Yaşar Nuri Öztürk’ün “İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?” kitabından iki konuyu daha (ETLER ve EZAN) paylaşıyorum.
Hüsn-i istifade ümidiyle…
Abdullah Erdemli
************
ETLER (Sh. 213-216)
Kur'an, nelerin yenmeyeceğini ayrıntılı bir biçimde göstermiştir.
Bu gösterilenlerin dışında kalanların tümü yenebilir.
Dinsel hiçbir sakınca ve yasak sözkonusu değildir.
Yerel zevkler, alışkanlıklar gündeme getirilebilir ama bunlar haram-helal ölçütü yapılamaz.
Burada temel ilke şudur:
“Esas olan, mubahlık yani serbestliktir."
Klasik literatürde "Aslı ibaha kâidesi" diye de anılan bu ilkenin günümüz Türkçesiyle ifadesi şudur:
Bir şey, vahyin beyanıyla açıkça haram ilan edilmemişse, o şey doğrudan doğruya helaller içine girer.
Yani onun helal olduğunu gösteren başka bir beyyine aranmaz.
O halde, biz bir gıda maddesinin, örneğin bir etin haram olup olmadığını anlamak için onun Kur'an'da adının yasak etler arasında geçip geçmediğine bakarız.
Geçiyorsa o haramdır; geçmiyorsa helaldir; yiyip yememek sağlık kurallarına, bizim zevkimize, tercihimize, alışkanlıklarımıza, geleneklerimize kalmıştır.
BİD'ATLAR, HURAFELER
* Ehlikitap dediğimiz Hristiyan ve Yahudilerin kestikleri etlerin yenmeyeceğini söylemek:
Bu konuda şöyle bir uydurma vardır:
“Hz. Peygamber, Arap Hristiyanların kestikleri etlerin yenmesini yasaklamıştır. (bk. Elbânî; Zaîfa, 5/372)
Son yıllarda bu kanaat özellikle Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılıyor.
Sebep, helal gıda adı altında bir gıda ticareti sektörü yaratmak ve dini kullanarak bu sektöre bedava reklam sağlamaktır.
İşin esası şudur:
Kur'an, Ehlikitap kitlelerin
yemeklerini Müslümanlara helal kılmıştır.
Tıpkı bizim yemeklerimizi onlara helal kıldığı gibi:
“Kendilerine kitap verilmiş olanların yemekleri size helaldir. Sizin yemekleriniz de onlara helaldir." (Mâide, 5)
Sünnet açısından baktığımızda da durum şudur:
Hz. Peygamber, hayatının her döneminde Yahudi ve Hristiyanların kestikleri etleri, onların davetlerine giderek yemiş, sahabîlerinin yemesine izin vermiştir.
Tüm hadis ve siyer kaynakları bu konuyla ilgili anekdotlar kaydetmektedir.
Buradan hareket eden fıkıh imamları ittifakla şunu söylemişlerdir:
Ehlikitap'ın kestiği hayvanların etleri helaldir, yenebilir,
(bk. İbn Hemmâm, 4/485-488).
Ehlikitap'ın kadınının ve erkeğinin kestiği etlerin yeneceği hususunda görüş birliği vardır, (bk. Hâlid Abdurrahman; el-Fıkhu'l-Mâlikî, 3/235, 240-241)
İslam ilimlerinin tümünde otorite kabul edilen ve tabiûn kuşağının en büyük ismi sayılan Hasan el-Basrî (ölm. 110/728) sadece Ehlikitap'ın kestiklerini değil, kentlerde oturan Mecûsîler'in kesteklerini yemenin de caiz olduğunu söylemiştir, (bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/414- 416)
Ehlikitap'ın kestiği etlerin yenmesi onların besmele çekmeleri, Allah'ın adını anmaları şartına bağlı değildir.
Onların Ehlikitap olmaları yani Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmiş bulunmaları helalliğin doğması için yeterlidir, (bk. İbn Hemmâm, 6/117-121)
Elbette ki bu helallik, eti yenen hayvanlar için geçerlidir.
Mesela domuzun eti hiçbir şekilde helal olmaz.
Tartışma, Müslümanların kurbanlık hayvanlarını Ehlikitap'ın kesmesi halinde ne olur sorusunun cevabındadır.
Ehlikitap'ın, kurbanlıkları da kesebileceğini söyleyenler vardır.
Ama bunun caiz olmadığını düşünenler de vardır.
Irak fıkıh ekolünün ve Hanefî fıkhının babası sayılan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) Ehlikitap'ın kestiği etler, onların kesimde neyi okuyup okumadıklarına bakılmaksınız yenir demekle yetinmemiş, Ehlikitap'ın kurbanlarımızı da kesebilecekleni, bunda dinsel hiçbir engel bulunmadığını fetvaya bağlamıştır, (bk. Kal'aci; Fıkhu'n-Nehaî, 1/478- 479)
Hasan el-Basrî ise kurbanları Müslümanların kendilerinin kesmeleri gerektiğini söylemektedir, (bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/414-416)
Mâlikîlere göre, kurbanları Ehlikitap'a kestirmek yasaktır. Keserlerse etleri yenmez, (bk. Hâlid Abdurrahman; el-Fıkhu'l- Mâlikî, 3/242-243)
Esasında bu ikinci nokta üzerinde tartışmanın pratik bir sonucu hemen hemen yoktur.
Çünkü hiçbir Müslüman kurbanlık kesimi gibi çok sıradışı bir uygulamada kendi dininin dışındaki birine iş havale etmez.
Aıncak havale eder ve kurbanını bir Ehlikitap kişiye kestirirse bize göre, bu durumda da yanlış bir iş yapılmış olmaz.
Çünkü, kurbanın ibadet ve takva yönü onu kestirene ait bir özelliktir.
Bu özellik etin yenip yenmemesini etkilemez.
İşin esası bu iken bazıları, Hristiyan kasapların kestikleri yenmez fetvası vermekte ve "helal gıda" adı altında satış yerleri açarak kaçak kesilmiş sağlıksız etleri, hem de resmî kesilmiş etlerin bir-iki katı fiyata Müslümanlara satıp hak etmedikleri paralar kazanmaktadırlar.
Yani, helal kavramı, haram kazanca âlet edilmekte, Müslümanların saf ve temiz duygularıyla bilgisizlikleri sömürülmektedir.
* Hayvan kesimlerinde hayvanın uyuşturulmasını İslam dışı ilan etmek:
İslam'ın kabul ve emirlerine en uygun şekil olan "şoklayarak kesim"i din dışı ilan etmek, hurafeci sektörünün oyunlarından biridir.
Bu hususta ayrıntılı bilgiler bu eserin
“K u r b a n” maddesinde verilmiştir.
*********
EZAN (Sh. 217-222)
Sözlük anlamıyla "duyuru, çağrı" demek olan ezan Kur'an'da sadece bu sözlük anlamıyla bir tek yerde, Tevbe Suresi 3. ayette geçmektedir.
Bir terim olarak ezan, farz namazların vakitlerini haber veren ve metni Hz. Peygamber tarafından belirlenen birkaç cümlelik bir duyurudur.
Namazın farz oluşundan çok sonraki bir zamanda, Medine döneminde (Hicretin 1. yılının sonları veya 2. yılının başlarında) okunmaya başlanmıştır.
Ezanın hangi dilde okunması gerektiği, başka bir deyişle Arapça dışında bir dilde (yani tercümesinin) okunup okunmayacağı da uzun uzun tartışılmıştır.
Dinde Arapça ve Arap hegemonyasını hemen her alanda esas alan nakilci fıkhı temsil edenlere göre ezan sadece Arapça özgün şekliyle okunmalıdır.
Hanefîlerin büyük çoğunluğu ezanın başka bir dille okunmasına onay verir.
Şafiîler ise bu onayı Arapça ezan okuyanın bulunmaması şartına bağlamıştır.
BİD'ATLAR, HURAFELER
* Cuma günü iç ve dış ezan diye iki ezan okumak:
Asrısaadet'te Cuma namazları için, farzdan hemen önce okunan bir tek ezan vardı.
Dışarda ayrı bir ezan okunmazdı. Yozlaştırmaların klasik dönemi olan Emevîler döneminde bu ezana bir ikincisi eklendi.
Günümüzde Cuma vaktini duyurmak için cami dışında okunan ezan, Asrısaadet uygulamasının yerini tutmaktadır.
Cuma namazlarında, hutbeden önce okunan ve iç ezan adıyla anılan ikinci ezan ise bir bid'attır.
Bu bid'atın camilere sokuluşu, bir rivayete göre halife Osman eliyle, bir başka rivayete göre ise "Zalim" lakaplı Emevî valisi Haccâc-ı Mel’un (ölm. 95/714) eliyle olmuştur, (bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 3/205-207; Bâkırî, 180 vd.)
Şâtıbî ise, bu iç ezanın, Emevî halifesi Hişam b. Abdilmelik (ölm. 105/724) tarafından icat edildiğini, filozof-fakıh İbn Rüşd (ölm. 595/1198)e dayanarak bildirmektedir, (bk. Bâkırî, 191)
* Ezan okuyuşta bağırıp çağırma:
Ezanda sesi aşırı yükseltme, bağırıp çağırma, haddi aşmak ve azgınlık olarak nitelendirilmektedir, (bk. İbn Hemmâm, 1/481)
Ezanı yüksek sesle okuma, kul hakları açısından da incelemeye alınmıştır.
İbnül-Cevzî, minarelerden, halkı ta'ciz edecek derecede yüksek sesle, değil ezanım, Kur'an’ın okunmasının bile İblis'in din adına aldatmalarından biri olduğunu yazmaktadır, (bk. Telbîsü İblis, 165)
Çünkü minareden okunan Kur'an, sokaklarda, evlerde herkes tarafından duyulmaktadır.
Ve Kur'an okunduğunda onu dinlemek farzdır.
Kur'an dinlemek gibi bir niyeti ve zamanı olmayan insanları bu zorunlulukla yüz yüze getirmenin meşru bir açıklaması yoktur.
Bu, din değerlerini riyaya bulaştıran bir inat ve istismardır.
Ne yazık ki bu istismara değindiğiniz anda, bid'at ve siyaset dinciliği şöyle bağırmaktadır:
"Kur'an'dan, ezandan rahatsız oluyorlar, Kur'an okumayı engelliyorlar..."
Meseleyi, Kur'ansal bir iman ve şuurla tam özünden yakalamış bulunan Ibnül-Cevzî acaba, günümüzün makinelerden okunan ve bir tür madenî gürültüye dönüşen sözde ezanlarını dinleseydi ne derdi?
Bu sözde ezanların birçoğu, özellikle sabah ezanı adıyla gece yarılarından başlanarak okunanlar, bir tür genel taciz manzarası arz etmektedir.
Ibnül-Cevzî'nin baktığı yerden bakarsak, burada uykusu bölünen hastaların, yaşlıların, bebeklerin vs. hakları söz konusudur.
İslam, başkalarının tacizi pahasına yapılan ibadete değer vermemektedir.
Bu tacizin, soğan ve sarmısak kokusunu dahi kapsadığını bizzat Peygamberimizden öğrenmekteyiz..
*Ezanı uzatmak:
Bu da ezanda haddi aşmaktır. Ezanın iki kişi tarafından "çift ezan" olarak okunması da öyledir, (bk. İbn Hemmâm, 1/481)
* Ezanda mûsikî gösterisi yapmak:
Bu da bid'at sayılmaktadır, (bk. Ali Mahfuz, 165)
* Ezanı cihazlarla okumak:
Ezanın insan sesiyle okunması sünnetin gereklerinden biridir.
Günümüzde kulak tırmalayıcı hoparlör bağırtılarıyla okunan ezanlar birer bid'at gösterisi gibidir.
Cihaz gürültüsüne çirkin sesin eşlik etmesi halinde ise ezan bir işkence aracına dönüşmekte ve haklı şikâyetlere sebep oluşturmaktadır.
Özellikle sabah ezanlarının değişik zamanlarda ve ses yükseltici cihazlarla okunması kul hakkı çiğneme aracı olmaktadır.
Bir kaç dakika arayla peşpeşe okunan cihazlı sabah ezanları hastaların, bebeklerin, yaşlıların uykularını bölmektedir.
Bu bir hak ihlalidir. Bu hak ihlali, insanlarda dine karşı bir tavır oluşturmaktadır.
Namaz kılmayanların (Müslüman ve gayrimüslim) istemedikleri bir zamanda uyandırılmaları da bir kul hakkı ihlalidir.
Şunu unutmamak gerekir:
Bu insanların içinde, günümüzün zor koşullarında ekmek parası kazanmak için, vardiya halinde veya kendi iş yerinde geç saatlere kadar çalışıp sabaha doğru uyuyanlar vardır.
Namaz kılacak olanların hatırı için bunların rahatsız edilmesi İslam'ın temel kabullerine aykırıdır; bir hak ihlalidir.
Çünkü İslam, başkalarının rahatsızlığı pahasına ibadete cevaz vermez.
Hiç kimsenin, "Ben ibadet ediyorum, ibadete karşı mı çıkıyorsun?" türünden tecavüz ve baskı ifadeleriyle onun-bunun rahatsızlığına sebep olması dine uygun değildir.
Böyle bir yanlışlığa ezan gibi bir değerin araç yapılması ise ikinci bir haksızlık olur.
Diyanet İşleri Başkanlığının bu işe el koyması, ezanları insan sesiyle okutması ve müezzinleri güzel sesliler arasından seçmesi beklenmektedir.
İşin bir de şu yanı vardır:
Ezan bugün artık namaz vaktini duyuran zorunlu bir araç olmaktan çıkmıştır.
Çünkü takvim, saat ve medya imkânları namaz vaktini merak edenleri ezan sesi bekleme zorunluluğundan kurtarmıştır.
Ezan artık, bir folklorik uygulama olarak yaşamaktadır.
Bunun, bir güzellik, huşu ve heyecan unsuru halinde devam etmesi için cihaz sesinden kurtarılması ve sadece insan sesiyle okutulması gerekmektedir.
Öbür türlüsünün İslamî hiçbir esprisi kalmamıştır.
* Ezanın başka bir dilde okunmasının haram olduğunu söylemek:
Böyle bir iddia, ezanı Arapça dışında bir dille okumayı yasaklayan mezhep kabullerini dinleştirmek şeklinde bir bühtandır.
Ezanın tüm İslam dünyasında aynı dille (özgün şekli olan Arapça'yla) okunmasının sosyolojik yararları vardır.
Bunu hiç kimse inkâr edemez.
Ezanın tercüme edilmesinin kimseye öğreteceği bir şey de yoktur.
Ezan, namaz vaktinin geldiğini ve yakınlarda bir caminin bulunduğunu gösterir.
Bir Müslüman'ın bunu dünyanın her yerinde aynı dilde duyması ve rahatlıkla anlaması tercih edilir.
Ancak bunun böyle olması, aksinin yapılmasının haramlığını göstermez.
Bir toplum, eğer çok istiyorsa, ezanı tercüme ederek kendi diliyle de okuyup okutabilir.
Buna dinsel hiçbir engel yoktur. Tercih meselesidir.
Cumhuriyet dönemi Türkiyesinde ezan 1932 yılında Türkçe tercümesiyle okunmaya başlanmış, bu uygulama 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür.
Toplum bu uygulamayı benimsememiştir, hatta büyük ölçüde karşı çıkmıştır.
Bize göre, uygulamanın pratik yararı yoktu ama dinen yasak veya haram değildi.
O uygulamanın anlamsızlığını söylemek kadar, din dışı olmadığını söylemek de vicdan borcudur.
O uygulamanın pratik değerinin olmayışını kanıt yaparak din hayatında Arapçacılık
hegemonyasını kutsamaya gitmek ve örneğin kişilerin ibadetlerini kendi dillerinde yapmalarına engel olmak bir saptırmadır.
Ezan gibi, İslam dünyasının evrensel bir parolasının tercümesinden yarar beklemek ne kadar yanlışsa, insanların Allah'a kendi dillerinde yakarmalarına Arapçılık ve Arapçacılık gayretiyle karşı çıkmak da o kadar yanlıştır.
Ezan konusunu noktalamadan önce bir bid'ata daha dikkat çekelim:
Ölümler ardından, tıpkı ezan gibi minarelerden okunan ve halk arasında " s a l â " denen salât-selâm nidası da sonraki zamanların bir örfüdür.
Bid'atlar konusunda yazan önemli isimlerden biri olan Ali Mahfuz, bu uygulamanın hortlatılmış ve üzerine İslam cilası vurulmuş bir Cahiliye âdeti olduğunu söylüyor.
Cahiliye devrinde, ölülerin arkasından ağlamayı meslek edinmiş kişiler hem yas havasını yaygınlaştırmak hem de ölümü duyurmak için şiir-ilahî türü şeyler okurlardı.
Buna " n a ' y " denirdi.
Ali Mahfuz, bugün okunan salâların bu Cahiliye uygulamasının İslamî dekorlarla süslenmiş bir şekli olduğunu söylüyor, (bk.
Ali Mahfuz, 167)
Biz de aynı kanaatteyiz.
Esası İslam dışı olan bir şeye bazı İslamî çizgiler eklemek onu İslam içi kılmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder