* Banning women from Friday and Eid prayers,
* Banning women from funeral prayers,
* Prohibiting menstruating and postpartum women from worshipping and entering temples,
* Considering women's testimony as half testimony,
* Taking a bride price for a woman (or girl) who is going to get married,
* Marrying a woman (or girl) without her free will and desire (by arranged marriage),
* Dividing women into two groups as free and slave,
* Equating women with black dogs, donkeys and pigs,
* Seeing women as elements of discord and tools of Satan.
———————
* استخدام الأمر المتعلقة بتستر المرأة كوسيلة تحويل العادات القديمة إلى دين،
* فرض القيود على الحياة الروحية والعبادة للمرأة،
* منع المرأة من صلاة الجمعة والعيدين،
* منع المرأة من صلاة الجنازة،
* منع الحائض والنفساء من العبادة ودخول المعابد،
* اعتبار شهادة المرأة نصف شهادة،
* أخذ ثمن العروس للمرأة (أو الفتاة) التي ستتزوج،
* الزواج من امرأة (أو فتاة) دون إرادتها الحرة ورغبتها (بالزواج المدبر)،
* تقسيم النساء إلى مجموعتين حرة وعبدة،
* مساواة النساء بالكلاب السوداء والحمير والخنازير،
* النظر إلى النساء على أنهن عناصر فتنة وأدوات للشيطان.
***************
* Kadının örtünmesiyle ilgili emri eski örflerin dinleştirilmesine araç yapmak:
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz: Geleneksel fıkhın kabulleri esas alındığında kadının örtünmesini bir "din emri" olarak görmek mümkün değildir.
Bu kabullerden yola çıktığımızda örtünme, sosyal konum belirleyici bir örf olur.
Geleneksel anlayış, bu noktada çok ciddi bir çelişki içindedir. Özetleyelim:
Bu anlayış, kadın ve örtünme konusunda iki ayrı icma'dan söz eder:
1. Köle ve câriye kadınların avretlerine (örtünmesi gereken yerlerine) baş ve göğüslerin dahil BULUNMADIĞI,
2. Kadınların el ve yüz dışındaki tüm vücut bölgelerinin avret olduğu ve sonuç olarak da
örtünmesi gerektiği.
Şimdi bu icma'ların birincisi doğru ise ikincisinin şu şekilde düzeltilmesi gerekir:
Hür kadınların örtünmesi gereken yerleri, yüz ve elleri dışındaki tüm bölgelerdir.
Oysaki günümüz gelenekçileri örtünmeden söz ederken sadece "kadının" demekte, "hür" sözünü kullanmamaktadır.
Çünkü hür kadın, köle-cariye kadın ayrımının bugün olmadığını biliyorlar.
Birinci icma' doğru ise (yani böyle bir icma' dinen mümkün ise ve varsa) o zaman örtünme konusu bir din emri olmaktan çıkar, sadece sosyal konum belirleyici örfî bir düzenleme olur.
Birinci icma' yok veya isabetsiz sayılıyorsa o zaman icma' denen kavram ve kuruma geleneksel anlayışın yüklediği bağlayıcılık temelden çöker.
Bir kurum bir yerde bağlayıcı, bir başka yerde isabetsiz ve işe yaramaz olabiliyorsa kitlelerin kaderi o kavram ve kuruma teslim edilemez.
Geleneksel fıkha göre, kadınlar hür ve câriye olarak iki kısma ayrılmaktadır.
Cariyelerin örtünmesi tıpkı erkeklerinki gibidir.
Yani onlar edep yerlerini
örttüklerinde örtünme görevlerini yerine getirmiş olurlar.
Dahası da var:
Cariyeler, örtünmeme serbestisine sahip olarak kalmazlar, ÖRTÜNMEMELERİ ŞART KOŞULUR.
Hatta, namaz kılarken bile, örneğin başlarını örtmelerine izin verilmez.
Hz. Ömer gibi bir sahabînin, başı örtülü olarak namaz kılmakta olan bir câriye kadının başını açtığı ve onu: "Sen hür kadınlara mı özeniyorsun?" diye azarladığı, hatta dövdüğü rivayeti konuyla ilgili kaynaklarda yazılıdır.
Burada iki ihtimal var:
1. Ömer'in bu yaptığı bir bid'at olarak reddedilecektir ki, bizce de doğrusu budur.
Çünkü Kur'an, kadınları câriye ve hür diye ikiye ayırmadığı gibi, hiçbir emrini, özellikle ibadetleri hürler ve cariyeler için iki ayrı düzenlemeye tâbi tutmamıştır.
Eğer tutsaydı zaten evrensel hak din olmazdı; bir sınıf ideolojisi olurdu.
2. Ömer'in davranışı bir bid'at değil, dinin bir uygulamasıdır.
O zaman örtünmenin bir din emri olduğunu iddia etmek tutarsızlık olur.
Çünkü Allah, kullarından her sosyal sınıf için ayrı bir din göndermemiştir.
Örtünme, kadınların bir sınıfı için bir türlü, ötekisi için başka bir türlü oluyorsa bir din emri olmaktan çıkar, sosyolojik bir sınıf göstergesi olur.
O zaman da şunu söylemek gerekir: Bugünkü dünyada hür-câriye, hür-köle gibi ayrımlar olmadığına göre (ki İslam'ın amacı da budur)
örtünme diye bir din emri de olamaz. İsteyen istediği gibi giyinebilir.
Olaya Kur'an açısından bakalım:
Şu bir gerçek ki Kur'an'da kadının örtünmesiyle ilgili açık emirler vardır.
Ancak bu emirler, bu günkü İslam dünyasında, özellikle Arap-Acem coğrafyalarda siyasal bir simgeye dönüştürülen ve adına "tesettür" (kelime anlamı: zorla, baskı ile kapanma ve kapatma) denen uygulamanın iddialarına asla destek vermez.
Kur'an'ın örtünme ile ilgili emirlerinin ayrıntılı bir anlatımını biz, "Kur'andaki İslam" kitabımızın Nûr Suresi 31. ayetini açıklayan bölümünde verdik.
Bu konu ayrıca, İslam hukuku alanının otoritelerinden biri olan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin "İlahî Hikmette Kadın" adlı eseriyle, sosyolog ilahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz'ın "İslam'da Giyim-Kuşam" adlı çalışmasında tüm ayrıntılarıyla anlatılmıştır.
Günlük çıkar politikalarından uzak bu bilimsel çalışmalar şu noktaları açıkça ortaya koymaktadır:
a) Kur'an'ın örtünme emri, abdest organlarını, o arada başı içermemektedir.
Başın örtülmesi bir sosyal durum göstergesidir, bir din buyruğu değil.
Eskiden toplumun hürler sınıfına mensup olanlar "serbest" sözcüğüyle tanıtılırdı.
