06 Kasım 2024

22- İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?

HAKİMİYET (ألحكم - The Sovereignty), (Sh. 247-263)


Türkçe'de kullandığımız hakimiyet kelimesinin verdiği anlamı Arapça'da hüküm (el-hükm), mülk, emr ve siyâdet kelimeleri vermektedir. 

Kur'an'da bunların ilk üçü kullanılmaktadır. 

Hükm; egemenlik, yargı, problem çözümünde son sözü söyleme yetkisi de­mektir. 

Mülk, hem mülkiyet hem de egemenlik ve yöne­tim anlamında kullanılmaktadır. 

Emr, iş-oluş, yöne­tim, emir-komuta anlamlarında bir sözcüktür. 

Siyâdet ise efendilik, egemenlik, öncülük karşılığı kullanılır.

Batı dillerinde egemenlik karşılığı kullanılan keli­me ufak yazım ve telaffuz farkıyla aynıdır: 

İngilizce'de sovereignty, Fransızca'da souverainete, Almanca'da souveranitat. 

Bunların tümü, eski Roma'da, 

egemen­lik ve yargı yetkisi anlamını veren suprema potestas veya imperium tâbirlerinin karşılığıdır.


Hüküm ve hakimiyetin kökü olan hakeme (sonu, yuvarlak Ta ile isim - حَكَمَةٌ), yular anlamındadır. Hayvanı hakemelemek denir ki yularla zaptetmek demektir. 


Buradan hareket eden Râgıb el- Isfahanî, "Hüküm, ıslah için engel koymak anlamındadır" diyor. Örneğin Araplar, "Ayak takımınızı ihkâm edin" yani hakemeleyin- hüküm altına alın derler, 

(bk. Râgıb; Müfredat, HKM. Maddesi)


Tüm bunlardan anlaşılır ki hüküm vermekte ve ha­kimiyette zecir (zorlama), ceza, hatta bazan şiddet olabilmekte, ancak bunlara daima ıslah için ve adaleti ayakta tutmak maksadıyla başvurulmaktadır.

Hüküm kökünden sözcükler Kur'an'da isim ve fiil olarak 90 civarında yerde kullanılmıştır. Bunların bü­yük bir kısmı, hüküm vermede Allah'ı öne çıkarmaktadır. 

Ama hemen söyleyelim ki Kur'an, "Allah'ın gös­terdiğini ve indirdiğini" dikkate almak şartıyla, in­sana da hüküm verme yetkisi yani hakimiyet hakkı ta­nımaktadır. 

Bütün mesele bunun sınırlarını belirlemede hataya düşmemektir.

Mülk için de aynı tespiti yapmak mümkündür. 

Bir kere, mülk kökünden gelen Mâlik - أَلْمَالِكُ (mülk yetkisini kul­lanan, mülke sahip olan), Melik-Melîk - أَلْمَلِكُ - أَلْمَلِيكُ (saltanat sahibi, kral) kelimeleri Allah'ın isim-sıfatlarındandır ve tümü Kur'an'da kullanılmıştır. 

Bunun da ötesinde Allah, Mâlikü'l-mülktür - أَلْمَالِكُ الْمُلْكُ, yani mülk yetkisinin sahibidir

Allah aynı zamanda Melik ve Melîk'tir. 

Yani egemenlik yetkisinin de mutlak sahibidir. 

“Hak Melik O'dur." (bk. Tâhâ, 114; Müminûn, 116) 

O, aynı zamanda "Güçlü Melîk'tir." (Kamer, 55) 

Tüm insanların Melik'i" (Nas, 2) de O'dur. 

Hem tüm mülkiyet onundur, hem de tüm egemenlik ve yargı yetkisi, (örnek olarak bk. Âli İmran, 26; A'raf, 128; Fâtır, 13; Zümer, 6 ). 

Bir egemen kudrettir ki Allah, "Mülkü elinde tu­tar." (Mülk, 1) "Göklerin ve yerin mülkü O'na aittir." 

Bu son cümle Kur'an'da 30 civarında ayette de­ğişik bağlamlarda tekrarlanmıştır. 

(Örnek olarak bk. Bakara, 107; Âli İmran, 189; Mâide, 17, 18, 40, 120; Tevbe, 116; Fetih, 14; Hadîd, 2, 5)


Allah sadece yaratmaz, iş ve oluşları, yönetimi (el-emr) de kotarır. 


Gözünüzü açın! Yaratış da O'nundur, emr de/yaratılış da O'nun içindir, iş-oluş ve yönetim de... Öylesine yücedir O, âlemle­rin Rabbi!" 

(Araf, 54) 

Ve: "Tüm emirler yalnız O'na döndürülür." 

(Bakara, 210; Fâtır, 4; Hadîd, 5)


BİD'ATLAR, HURAFELER


İnsanın hüküm yetkisinin olmadığını iddia etmek:


Mutlak hâkim ve Mâlik Allah'tır, 

(bk. En'am, 57, 62; Yûsuf, 40, 67; Kasas, 70, 88; Fâtır, 13; Zümer, 6) 

Yani söz, karar ve tasarruf O'nundur. 


O halde O, bu mutlak haki­miyetnin kendisine verdiği yetkiyle yaratıklarından birine, örneğin insana hakimiyet hakkı verebilir


Elbette ki vereceği bu hakimiyet, yaratılmışın yaratılmışlığına uygun çaptaolacaktır

Yani mutlak hakimiyet sürekli Allah'ta kalacaktır.


Şimdi önemli soru şudur: 


Mutlak hakim olan Al­lah, insana, kulluk imkânları içinde 

kullana­cağı bir hakimiyet yetkisi vermiş midir, ver­memiş midir?


Kur'an'ın açık beyanlarına göre, insana bu hakimiyet verilmiştir.


Hüküm yetkisi öncelikle peygamberlere veril­miştir, 

(bk. Bakara, 213; Nisa, 65; Mâide, 42, 44; Nûr, 48, 51; Enbiya, 78, 79; Sad, 22, 26) 

Ancak, bu yetki, peygam­berliğin bir parçası değildir. 

Peygambere ayrıca veril­miş olması gerekir. 


Yani peygamber ya melik-nebi (yani kral-peygamber) olur, ya abd-resul (kul-peygamber) olur


İkinci kategoriye giren peygamberlerde meliklik (krallık) yetkisi yoktur.


Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed, melik-nebi (kral peygamber) olmakla abd-resul (kul-peygamber) ol­mak arasında serbest bırakıldı; kendisi ikinci kategori­yi (yani kul peygamberliği) seçti. 


Hz. Davûd ve Hz. Süleyman gibi bazı peygam­berler ise nebilikleriyle birlikte meliklik (krallık) sıfatını da 

al­mışlardır, 

(bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 27-28) 


Onun içindir ki Hz. Muhammed yaşadığı toplumun, devlet başkanı sıfatıyla yönetimini üstleneceği zaman, Allah ona bey'at ve şûraya gitme emri verdi. 

Çünkü onun nü­büvveti içinde meliklik (krallık) kendiliğinden yoktu. 

O, abd-re­sul (kul-peygamber) kimliğini tercih etmişti.

Bunun bizim için birinci derecede önemli olan mesa­jı ;

 Ümmet olarak yönetimde bey'at ve şûra üzere gitmemizin kaçınılmazlığıdır. 

Zaten, peygamberliğin bi­zim Peygamberimizle bitmiş olmasının bir anlamı da budur. 


Peygamberler dışında hiçbir insanın ALLAH ADINA YÖNETME VE REİSLİK YAPMA yetkisi yoktur.


Mülkün (toprak ve egemenliğin) de sahibi Allah'tır. 

Çünkü Mâlikü'l-mülk de O'dur. Kur'an, insana mülk yetkisinin de verildiğini bildirmektedir: 


Allah, mül­künü dilediğine vermektedir.

(Bakara, 247) 


Baş­ka bir deyimle, mâlik, melik ve melîk sıfatları aynı zamanda insan için de kullanılmaktadır, 

(bk. Bakara, 246, 247; Mâide, 20; Yûsuf, 43, 50, 54, 72, 76, Kehf, 79; Nemi, 34) 


Tıpkı hakimiyette olduğu gibi, mülk yetkisi de öncelikle peygamberlere verilmiştir

(bk. Ba­kara, 248; Sâd, 20, 35)


İnsana verilen hüküm/hakimiyet yetkisi sadece nebi­ler için söz konusu değildir. 

Kur'an, nebiler dışında in­sanların da bu yetkiye sahip kılındığını göstermektedir. 


Ancak insanın hüküm yetkisi kullanmasından söz eden ayetler üç kavramın altını çizmektedir. 

Bunlar: 

1. Adalet, 

2. Allah'ın indirdiği, 

3. Allah'ın gösterdi­ğidir.


Şimdi bu ayetleri görelim:


"Şu bir gerçek ki Allah size, emanetleri, on­lara ehil olanlara vermenizi, insanlar arasın­da hükmedince de adaletle hükmetmenizi emre­diyor..." 

(Nisa, 58)

"Şu bir gerçek ki biz sana bu kitabı, insan­lar arasında, Allah'ın sana gösterdiği ile hükmedesin diye hak olarak indirdik. Sakın hain­lere yardakçı olma!" 

(Nisa, 105)

"Kim ki Allah'ın indirdiği ile hükmetmez, küfre batmışların ta kendileridir onlar.... Za­limlerin ta kendileridir onlar... Fâsıkların ta kendileridir onlar." 

(Mâide, 44, 45, 47)

İnsanın hakimiyet yetkisinin olduğu tartış­masızdır. 

Ancak bu hakimiyet Allah'ın indirdiği, gös­terdiği ilkeler çerçevesinde ve adalet üzere olacaktır. 

Tartışmaların çıktığı anda da yeniden Allah'a başvuru­lacaktır: "Bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah'adır." 

(Şûra, 10)


Yalnız bu ayet bile insanın hakimiyet yetkisine sahip kılındığını göstermeye yeter. 


Çünkü, tartışmanın çık­ması hakimiyetin kullanılması halinde mümkündür. 


Hakimiyeti kullananlar arasında tartışma çıktığında son sözü Allah'a bırakacaklardır.


Bu ayet ayrıca insanın kullanacağı egemenliğin sı­nırlı, Allah'ınkinin sınırsız olduğunu da göstermektedir. 


Yani, mutlak ve ontolojik hakimiyet (ultimate sovereignty) Allah'ındır. 


Bunu, insanın kullanı­mına bırakılan siyasal hakimiyet (exercise of power) ile karıştırıp "Hakimiyet Allah'ındır" diye bağırmak, aslında ALLAH’A SAYGININ DEĞİL, SAYGISIZLIĞIN İFADESİDİR. 


Çünkü bu söz, Allah'ın insana verdiği bir gö­reve itiraz anlamı taşır.


Kısacası, Allah'ın mutlak hakimiyetini işleterek ku­luna verdiği bir görevin yerine getirilmesini, Allah'ın büyüklüğünü öne sürerek savsaklamak büyük bir yanlış­tır.


Allah'ın büyüklüğü ve Allah'a saygı Al­lah'ın emirlerini dışlamak için kullanılamaz.


Kur'an'ın, Allah'ın egemenliğini ısrarla dile getirmesi, insanın hiçbir egemenlik hak­kının olmadığını göstermek için değil, mutlak egemenliğe göz diken insan hırsını dizginle­mek ve insana haddini bildirmek içindir. 


Bunda şaşılacak bir şey yoktur.


Şunu gayet açık bilmekteyiz:


Modern zamanları bir kenara koyarsak, tarih boyun­ca, egemenliğin (sulta’nın) tek sahibi sayılan kral-sultan, aynı zamanda yarı ilah-gölge ilah bir varlık olarak görülmüştür. 


Kur'an, bu inceliğe dikkat çekerken eski Mısır Firavunları ile Hz. İbrahim'in karşı çıktığı Nemrut'u örnek vermektedir. 

Bunların birincisi, yönet­tiği Mısır halkına: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (Nâziât, 24) diyordu. Nemrut ise, Allah'ın yaratı­cılığından, var ediciliğinden söz açan İbrahim'e: "Ben de diriltir, ben de öldürürüm" (Bakara, 258) diye cevap veriyordu. 


Ne ilginçtir ki Kur'an, bu iki yarı ilah kralın, sergiledikleri saçmalığı (bühtanı) kendilerine verilmiş bulunan mülk ve saltanatın verdiği azgınlıkla yaptıklarını söylemektedir. 


Kur'an'ı rahatsız eden, mülk ve saltanatın İŞTE BU ŞEKİLDE KÖTÜYE KULLANILMASIDIR.


Kur'an bu örneklerle gösteriyor ki Hak (أَلْحَقُّ) ve halk (أَلْخَلْقُ) 

aley­hine sürüp giden egemenliklerin tarih boyunca temsilci­si olmuş "k r a l" sadece yönetim yetkisi değil, ilahlık yetkisi de kullanmıştır. 


Kırılması gereken işte bu 

ikin­cisidir


Hûd Suresi 97. ayet: "Firavunun emri doğ­ruya ve güzele ulaştıran bir emir değildi." di­yor. 


Emr - أَلْأَمْرُ (söyleme, anlatma, egemenlik, yargı ve komu­ta yetkisi) Firavuna verilmiştir; Kur'an buna itiraz et­miyor. 

İtiraz edilen, bu yetkinin kötüye kullanımıdır.


Bu noktada, Kur'an'daki had - أَلْحَدُّ (çoğulu: hudûd - أَلْحُدُودُ) yani sınır kavramına dikkat çekmek gerekiyor. 


14 yerde ve çoğul olarak geçen hudûd (sınırlar) kelimesine, 

kulla­nıldığı yerlerin on üçünde "Allah" kelimesiyle tamlama yaptırılmıştır: 

Hudûdullah (حُدُودُاللّٰهُ - Allah'ın sınırları)

Bir yerde ise "Allah'ın Resulü'ne indirdiklerinin sınırları" (Tevbe, 97) şeklinde kullanılmıştır ki an­lam olarak diğerleriyle aynıdır. 


Kur'an bu sınırların aşılmamasını ısrarla istemektedir. 

Sınırları aşanlar azgınlıkla, zalimlikle suçlanmakta ve ebedî azapla tehdit edilmektedir.


O halde, hüküm-emir ve mülkte insana nasip veril­miştir, ama bu nasib’in çizgisini aşarak Allah'ın sınırları­na tecavüze yeltenmemesi insandan istenmiştir. 


Ne ya­zık ki insanoğlu bu tecavüzü sürekli işlemiş, ulûhiyet alanına girmekte çok cüretli, çok küstah davranmıştır

Tanrısal vahiy, insanı kendi sınırlarında kalıp o sınır­lar içinde yücelmeye çağırıyor. 


İnsana verilen, ona bol bol yeter, Yaratıcı'nın alanına girmekle kazanacağı hiç­ bir şey yoktur, ama kaybedeceği çok şey vardır.


Cenabı Hakk'ın mülk ve hakimiyetinin iki kategorik tecellisi (تجلي - manifestation) vardır: 


1- Tekvini (تكويني - ontolojik- kozmik) tecelli, 

2- Teşriî (تشريعي - yasa koyma-yönetme- yargılamaya ilişkin) tecelli. 


Tekvini yetki’de (السلطة التكويني  ontholohical authorityinsana asla ve asla pay ve paye vermeyen yüce Allah, teşriî alanda (ألساحة التشريعي -  legislative field) kulunu nasipli kılmıştır. 


Ancak ondan istediği bir şey vardır: 


Bu nasibini kulla­nırken O'nun indirip gösterdiklerine saygılı olmak ve kendisine ayrılan alanın dışına çıkmamak...


Bu bağlamda bir Kur'an inceliğine dikkat çekelim:


Hükmün Allah'a aidiyetini ifadeye koyan temel ayetlerde çoğumuzun gözden kaçırdığı bir ince­lik vardır ve şudur: 


O ayetlerdeki tanrısal be­yan o şekilde düzenlenmiştir ki, şu üç gerçeği aynı anda ortaya koymaktadır: 


1. Hüküm Al­lah'a aittir, 

2. Hükümde insanın da bir nasibi vardır, 

3. İnsan bu nasibini kullanırken Allah için hareket etmelidir.

En'am 57, 62; Yûsuf 40, 67; Kasas 70, 88; Gâfir, 12. ayetlerinde kullanılan bu ifade ;


 "İnil hükmü illa lillâh, el-hükmü lillâh" şeklindedir. 


Bu, aynı anda, hem "hüküm Allah'ındır" anlamını, hem de "hüküm Allah için olmalıdır" anlamını veren bir ifadedir. 


Bu bir mucize ifadedir. 


Çünkü Kur'an'daki hakimiyet kavramından ne anlaşılacağını, insana verilen hakimiyet yetkisinin nasıl kullanılması gerektiğini iki-üç keli­meyle ifade etmiştir.


Şu halde, din üzerinden siyaset yapan zihniyetlerin bağırıp çağırdıklarının aksine, Kur'an, insanın hiçbir hakimiyet yetkisi kullanamayacağını değil, kullanabileceğini göstermektedir. 


Ancak bu kullanım sırasında Allah'ın rızasının (hoşnutluğunun) unutulmaması gerekmektedir. 


İnsan hakimiyet kullanacaktır ama bu hakimi­yeti "Allah için" olacaktır.


Kur'an açısından hakimiyet kavramı ile ilgili sözün özünü, ünlü usulcü (metodolojist) Karafî (ölm. 684/1285) söylemiştir kanaatindeyiz. 


Diyor ki Karafî: 

  • Allah'ın hükmü, O'nun zâtıyla var olan kelamı demek­tir. 
  • Kitap (Kur'an) ve sünnetin lafızları O'nun hükmünün kendisi değil, delilleridir. 
  • O halde, Allah'ın, hükmediciye aktarılmış hükmü de olur.
  • Herhangi bir hakime tefviz edilmiş (dev­redilmiş) hüküm de Allah'ın hükmüdür." 

(Karafî; el-İhkâm, 58)


Esasen bu gerçek, dikkatli bakıldığında, daha tevhi­din formül cümlesi (Kelime-i Tevhîd) olan "La ilahe illallah : Allah'tan başka ilah yoktur, sadece Allah vardır"sözünde de dile getirilmiştir.


Bizce, Kur'an'ın hakimiyet anlayışının en ideal formülü kelime-i tevhidtir. 


Kelime-i tevhidin ortadan kaldırmak istediği "ilahlık" sadece metafizik- ontolojik anlamda bir ilahlık değildir; 

Bilakis, ondan daha önce ve önemli olarak, yarı ilah kralların örtülü uluhiyetleri yok edilmektedir. 


Şunu da ekleyelim: 


Hz. isa'­ nın: "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Kayser'in hakkını Kayser'e verin" sözü, bize göre mistik bir teslimiyet ifade etmiyor. 


Tam tersine ;

Hz. İsa ; o sözüyle kralın, egemenliği saptırarak, hakkı olmayan uluhiyet alanına girdiğini, onun o alandan çıkarılması gerektiğini söylemektedir. 


Kral, sadece siyasal egemenlik kullansın, uluhiyet alanına giren egemenliğe el atmaya kalkmasın. 


Peygamber, sadece siyasal egemenliğin bek­çiliğini yapmıyor, Allah'ın egemenliğine tecavüz azgın­lığını da engelliyor. 


Ve tabiî, nübüvvetinin bir uzantısı olarak, siyasal egemenliğin, bir görev olmaktan çıkarı­lıp ebedî bir hakka dönüştürülerek zulüm ve sömürü ara­cı yapılmasına da karşı çıkıyor. 


Bunun içindir ki ;

 H z . İsa, "Kralın hakkını krala verin!" gibi, görünüşte mistik bir teslimiyet ifade eden sözüne rağmen, hatta belki de o sözü söylediği için, ölüme mahkûm ediliyor.


Anlaşılan o ki ;

Hz. İsa'nın sözündeki gerçek anla­mı, İsa'yı izlediklerini söyleyen ruhban sınıfından çok, krallar ve onlara bağlı egemen sınıf kavramıştır.


Kelime-i tevhid ile egemenlikleri kırılan yarı ilah kralların bu güçleri yok edilince onu kim kullanıyor? Allah egemen oluyor denebilir. 

Ama unutmamak gerekir ki, Allah somut bir varlık değildir. 

Kitlelerin yönetimi ve adalet dağıtımı için somut bir egemen güce ihtiyaç vardır. 

Bu kimdir veya kimlerdir?

Kur'an, egemen gücü, insan olmaktan çı­karmıştır. 

Egemen güç, Allah'ın indirdiği-gösterdiğidir. 

Yani İLKELER... 

Bunu modern zama­nın hukuk diline çevirirsek, egemen güç huku­kun ilkeleridir. 

Modern hukuk anlayışının ittifak noktalarından biri olan bu tesbit, Kur'an'da yüzyıllarca önce verilmiştir. 

Ne var ki, onun hayata geçmesi için insanın çok uzun bir yol yürümesi gerekmekteydi.

Yol yürünmüş, çamura-dikene takıla takıla yürün­müş ve bugüne gelinmiştir. 

Bugün için sulta, artık ki­şinin veya kişilerin değildir, olmamalıdır. 

H ü k ü m e t edenler, sulta’nın sahibi değil, emanet taşıyan görevlileridir. 

Sulta’nın sahibi, tüzel kişilik olan devlettir deseniz bile, son tahlilde bu da yine hukukun egemenliği anlamına gelmektedir.


Hukukun egemenliği, yani ilkelerin egemenliği, yani Allah'ın indirdiği ile hükmetmek, modern hukuku, evrensel insanlık değerlerini reddetmeyi değil, İslam bünyesine Emevîler tarafından sokulmuş bulunan ve esası Hristiyanlığı yozlaştıran Pavlos'a çıkan 

sal­tanat anlayışını reddetmeyi gerektirir.


“Yöneticiye, zalim de olsa itaat etmek gerekir, çün­kü o, tanrısal iradeyi temsil ediyor." yolundaki anlayış, Hüseyin Hatemi'nin de açıkladığı gibi, Hristiyanlığa, Pavlos tarafından sokulmuştur, 

(bk. Romalılara Mektup, 13/1-7; Ayrıntılar için bk. Hatemi; Hukuk Devleti Öğretisi, 67-84))


E m e v î l e r tarafından İslam'a aktarılarak saltanatı desteklemek için kullanılan bu vahiy dışı tez (iddia), sonraki zamanlarda Emevî avukatlığı yapan ulema tarafından bir akide ilkesi olarak manifestonun içine şu şekilde yerleştirildi: 

“İmam (devlet başkanı-yönetici), ahlaksızlık­lar (fısk) ve zulümler (cevr) de sergilese azledilemez."


Bu anlayışı biraz irdelediğinizde, arkasında bir Emevî-Yahudi işbirliği bulmakta gecikmiyorsunuz. 


İSLAM’I TAHRÎB HIYANETİNDE EMEVİ’NİN EN BÜYÜK DESTEKÇİSİ YAHUDİ FESADIDIR


Bu fesadın üstadı ola­rak gördüğümüz kişi ise Ka'b el-Ahbâr (ölm. 33/653) adlı haham kâhindir (الحاخام الرائي - The Rabbi Seer). 


Bu HAİN HAHAM (الحاخام الخائن - The Traitorous Rabbi), daha o günden Kur'an'ın, adalet ve mutluluk yönetimini besleyecek te­mel dayanaklarını yok göstermede, hatta yıkmada ÇOK SİNSİ OYUNLAR oynamıştır. 


Birgün, İbn Abbas (ölm. 68/687) gibi bir bilgin sahabîye şunu diyebiliyor: 

"Ben Kur'an'da, zulmün, ülkenin harap olmasına yol açacağına ilişkin bir şey görmedim." 

İbn Abbas ona, onlarcası bulunan ayetlerden birini, Nemi Suresi'nin 52. ayetini okuyarak hainin ağzını kapatıyor. 

Ayet şudur: "İşte sana onların, işledikleri zulümler yüzünden çöküp ıpıssız kalmış barınakları! Hiç kuşkusuz, bunda, ilmi kullanan bir toplum için kesin bir ibret vardır."

(Ayrıntı için bk. Hatemi, 83-84)


Fısk ve cevr (günah ve vahşet) sergileyen yöneticilerin Emevî eğilimli fıkıhtan aldığı saltanat desteğini, onların arka­sında namazın caiz olduğuna ilişkin fetva çok güzel gös­terir. 


Bu fetvaya göre, bu tür yöneticilerin arkasında namaz kılmamak sünnete aykırıymış

(Bu fikri savunanlardan biri olarak bk. Şâtıbî; Muvafakat, 2/15). 


Halbuki Kur'an, Nisa 75, bu tür yöneticilere karşı savaşılmasını istiyor. 

Ama saltanat destekçisi fakihler, bırakın Nisa 75'i işletmeyi, saltanatçı hezeyanlara mesnet yaratmak için uydurma bir hadis de bulmuşlardır. 


Şöyle diyor o uydurma: 


“İyi huylu, fâcir (ahlaksız-günahkâr), hatta büyük günah işlemiş olsa bile, her kişinin arkasında farz namazları 

kılma­nız sizin için bir vecibedir." 

(Ebu Davûd, salât 62) 


Kur'an'ın ruhuna tamamen ters bu sözün Peygamberi­mize nisbetini kabul etmeyiz. 


Kaldı ki bu söz hadis kritikçileri tarafından da kabul edilmemiştir. 


İmam Ahmed b. Hanbel (ölm. 241/855) bu hadis için "Böyle bir hadisten haberimiz yok" demiştir. Darekutnî (ölm. 385/995) ve Ukaylî (ölm. 322/933) de adı geçen konuda bir hadis mevcut olmadığını bildirmişlerdir. 


İbn Hibbân (ölm. 354/965)ın zayıf hadisler arasında gösterdiği bu sözün güvenilmez olduğunu, uydurma hadisler alanı­nın en ünlü ustalarından biri olan Aclûnî ( ö l m . 1162/1748) de göstermektedir, 

(bk. Aclûnî; Keşfu'l-Hafa, 2/29). 


Saltanat ulemasının esas günahı, SULTANLARI BİR TÜR İLAH SEVİYESİNE ÇIKARAN ve bunun için muazzez Peygam­berimizi âlet eden "hadis" patentli ŞU HEZEYANI halkın zihnine sokmalarıdır: 


Sultan (kral), yeryüzünde Allah'ın gölgesidir - ألسلطان هو ظل الله في الأرض - The Sultan (king) is the shadow of Allah on earth"

 (Bu din ve akıl dışı hezeyanın uydurmalığı hakkında bk. Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/687; 2/69-70; 4/159-162. 

Bu konuda diğer uydurmaların eleştirisi için bk. Bâkırî, 218-220) 


Uydurmanın bir ifade­si de şudur: 


"Sultana sövmeyin, çünkü sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir - لا تسب السلطان لأنه ظل الله في الأرض - Do not curse the sultan, because the sultan is the shadow of Allah on earth" 

(bk. Elbânî, aynı eser, 5/289)


İnsanın kullanımına açılmayan hakimiyet türünün, dinde hüküm koyma yetkisi olduğunu saklamak:


Din üzerinden siyaset yapan kadroların dillerinden düşürmedikleri söylem, biraz derine inilirse kendileri­nin aleyhinedir. 


Şöyle ki:

Yönetim ve yargıda kendisine sınırlı bir hakimiyet verildiğini gördüğümüz insana, bu hakimiyetin bir tek alanda asla verilmediğini de Kur'an'dan öğreniyoruz. 


Bu alan din kurma, din kotarma ve dinde hüküm koyma alanıdır. 


Din kurma ve dinde hüküm yetkisi, ulûhiyetin devretme, uzlaşma ve bölünme kabul etmeyen yetkisidir. 


Allah bu yetkinin kullanı­mında katılım kabul etmez. 


Bu öylesine tartışılmaz bu gerçektir ki, dini insanlığa tebliğ eden peygamberlere bile dinde sadece elçilik görevi verilmiş, bu görevi ortak­lık biçiminde anlamaya kalkmamaları için çok titiz uyarılar yapılmıştır.


Allah'ın hakimiyetini politik egemenliklerinin da­yanağı gibi kullananlara dikkatle bakılırsa görülür ki bunlar, eski ulemanın MEZHEB VE TARİKAT KABULLERİNİ DİN’İN TARTIŞILMAZ ESASLARI haline getirerek Allah'ın ha­kimiyet alanına pervasızca girmiş ve o alanı talan et­mişlerdir. 


Şu, "İslam Hukuku" dediğimiz kabullerin binlerce cinayete kılıf yapılan "ta'zîr - ألتعزير - punishment" kavramına ba­kın.


Nedir ta'zîr - التعزير - punishment? 


Cezası din tarafından belirlenmemiş suçların azaltılması veya durdurulması için kamu otoritesinin, takdir yetkisini kullanarak bazı sakındırıcı, caydırıcı önlemler alması... 


Ta'zîrin fıkha girişi işte bu söylemle olmuştur. 


Fakat sonradan bu ta'zîr, sultanlara ve onlara vekâleten vezirlere ve kadılara, dilediği cezayı, dilediği gerekçeyi öne sürerek verme yetkisi tanıyan bir hukuk ilkesine dönüştürülmüş ve binlerce masumun hakkını ve canını elinden alma aracı yapılmıştır.


Emevî kralı Muaviye (ölm. 60/679) tarafından baş­latılan, Abbasîler döneminde kurumlaşan ve Osmanlı­larda hukuk normuna dönüştürülen "siyaseten katil - القتل السياسي - The political killing" (devlet başkanının, devletin geleceğine zarar verici gör­düğü kişi veya kişileri öldürme yetkisi) işte bu "ta'zîr"in bir ürünüdür. 


Ta'zîr, bir tür ikinci din koyuculuk kurumu gibi işletilmiş, halifelere, sultanlara bir tür "şâri -شارع - religion maker"' (kanun koyucu, din koyucu) sıfatı kazandırmıştır.


Günümüz devletlerini, özellikle Türkiye Cumhuriye­tini "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek" ile suçlayanların, bu ta'zîr cinayetlerini İslam'ın neresine koyup hangi Kur'an ayetiyle açıklayacakları ciddi bir merak konusudur. 


Ve bu merak artarak devam etmekte­dir.


  • Allah'ın indirdikleri arasında "siyaseten katil" var mı? 
  • Resul'ün halefi (halife) unvanıyla yüceltilen ki­şiler içinde öyleleri var ki icraatlarını değil İslam,            Fi­ravunluk bile kabul etmez. 


İşte bazı örnekler:


 II. Velid (dönemi: 125-126/743-744), saray hareminden bazı kadınları imamlık göreviyle mescidlere tayin ediyordu. 

Aynı Velid'in camilerde şarap sofraları kurdurduğu da tarih kayıtlarına geçmiştir, 

(bk. Ahmet Mumcu; Osmanlı Devletinde Siyaseten Katil, 13)


Yine aynı Velid, tahta çıktığında, servet sahibi olduğu­nu belirlediği birçok insanı, servetlerine el koymak için siyaseten katlettirdi.


Velid'in yerine geçen II. Mervan yine aynı gerek­çeyi ileri sürerek pek çok insanı, o arada II. Velid'in çocuklarını