Serbest, Farsça'daki ser (baş) kelimesiyle "best" (bağlanmış) kelimesinin birleşmesidir ki "başı bağlı" demektir.
Başı açık olanlar köleler, işçiler ve cariyelerdi; başı bağlı olanlar ise hür ve seçkin tabaka idi.
Fıkhın, kadınları hürler ve cariyeler diye ikiye ayırmasının dayandığı mantık da budur; Kur'an'ın herhangi bir ayeti değil...
Kur'an'ın örtünme emri tüm kadınlara yönelik bir emirdir. Câriye-hür diye bir ayrım yoktur. Nûr 31. ayette başın örtülmesini buyruk altına alan bir ifade de yoktur.
Çünkü:
1. Nûr 31'deki emir kipi, başa ilişkin bir emir değil, göğse ilişkin bir emirdir.
Yani mutlak emir göğsün kapatılmasına yöneliktir, başın örtülmesine değil.
Ayetin iniş sebebi ile siyak ve sibaktan (ayetin önünden ve sonrasından) emrin, göğse takılan süs takılarının örtülmesini amaçladığı anlaşılmaktadır.
2. Fıkıh usûlcüleri dediğimiz metodolojistlerin tümünün ortak kabulü, Kur'an'daki bütün emirlerin vücûp (gereklilik, farzîyet) ifade etmediği merkezindedir.
Başka bir deyişle, vücûp ifade etmeye, emir kipinin kullanılmış olması yetmez, o kipin farzîyet (gereklilik) anlamında bağlayıcılık ifade ettiğinin başka yollarla (karinelerle) gösterilmiş olması gerekir.
Emir kipinin hangi anlamları ifade ettiği uzun uzun anlatılmaktadır.
On ila onbeş arası anlamdan söz edilmiştir.
Fahreddin Razî (ölm. 606/1209), fıkıh usûlüne ilişkin eseri el-Mahsul'de Kur'an'daki emir kipinin on beş anlam ifade ettiğini, bunlardan sadece birinin vücûp olduğunu bildirmektedir.
Aynı zamanda bir usulcü olan İmam Gazâlî, metodolojiye ilişkin ünlü eseri el-Müstasfa'nın " e m i r " kavramını ele alan bölümünde (bk. 1/737-777; 2/5-35) Kur'an'daki emir kiplerinin fıkıh açısından durumunu incelerken şu noktaların altını çizmektedir:
İmam Şafiî, emrin temel kategori olarak iki anlam ifade ettiğini söylemiştir:
- V ü c û p (gereklilik, farzîyet),
- Nedb (edep ve terbiye tavrı).
Emir kipinin vücûp ifade etmesi sırf emir kipin kullanılmasıyla gerçekleşmez, başka dinsel karinelere ihtiyaç vardır, mutlak olarak emir kipinin kullanılmış olması yeterli değildir.
Bu karinelerin başta geleni, emir kipiyle bildirilen hususun aksini yapanların hesap ve ceza ile tehdit edilmeleridir.
Gazali burada "emrin yerine getirilmemesinin isyan anlamı" ifade etmesinden söz ediyor, (bk. 1/763)
Yani emir kipi kullanılarak bildirilen bir husus, eğer vücûp ise (aksini yapmak haram işlemek ise) o emri çiğnemenin Allah'a isyan olduğunun bildirilmesi gerekir.
Gazâlî'ye göre, emrin birkaç kez tekrarı da vücûp ifade etmenin kanıtlarından biridir.
Eğer bu iki özellik yoksa emrin nedb (mendupluk, edep ve terbiye tavrı) ifade ettiği kabul edilir.
Ve Gazali ekliyor:
Ümmetin nedbe hamlettiği emirler, çoğunluktadır. (Müstasfa, 1/773) Yani ümmetin genel kabulü emrin nedb ifade ettiği merkezindedir.
Gazâlî'ye göre, emrin vücûp veya nedb ifade ettiği hususunda tartışma çıkarsa "tevakkuf" (hüküm vermekten kaçınıp beklemek) esas alınır.
Gerek Gazâlî'nin, gerekse diğer usûlcülerin emir kavramı ile ilgili bu anlayış ve kabulleri dikkate alındığında Nûr 31'deki emrin, başı örtmek anlamında vücûp ifade ettiğini söylemek mümkün değildir.
Çünkü ne o emri terk edene hesap ve ceza tehdidi vardır ne de emrin defalarca tekrarı.
O halde emri, ya Yunus Vehbi Yavuz gibi "nedb" kabul edip "Örtünme sünnettir." diyenler olabileceği gibi, Gazâlî'nin koyduğu ölçüyü işleterek hüküm vermeyenler de olabilecektir.
Bunun ötesine geçilemediği içindir ki, geleneksel kabul, örtünmeyi, köle-hür tüm kadınlar için farz görememiş, sadece hür kadınları bağlayan bir sosyal statü göstergesi olarak değerlendirmiştir.
Bizim bu ayetten anladığımız tüm bu ihtimallerden farklıdır.
Bize göre, Nûr 31. ayette vücûp ifade eden bir emir vardır ve o da göğsün kapatılmasıdır.
Başın-saçların kapatılmasına ilişkin bir emrin o ayetten çıkarılması zorlama ile bile mümkün olmaz.
Sünnetten de buna güvenilir bir kanıt yoktur.
Hanefî fıkhının ve fıkhî tefsirin öncülerinden biri sayılan el-Cassâs (ölm. 370/980) "Ahkâmü'l-Kur'an" adlı tefsirinde Nûr Suresi 31. ayeti açıklarken oradaki örtünme emrinin "göğüs ve boyunları örtmeyi" amaçladığını bildirmektedir.
Cassâs şöyle diyor:
"Bu ayetten anlaşılır ki kadının göğsü ve boynu avrettir, yabancı erkeklerin görmesi caiz olmaz." (Cassâs; Ahkâmü'l-Kur'an, 3/461) Cassâs'ın aynı yerde bildirdiğine göre, tâbiûn devri müfessirlerinin en ünlülerinden biri olan Said b. Cübeyr’e (ölm. 95/713) göre de saçların açılması haram değil, sadece mekruhtur.
Demek oluyor ki, başın kapatılması yönünde bir icma'ın varlığından söz etmek de tutarlı değildir.
Said b. C ü b e y r gibi bir zatın onaylamadığı bir görüşe, icma' demek mümkün değildir.
Namazda setr-i avretin sadece sünnet olduğunu söyleyen İmamı Mâlik (ölm. 179/795)i de Said b. Cübeyr'in yanına koymak gerekir. Peki, bu durumda icma' nerededir? Bu görüşlerin gerçekten Said'e ve İmam Mâlik'e ait olup olmadığı tartışılabilir denirse, o zaman şu veya bu konuda icma'ın olup olmadığı da pek alâ tartışılabilir demek gerekir.
Bu durumda da söz varacağı yere varır:
Onun-bunun dediğini, deyip demediğini teftiş yerine Kur'an'a bakıp çözümü orada bulalım!...
Böyle bakıldığında söylenecek şeyin şu olduğu kanısına varıyoruz: Vücûbun, başın örtülmesine bağlanması geleneksel kabullere çok uygun bir yorum olduğu için tutulmuş ve kurallaşmıştır.
O ayetten açıkça çıkan tek emir, göğüslerin, özellikle göğse takılmış bulunan süs takılarının kapatılmasıdır.
Ayette geçen "zînet: süs" tâbirini kadının vücudu olarak değerlendirip el ve yüz dışında (bazı kabullere göre yüz de dahildir) tüm vücudun "avret" olduğunu ve kapatılması gerektiğini söylemek inandırıcı değildir.
Kadın vücudunun "zînet" olarak düşünülmesine dayanak olacak hiçbir Kur'an ayeti yoktur.
Bunlar, egemen anlayışın hesabına uygun geldiği için dinleştirilmiş yorumlardır.
İsteyen, din adına bu yorumları elbette ki izler, ama başkalarının bunları din yapmasını isteyemez.
DİN KUR’AN’DAKİDİR.
Kur'an'dakini bulmak ve anlamak için onun-bunun tabularını kutsamak zorunda değiliz.
Allah'ın "İşletin!" dediği aklımızı kullanarak Kur'an'ı okur, ihtiyaçlarımızı ve şartlarımızı da dikkate alarak çözümü kendimiz buluruz.
Falanca böyle buyurmuştur, müfta bih kavil budur filan gibi "konsil" kokan dayatmalara teslim olmak borcunda değiliz.
İslam'da teslimiyet yalnız ve sadece Allah'adır.
Ve Allah'ı bu yeryüzünde sadece Kur'an temsil ediyor.
Şunu da unutmamak zorundayız: Abdest, vücudun açık havaya maruz bölgelerine uygulanır.
Eller-kollar, yüz, ayaklar ve baş bu organlardır ve abdest bu organlara uygulanan bir temizlik hareketidir. Asrısaadet'te, abdesti kadın-erkek herkes toplu halde aynı yerde, hatta aynı kaptan alabilmekteydi. Bunun, örtünme emrinden önce olduğu, sonradan kaldırıldığı yolunda en küçük bir beyan yoktur. Bu sünnet olgusu da, Nûr 31'deki emrin nedb ifade ettiği yolunda aşılmaz bir kanıttır.
Kısacası, Kur'an ve sünnetin verileri de, abdest uzuvlarının örtünmeye dahil olmadığını göstermektedir. Kaldı ki kolların dirseklere kadarının avret olmadığı, yani örtünmeye dahil bulunmadığı başka fakıhlarca da dile getirilmiştir.
Irak fıkıh ekolünün babası sayılan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) bunların başında gelir. (bk. Taberî; Tefsir, 18/120) İmam Ebu Yûsuf (ölm. 182/798), İmam es-Serahsî (ölm. 483/1090), Abdullah el-Mavsılî (ölm. 684/1285), İbnü Nüceym (ölm. 971/1563) bunlardan bazılarıdır.
(Bu konuda bk. Ali Akın; İslam Kaynakları Işığında Güncel Konulara Açıklama, 54)
Bunun aksi, örfün bir kabulüdür. İsteyen bu kabule uyar, istemeyen uymaz.
Örtünmenin şekline, desenine, rengine, inceliğine, kalınlığına ait beyanların hiçbirinin dinle, Kur'an'la, sünnetle ilgisi yoktur.
Bu mealdeki sözlerin tümü sonraki devirlerin ulema fetvalarıdır.
Özetlersek:
Müslüman kadın, başı-yüzü, dirseklere kadar kolları, bileklere kadar ayakları dışındaki vücut bölgelerini zamanı-zemini, iş şartlarını, iklim ve coğrafyanın özelliklerini dikkate alarak kapatır. Nur 31, kapatılacak bölgelerde de "açık kalabilecek yerler müstesna" kaydıyla değişik zemin, zaman ve şartlara, kısacası örfe bir pay bırakmıştır.
Müslüman kadın, yaşadığı yerin örfünü de dikkate alarak elbette ki o paydan da yararlanır.
"İstisna edilen kısımlar hariç" ifadesi Müslüman kadının önünde bir esneklik alanı açarak onun rahatlamasını sağlamaktadır.
Bu istisna edilen kısımların nereler olabileceğini gösteren en güzel ifade bizce Kaffâl’in (ölm. 365/975) şu sözüdür:
“Açılabilecek kısımlar müstesnadır ifadesinin anlamı insanın, yürürlükteki âdetlere göre açabileceği kısımlar demektir."
(bk. Razî; tefsir, 23/206) Kaffâl (Ebu Bekr Muhammed b. Ali eş-Şâşî. Büyük Kaffâl diye anılır. Müfessir, muhaddis ve fakıhtır.) bu ilkesel sözünün ardından kendi yöresinin âdetini ifade eden şu sözü söylüyor: "Bu da kadınlarda ellerle yüzdür." Kaffâl'in bu tespiti, yaşadığı zamanın, aslolan ilkeden ne anladığını gösterir. Önemli olan, ilkedir.
İlke ise "yürürlükteki âdetlerin dikkate almması"dır.
Elbette ki âdetler, nassın sınırlarını aşmaya gerekçe yapılamaz. Örneğin, âdet böyle diye göğsün açılması mubahlaştırılamaz.
Vücudunun örtülmesi gereken bölgelerini kapatmayanların durumuna gelince, bu onlarla Allah arasında bir meseledir.
Diğer buyruklara uymayanların durumu nasıl çözüme ulaşacaksa bunlarınki de öyle ulaşacaktır.
Diğer suçları akşama kadar işleyenlerden tek kelimeyle söz etmeyenlerin sokaklarda onun-bunun eteğini, yakasını, kumaşının rengini, inceliğini hesaplamaları iyi niyet ve ciddiyet ürünü olarak kabul edilecek cinsten değildir.
Örtünme emrinden ne anlarsanız anlayın, bu nihayet "vesâil: araç" hükümler cümlesindendir. Düzinelerle "makâsıd: amaç" hükmün çiğnenişini kılı kıpırdamadan seyredenler,
örtünmenin birkaç santimlik eksikliğini İslam'ın biricik Allah-iman meselesi gibi gündemde tutup Müslüman dünyanın yıllarını bu işle harcamışlardır.
Birileri, Müslümanları listenin en sonundaki "vesile: araç" konularla oyalamakta ve esas amaç meselelerin gündem dışı kalmasını çok kurnaz bir biçimde sağlamaktadır.
Örtünme ile ilgili yanlışlardan biri de "bir ayeti s a k l a m a " şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Kur'an, N û r Suresi 60. ayette, hayıztan kesilmiş kadınların örtünme yükümlülüklerinin kalktığını söylemektedir.
Bunlar, açık ve sırıtkan bir
teşhirciliğe sapmamak şartıyla, diğer kadınların bağlı oldukları örtünme kayıtlarına bağlı tutulmazlar.
Belli ki Kur'an bunları artık "toplumun bir tür ortak anne kadınları" olarak görmektedir.
Kadının namaz sırasında örtünmesi mesele sine de değinmek gerekir. Kadının namazda örtünmesi ilmihal kitaplarında namazın şartlarından biri (setr-i avret şartı) olarak gösterilir.
Bu hangi vahyî beyana
dayanmaktadır?
Örtünme bağımsız bir emirdir ve yabancı erkeklere karşı uygulanır.
O halde, kadın yabancı erkeklerle karşılaşma durumunda kalacaksa örtünmesi namaz içinde veya dışında şarttır.
Yabancı erkeklerle karşılaşma durumu söz konusu değilse kime karşı, ne için kapanacaktır?
Allah'a karşı kapanma söz konusu olamaz.
O halde namazda örtünme meselesini iki durumu birbirinden ayırarak değerlendirmek zorundayız:
1. Namaz sırasında yabancı erkeklerin kadını görmesinin söz konusu olduğu durum: Bu durumda kadın örtünme şartlarına uymuş olmalıdır.
2. Namaz sırasında yabancı erkeklerin gör mesi söz konusu olmayacak durum:
Bu durumda kadın namazını istediği giysi ile kılar. Allah'a karşı örtünme söz konusu edilemez.
Kadın, evinde-odasında bir başına namaz kılacaksa neden örtülere burunsun!
Nitekim, fıkıh usûlcüsü Şâtıbî (ölm. 790/1388), el-Muvâfakat'ında bu konuyu değerlendirmiş ve kadının namaz sırasında örtünmesini "tahsîniyattan" yani zerafet ve estetikle ilgili hususlardan biri olarak göstermiştir.
Şöyle diyor: "Avret yerlerinin örtülmesi namazın güzel görünmesini sağlayan hususlardandır. Eğer namazda örtünme mutlak bir emir (şart) olsaydı örtünme imkânı bulamayanın namaz kılması mümkün olmayacaktı. Oysaki durum bunun aksinedir."
(Şâtıbî; Muvafakat, 2/15-16)
Şâtıbî'nin bu açıklaması da göstermektedir ki fıkıh kitaplarının, özellikle ilmihal kitaplarının sıraladığı her şart veya rükün vahyin esas aldığı farzı veya yasağı ifade etmiyor.
Bu tip şart ve rükünlerin büyük bir kısmı, fıkıhçılarm kendi metodolojileri (kendi teknikleri de denebilir) içindeki düzenlemeye uygunluğu sağlayan teknik terimlerdir.
Halk bunların birçoğunun Allah'ın gerekli gördüğü farzlarla bir ilgisinin bulunmadığını bilmez, "farz, şart, rükün" sözcüklerini görür görmez bunu bir ayet emri sanır.
Bunun içindir ki biz, ilmihallerin Kur'an ve sünnete göre yeniden oluşturulmasını hayatî bir zorunluluk olarak görmekteyiz. Sapla saman birbirine karışmış, Allah'ın istediği ile mezhep imamlarının ve hatta mezhebin ikinci, üçüncü dereceden fakihlerinin istedikleri iç içe girmiştir.
* Kadınların ruhsal yaşantılarına ve ibadetlerine kısıtlamalar getirmek:
Bir cinsin, bir sosyal zümrenin veya bir sınıfın bir dindeki yerinin en iyi göstergesi, o cins veya zümrenin ibadet hayatında kendisine verilen yerdir.
Bu anlayışla Müslüman kadına baktığımızda onun durumunun hiç de iç açıcı olmadığını hemen fark ederiz.
O, açık bir biçimde ikinci, hatta üçüncü sınıf bir varlık haline getirilmiştir.
Kadının ikinci sınıf "insan" durumuna düşürülmesinin arkasında İslam vahiyleri veya Peygamber uygulamaları değil, sonraki zamanların saptırmaları vardır.
İslam Peygamberi, insanlık tarihinin ortak geleneklerinin dışına çıkarak kadının ibadet hayatında o güne değin görülmemiş reformlar yapmıştır.
Örneğin, kadına toplu ibadetlerde liderlik hak ve yetkisi vermiş, hatta bunu elle tutulur hale getirmek için, kadın sahabîlerinden birini erkeklerin de bulunduğu cemaate imamlık yapmakla görevlendirmiştir.
Ümmü Varaka adlı bu kadın sahabînin durumunu inceleyen kaynaklardan biraz yukarıda söz etmiştik.
Sonraki zamanlarda ise, bırakın kadına bu hakkın verilmesini, onun cemaatten biri olarak dinsel hayata katılımı bile engellenmiştir.
Kadın bu devirlerde sadece sosyal hayatın değil, dinsel-ruhsal hayatın da dışına itilmiştir.
Bir örnek olarak yine imamlık görevini ele alalım:
Bilindiği gibi, İslamiyet, namazların cemaatle kılınması halinde resmî-belgeli bir imam şartı koymaz. Çünkü din bir meslek değildir ve din sınıfı yoktur. Toplanan cemaat içinde "en uygun" kim ise o imam olur.
En uygun olma halini belirleyen ilk ölçü, iyi Kur'an okuma ölçüsüdür. Gel gör ki bu ölçü, kadın için işletilmemiştir.
Kadın, cemaatin en iyi Kur'an okuyanı da olsa onun imamlık hakkı yoktur.
Eğer erkekler içinde imamlığı caiz olacak derecede düzgün bir Kur'an okuyucu yoksa problem şöyle çözülür:
İm a m olarak öne bir erkek geçirilir, iyi Kur'an okuyan kadın arkada durur ve okur; göstermelik erkek-imamsa rükû ve secdede "öncülük" etmek için yatıp kalkar, (bk. İbn Hemmâm, 3/140-141)
Bu bir örnekti; kadına ilişkin hakların tüm şartlar aşılarak nasıl kullanılmaz hale getirildiğini göstermek için seçildi.
Yoksa biz, insanlığın ortak-geleneğine uyulmasından şikâyetçi değiliz.
Ama ehliyetsizlik söz konusu iken hâlâ erkeğin liderliğinde ısrarın akla ve dine uygun bir açıklaması yoktur.
Kaldı ki kadının ibadet hayatına konan engeller sadece bu örnekteki gibi uç durumlar halinde karşımıza çıkmamaktadır.
Kadın açık bir biçimde Allah'ın kulluğunun dışına itilmiştir.
Bu itmelerin bir kısmı bid'at, bir kısmı saptırma, bir kısmı tahrif ürünüdür.
Şimdi bunların belli başlılarını görelim:
* Kadının Cuma ve bayram namazlarından uzaklaştırılması:
Kur'an'ın söylediği ve Peygamberimizin gösterdiği bunun tam tersidir.
Namaz ve Cuma maddelerinde de gördüğümüz gibi, Asrısaadet'te kadınlar Cuma ve bayram namazlarına katılmakta idiler. Çünkü bu namazlar erkek için neyse kadın için de odur.
Geleneksel uygulama ise kadınları camiden cemaatten uzaklaştırmış ve gerekçe olarak da "fitne çıkar" demiştir.
Her ne hikmetse "fitne", aklı cinselliğe saplanıp kalmış erkekten çıkmıyor da onun bir şehvet aracı gibi görüp eşyalaştırdığı kadından çıkıyor.
Ve her ne hikmetse kadın Hz. Peygamber'in ibadethanesinde fitne unsuru olmuyor da onun ölümünden sonra aniden bir "fitne makinesi" haline geliveriyor...
Ve bu fitneyi durdurmak için İslam mabedi "erkekler mâbedi"ne dönüştürülüyor.
Doğrusu şu ki kadınlar Cuma ve bayram namazlarına, tıpkı erkekler gibi gidebilirler.
Peygamberimiz devrinde de gitmişlerdir, (bk. İbn Hemmâm, 3/302-303)
Bunun aksini kurallaştıranlar dine değil, kendi nefisleriyle kendileri gibi düşünenlerin yorumuna dayanmış olurlar.
* Kadının cenaze namazından uzaklaştırılması:
Bu dindışı uygulama, çok sonraki devirlerindir.
Üstelik bu uygulamanın tam tersinin doğru olduğu, kadınların da cenaze namazına katılma hak ve yetkilerinin bulunduğu, en gelenekçi, hatta yobaz ilmihallerde bile yazılıdır.
Yazılıdır ama hayata geçmemiş ve bu yüzden unutulmuştur.
En basit ilmihal kitapları bile kadınların cenaze namazı kılabileceklerini yazmaktadır. Esasen cenaze namazı diye andığımız uygulama, fıkıh tekniği bakımından bir namaz değildir, bir duadır.
Oradaki "salât" sözcüğü teknik anlamda namazı değil, kelime anlamıyla salâtı yani duayı ifade eder.
C e n a z e namazında secde ve rükû' yoktur; secdesi ve rükû'u olmayan bir ibadet fıkhı anlamda namaz olmaz.
Ve bunun içindir ki cenaze namazı abdestsiz de kılınabilir.
Çünkü abdest, fıkhen namaz olan ibadetler için gereklidir.
Cenaze fıkhen bir namaz değildir, bir duadır.
Fıkhen namaz olan diğer namazlara (vakit namazı, Cuma, bayram) erkeklerle birlikte aynı camiye gidebileceği kabul edilen kadınlar, cenaze namazına neden gidemesinler?
Bunun akıl ve din ölçüleriyle açıklanması mümkün değildir!
Şu söylenebilir:
Kadın hassastır, cenaze onun bu yanını tahrik eder, ağlar, bağırır, fenalık geçirebilir.
Bu yüzden cenaze namazına katılmaması daha uygun olur.
Bu dinlenebilir bir sözdür.
Nitekim, Peygamberimizin bazı durumlarda kadınları cenazelere katılmaktan uzak tuttuğu yolunda rivayetler vardır.
(Örnek olarak bk. İbn Hemmâm, 3/453-458)
Ne var ki bu bir yasak değil, bir
acıma, kollama ve nihayet bir tedbirdir.
Kadını korumaya yönelik bir öneri olarak dinlenebilir.
Eğer kadın bu öneriyi dinler, cenazeye katılmaz ise buna saygı duyulur.
Fakat eğer katılmak ister, duada da yer almayı tercih ederse ona hiç kimse engel olamaz.
* Hayızlı ve lohusa kadına ibadetin, mabede girmenin yasak edilmesi:
Âdet görmüş kadına reva görülen zulmü Kur'an yıkmıştır.
Ne yazık ki Kur'an'ın yıktığı bu zulmü, Hz. Peygamber'in vefatından sonra İslam'ın ta içine soktular ve adına da "sünnete riayet" dediler.
Kur'an, kadınların hayız halini bir "hastalık ve sıkıntı hali" (eza) olarak nitelendirmektedir.
Eza, kadına eziyeti din yapanların iddia ettikleri gibi “pislik" demek değildir.
Yola düşmüş ve geçişi zorlaştıran her şey bir eza yani sıkıntı sayılmıştır.
O düşen şey bazan dışkı türü bir şey de olabilir.
Bunun böyle olması eza kelimesinin "pislik" şeklinde tercümesine bahane yapılamaz!
Eza, Isfahanlı Râgıb'ın da belirttiği gibi, "Canlılara dokunup onlara bedensel veya ruhsal yönden eziyet veren dünyevî ve uhrevî her türlü şeye denir."
Râgıb, Kur'an dilindeki ustalığını, konumuz olan Bakara Suresi 222. ayeti özellikle ele alarak bir kez daha sergiliyor.
Diyor ki: "Bu ayette âdet haline eza denmesi din ve tıp açısından eza olması yüzündendir.
Nitekim tıp sanatının ustaları bunun böyle olduğunu bildirmektedir." (Râgıb; el- Müfredât, eza mad.) Râgıb'ın bu beyanının bizi götürdüğü sonuç şudur:
Âdet hali bir hastalık halidir.
Kadının hayız halini bir "p i s l i k" hali gören anlayış, esasında kadının kendisini de tam temiz
görmemektedir.
Bir örnek verelim:
Hadis diye rivayet edilen bir söz, "Müslüman'ın artığı (sü'r) temizdir" diyor ve fıkıhta Müslümanların artıklarına ilişkin düzenleme bu kabule uygun olarak yapılıyor.
Şu anda bunun isabetini tartışacak değiliz.
Bizi ilgilendiren nokta şudur:
Müslüman'ın artığını temiz kabul edenler, kadının artığına gelindiğinde onu Müslüman'dan ayırmaktadırlar.
Bir defa, kadının artığı meselesi hayvanların artıkları bahsinin içinde ele alınmaktadır.
Ö r n e ğin, ilklerden biri olan İbn Hemmâm (ölm. 211/826) kadının artığını inceleme işini, köpeğin, kedinin, büyük baş hayvanların artıklarının hemen arkasından ele almaktadır.
Ve sonuç, "Müslüman'ın artığı"na reva görülen sonuç değildir.
Erkeğin aksine, kadının artırdığı su ile örneğin, abdest alınamaz. Oysaki erkeğin artığı için durum böyle değildir, (bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 1/105-109)
Durum, müfessir sahabî İbn Abbas'a (ölm. 68/ 687) açıldığında o, birçok konuda olduğu gibi, kendine yakışan tavrı ortaya koymuş ve böyle bir şeyin doğru olmadığını bildirerek kadının artığıyla değil abdest almak o artığı içmek bile caizdir demiştir.
Ve şunu da eklemiştir:
"Kadın, giysi bakımından da koku bakımından da erkekten temizdir.
Onun artığı, normal halinde de âdet görmüş halinde de temizdir.11 (İbn Hemmâm, 1/106-107)
Tüm bunların doğal ve tevhidi sonucu olarak, Hz. Resul, hayız haliyle ilgili fıkıhsal düzenlemeleri hastalık hükümlerine göre yapmıştır.
O halde sonuç şu olacaktır:
Hayız halindeki kadın, namazlarını kılmayabilir, oruçlarını tutmayabilir, camiye-cemaate gitmeyebilir. Durumu düzelince, tutamadığı oruçlarını kaza eder (çünkü orucun kazası Kur'an'da düzenlenmiştir), kılamadığı namazları ise kılmaz (çünkü Kur'an namazın kazasıdan söz etmez), onlar kendisine bağışlanmıştır.
Ama isterse, durumunu uygun bulursa, tıpkı diğer hastalık hallerinde olduğu gibi, namazını kılar, orucunu tutar.
Yani hayız hali, ibadetler konusunda kadına ruhsat vermektedir; kadın isterse bu ruhsatı kullanır, istemezse kullanmaz.
Hayızlı kadın için yasak yok, ruhsat vardır.
Ama sonraki devirlerin kadın karşıtı zihniyetleri, ruhsatı yasağa çevirmiş ve hayızlı kadına, bir dizi yasak koymuştur.
Bazılarını verelim:
Namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kur'an okuyamaz, tavaf edemez, camiye giremez, Kur'an'a el süremez...
Daha kötüsü, bu yasakları aynen lohusa kadın için de geçerli kılmıştır. Öyle ki bazı "gayretli fakıhlar", hayızlı ve lohusa kadının caminin avlusundan geçip geçmeyeceğini bile tartışma konusu yapmışlardır. Aynı fakıhlar, k a n l ı b a s u r olduğu için makatından sürekli kirli kan akan birini "özür sahibi" saymakta ve onun, her farz namaz için bir abdest alması şartıyla dilediği gibi ibadet edebileceğini hükme bağlamaktadır.
Şimdi, fıtratı bozulmamış ve kadın düşmanlığı illetine tutulmamış bir vicdan sormaz mı? :
"Bu din, nasıl oluyor da, makatından kan akan bir insana tanıdığı ibadet kolaylığını, annelik gibi yüce bir niteliğin göstergesi olan doğal bir kan akışına maruz kalmış kadına tanımıyor, o kanı "Allah" demeye bile engel sayıyor?!"
Bir başka ibret verici nokta da şudur:
Kur'an'ın hayız halini düzenleyen ayetinde bir tek yasak vardır, o da erkeğe yöneliktir:
Hayızlı kadınla temas yasağı... Kur'an düzenlemeyi böyle
yapmışken hiçbir yasağa muhatap kılınmayan kadına bir dizi yasak getirilmiştir.
Öte yandan, ayette erkeğe getirilen yasağı delip hayızlı kadınla cinsel teması sağlamak için akıl almaz oyunlar sergilenmiştir.
Bu yasağı delen erkeğe had (nasla belirlenmiş ceza) yok, ta'zîrden söz eden yok... Azarlanması gerektiğini söyleyen bile yoktur.
Hiç olmasa bir keffâret öngörülsün, o da yoktur.
Bu yasağı delen erkek, Allah'tan affını diler, bir veya yarım dinarlık bir sadaka verir... (bk. İbn Kudâme; el-Muğnî, 1/335; Halîfî, 71)
Erkeği rahatlatmak için daha başka oyunlar da sergilenmiştir.
Bu oyunları gösterirken herkesin baş vurabileceği bir kaynağa yollama yapacağız: el-Cezîrî'nin "el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa" adlı ünlü eserine...
Geleneğin "Dört Hak Mezhep" diye andığı fıkıh ekollerinden Hanbelîlik'in görüşü şu:
Hayız halindeki kadınla cinsel ilişkiye girmek, küçük bir günahtır; bu günahı işleyen kişi tövbe eder ve bir veya yarım dirhemlik bir sadaka verirse kurtulur. Eğer maddî durumu müsait değilse bu sadakayı da vermez..
Devam edelim ve Bakara 222'deki yasağı aşmaya yönelik farklı çözüm yollarını görelim:
"Dört hak mezhep"ten Hanefîlik'in kadın hayız gördüğünde sıkışan erkeğe çare getiren fetvası şu:
Hayızlı kadınla cinsel temas isteği duyan erkek günaha çarpılmadan bu işi yapmak için kanın, iki namaz arası kadar kesildiği bir zamanı kollar...
Hak mezheplerden Malikîlerin "sıkışık" durumda olan erkekleri kurtarmada çözümleri daha liberal ve daha hoşgörülüdür.
Şöyle düşünüyorlar:
Hayız halindeki kadınla cinsel temas için kanın iki namaz arası kadar kesilmesi şart değildir; bir namaz kılacak zaman kadar kesilmişse erkek, cinsel temasta bulunur ve günaha girmez.
Bu büyük hoşgörünün sahibi Malikîlerde daha hoş görülü çözüm getirenler de vardır.
Onlara göre: A d e t halindeki kadının kanı, cinsel birleşme için yetecek bir süre kesilmişse cinsel temas yapılabilir.
Malikîler bu hoşgörülü (!) çözümü daha da ileri götürmüşlerdir.
Şöyle diyorlar:
Bunların hiçbirine gerek yok!
Âdet kanının kesilmesi bir cihaz veya ilaçla sağlanarak da erkeğin yolu açılabilir... (bk. Cezîrî, 1/ 123-124)
Bu çözüm getirici (!) hak mezhep (!) görüşlerini sıralayan Ezherli fakıh el-Cezîrî (ölm. 1941), son görüşü belirttikten sonra şu ilginç eklemeyi yapıyor:
" T a h a m mül gücü olmayan şehvetli erkeklere, cinsel temastan önce, kanın akmasını kesmek için bu son görüşün açtığı yolda hareket etmelerini öneririz.
Gördüğünüz gibi, hak mezheplerin Kur'an ayetini etkisiz kılmak için ürettikleri çözümlere modern zamanların uleması da katkıda bulunmakta, şehvetine hakim olamayan " g ü ç l ü " erkeklerin Allah rızası (!) için yardımına koşmaktadır.
Oyun hep cinsiyet ve şehvet oyunudur.
Ve din, özel ikle "uydurma hadislere dayanan din" bunun aracı yapılmıştır.
Bu cinsiyet ve şehvet oyunlarının hangi anlayışla sergilendiğine tipik bir örnek de hadis adıyla sahnelenen şu uydurmadır: "Herhangi bir kadın, kocasının izni olmadan oruç tutar, kocası ondan bu halde iken cinsel istekte bulunur da kadın buna olumlu cevap vermez ise Allah o kadına üç büyük kebîre (en büyük günah) yazar." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/494)
Özetleyelim: Hayızlı kadınlar, isterlerse her türlü ibadetlerini yapabilirler: Namaz kılarlar, oruç tutarlar, Kur'an okurlar, mâbede-cemaate giderler.
Ama din onlara, o hallerinde iken bu yükümlülükleri yerine getirmeme izni vermiştir. İsterler ve gerek görürlerse bu izni kulla nabilirler.
Hüküm ve fetvanın en hayırlısı Hak'tan gelir.
"Hakk'ın dışında, sapıklıktan gayrı ne vardır!" (Yûnus Suresi, 32)
* Kadının tanıklığını yarım tanıklık saymak:
Bakara Suresi 282. ayette vadeli borçlarla ilgili bir düzenleme yapan Kur'an, o günkü hayatta ticaretin tamamen dışında kalmış olan kadınların tanıklığına bir istisna getirmiştir.
Bu istisnaya göre, vadeli borçlarla ilgili teminat düzenlemelerinde kullanılacak tanıklar iki erkek olacaktır.
İki erkek bulunamaz ise bir erkek ve iki kadın tanık gerekecektir.
Kur'an bir erkeğe karşı iki kadın istemenin gerekçesini de açıklıyor: Kadınlardan biri işin içinden çıkamaz ise öteki kadın ona hatırlatmada bulunacaktır.
Yani kadınların biri, tanıktan
beklenen bilgileri verebilirse olay orada bitecektir.
Veremez ise ikinci kadın devreye girecektir.
Bu demektir ki sonuçta konuşan tanık kadın tek olacaktır. İkinci kadın bir tedbirdir.
Burada bir mevsûf (nitelikli) tanıklık söz konusudur.
Bu, bazı durumlarda erkek için de söz konusu olabilir.
Kur'an'ın getirdiği düzenlemenin sebebi bellidir:
Kadın sosyal hayatın, özellikle ticarî hayatın dışındadır. Dışında kaldığı bir konuda tanıklığına başvurulduğunda zorluk çekebilecektir. İşte buna bir çözüm getirilmiş ve nitelikli tanıklık esas alınmıştır.
Fakat dikkat edilirse, Kur'an, sonuçta, konuşan tanığın bir kadın olmasını sağlamıştır. İkinci kadın, birincisi başarılı olamadığında devreye girecektir. Yani çözüm, yine tek kadın tanıkla gerçekleşmektedir.
Başka bir deyişle, Bakara 282'de hüküm, cinsiyet (kadınlık) üzerine değil, "işin içinden çıkamama, unutkanlık" yani ehliyet üzerine kurulmuştur. Yetersizlik-ehliyetsizlik gerekçesi ortadan kalktığında iki kadın isteme ihtiyacı da ortadan kalkacaktır.
Bugün kalktığı gibi...
Şunu da unutmayalım:
Burada söz konusu olan, değişmez kuralların oluşturduğu taabbudî (ibadetlere ilişkin) alanda bir işlem değil, zamanlara ve mekânlara göre sürekli değişen kuralların işlediği muamelât alanında bir işlemdir. Bu alan, "maslahat"a (zaman ve zeminin gereklerine) göre değişen bir alandır.
Bu alanda değişmeyen, hükümlerin
"m a k â s ı d" denen amaç kısımları, "olmazsa olmazlar"ıdır. "Vesâ-il" denen araç hükümler bu alanda, maslahata uygun olarak hiç durmadan değişir.
Üzerinde olduğumuz konuda makâsd (amaçlar) cümlesinden olan, alacaklının hakkını güvence altına almaktır.
Bu güvencenin düzenlenmesi tamamen v e s â i l (araçlar) alanında bir iştir.
Bunun sonucu şu olur:
Borçlanma işleminde alacaklının hakkını teminat altına almak için zaman ve zemine göre başka tedbirler de yürürlüğe konabilir. Tanıklarla ilgili nitelikler, sayılar değiştirilebilir.
Nitekim, bu ayetteki çok özel düzenlemeyi genelleştirerek "b i r erkek tanığa karşılık iki kadın tanık" anlayışını ilkeleştiren fakıhlar Bakara 282'deki vadeli borçlarla ilgili emrin "v ü c û p : gereklilik" ifade eden bir emir olmadiğini, sadece nedb veya irşat (uyarma-yol gösterme) olduğunu söylemekte bir sakınca görmemişlerdir.
Ana başlığındaki emri nedb (edep, nezaket tavrı) anlamında değerlendirdiğimiz bir konunun alt başlığındaki bir emri vücûp anlamında değerlendirmek tutarsızlıktır.
Bunun teşriî ve dinî mantıkla açıklanması mümkün değildir.
Kadın, ticarî hayatın içine girer ve tıpkı erkekler gibi ticarî olayların çözümünde bilgi ve deneyim sahibi olursa, artık ticarî tanıklıkta iki kadına gerek yoktur.
Çünkü artık birincisi işin içinden çıkamaz duruma düşmeyecektir. Yani borçlunun hukukunu güvence altına alan vesîle hüküm, bir kadının tanıklığı ile de beklenen sonucu verecektir.
Nitekim bugün durum budur.
Kur'an bunun dışında, kadınla erkeğin tanıklığı konusunda hiçbir ayrım getirmemiştir.
Diğer tüm alanlarda erkek ne ise kadın da odur.
Geleneksel kadın karşıtı anlayış bu kadar basit ve açık olan bu düzenlemeyi kendi hesaplarına dayanak yaparak "tüm alanlarda bir erkek tanığa karşılık iki kadın tanık gerekir" demiş ve bunu kurallaştırmıştır.
* Evlenecek kadın (veya kız) için başlık parası almak:
Bu uygulama, kadını bir köle veya eşya konumuna getiren ilkel zihniyetlerin vücut verdiği bir zulümdür, bir insanlık suçudur.
Ne yazık ki bu insanlık suçu, Anadolu'da da asırlardır yürürlükte olmuştur ve bazı yörelerde hâlâ yürürlüktedir.
Başlık parası adıyla alınan meblağ, kadının haklarını teminat altına almaya yönelik bir tedbir olan mehirin bir tür gaspıdır.
Kur'an mehiri, boşanma
durumunda kadının bir ekonomik garantisi olarak öngörmüştür. Nikâh akti sırasında karşılıklı rıza ile belirlenen mehir, erkek tarafından bir boşama vücut bulduğunda kadına verilmek üzere güvence altına alınır.
Günümüz hukuk sistemlerinde nikâh kamu otoritesi tarafından tescil edilmekte ve boşanma, erkeğin elinden alınıp yargının kararına bağlanmaktadır.
Bu sistemde, kadını malî problemlerden korumak için mehire gerek kalmamıştır.
Bunun yerine, boşanma durumunda nafaka söz konusudur.
Boşanma öncesinde de eğer yargıç, eşlerin bir süre ayrı yaşamalarına karar vermişse, kadının geçinmesi, erkek tarafından ödenecek bir a y r ı l ı k nafakası ile sağlanır.
Kur'an hem mehiri, hem de boşanma üzerine bağlanacak nafakayı öngörerek kadının durumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
Başlık parası yiyicileri, sıkıştıkları zaman, bunu, "İslam'ın öngördüğü mehir" uygulamasının bir devamı (!) olarak tanıtmaya kalkarlar.
Bu bir yalandır.
Çünkü mehir, boşanma anında ödenir ve kadına verilir.
Başlık parası ise evlenme öncesinde alınmakta ve kadına hükmedenlerin (baba veya söz sahibi vârisler) kesesine girmektedir.
* Kadının (veya kızın) özgür irade ve isteği olmadan (görücü usulü ile) evlendirilmesi:
Bu da Kur'an'a tamamen zıt bir zulümdür.
Özgür irade ve hür istek olmadan Allah'a ibadeti bile istemeyen bir din, bir kadının, eşini seçme konusunda iradesinin dışlanmasına nasıl seyirci kalır!
Bu zulüm de Anadolu'da asırlarca işlendi.
Ve İslam dünyasının büyük bir kısmında hâlâ işlenmektedir. Türkiye, bu zulümlerden Cumhuriyet sayesinde büyük ölçüde kurtulmuş bulunuyor.
Ve biz, bu noktada şunu tekrarlamayı bir insanlık borcu sayıyoruz:
Cumhuriyet, bizim, gerçek İslam'ı anlamaya uzanan uyanışımızın da öncüsüdür.
* Kadınları hür ve câriye diye ikiye ayırmak:
Böyle bir ayrım Kur'an'da yoktur.
Câriye sözcüğü bile Kur'an'da yoktur.
Kadını hür ve câriye (köle ve esirler de birçok bakımdan câriye gibidir) diye ikiye ayıranlar, kadını eşya gibi düşünenlerdir.
Böyle olunca kadın zevk aracı ve hizmet aracı eşya olarak ikiye ayrılmıştır.
Câriye adıyla tam bir cinsel oyuncağa dönüştürülen kadınlar "milkiyet-i yeman" (sağ elin sahip olması) kuralıyla eşyalaştırılmışlardır.
Oysaki milkiyet-i yeman mülkiyet ifade etmez.
Cinsel ilişki kadının rızasına bağlıdır.
(Bu konuda bk. Hatemi; İnsan Hakları, 57)
Esir kadınlara tasallut da aynı sakat mantıkla kurallaştırılmıştır.
Esir kadınlara tasallutun, onlarla cinsel ilişkiyi bir hak olarak görmenin İslam'la bağdaştırılması mümkün değildir.
Bu tasallut, fıkha sonradan sokulmuştur,
(bk. Hatemi; İnsan Hakları, 55)
* Kadını kara köpek, eşek ve domuzla bir tutmak:
Kadını bu saydığımız hayvanlarla bir tutan bazı sözler, hâşâ, Hz. Peygamber'in beyanları olarak rivayet edilmiştir.
Bu rivayetler Hz. Ali, Hz. Âişe, İbni Abbas, ibn Ö m e r gibi büyük sahabîlerce red edilmiştir.
"K a d ı n düşmanı putperest Arap şuuraltı"nın muazzez
Peygamberimizi âlet eden saçmalıkları olarak gördüğümüz bu rivayetlerden bazıları şöyledir:
"Namaz kılanın önünden şu üç şey geçtiğinde namaz bozulur: Siyah köpek, eşek, kadın."
Bir başka rivayet:
“Ş u sayılanlar, namaz kılanın önünden geçerlerse namaz bozulur: Köpek, domuz, Yahudi, Hristiyan, Mecusi, âdet görmekte olan kadın." (bk. tbn Hemmâm, 2/26-29)
İbn Hemmâm, bu rivayetleri kaydettikten sonra Hz. Ali, İbn Abbas ve Hz. Âişe ve İbn Ömer'in onlarla ilgili kanaatlerini de veriyor. Bu rivayetler kendisine aktarılan İbn Abbas şunu söylüyor: "Temiz kelimeler ve salih amel Allah'a yükselip gider, onu hiçbir şey kesemez."
Hz. Ali'nin bu rivayetler karşısındaki sözü şudur: "Hiçbir şey namazı kesmez; sen elinden geldiğince nefsinin vesveselerini içinden atmaya bak!"
Bu rivayetler kendisine aktarılan Hz. Âişe (ölm. 57/676) de çok düşündürücü bir yanıt vermiştir: "Siz beni köpek ve eşekle eşitlemek mi istiyorsunuz, ey Iraklılar?! Şunu bilin ki hiçbir şey namazın kesilmesine sebep olamaz. Siz, içinizden geçen vesveseleri uzak tutmaya çalışın!"
Anılan rivayetleri duyduğunda İbn Ömer'in sözü de şu olmuştur: "Namazı hiçbir şey kesemez; siz mümkün olduğunca nefsinize hakim olun." (İbn Hemmâm, 3/29-30)
İbn Hemmâm, büyük sahabîlerin bu karşı çıkışlarından sonra, tâbiûn (sahabîleri izleyen kuşak) nesli ünlülerinden bazılarının aynı mealdeki karşı çıkışlarını da sıralamıştır, (bk. İbn Hemmâm, 2/30-33)
* Kadını fitne unsuru, şeytanın aracı olarak görmek:
Bu konuda en yıkıcı uydurma hadis şudur:
"Dünyadan ve kadınlardan sakının. Şu bir gerçek ki İblis çok uyanık, çok gözetleyici, çok avlayıcıdır. İblis'in iyi insanlara kurduğu tuzakların avı yakalamada en güvenilir olanı kadın yoluyla kurulan tuzaktır." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/85)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder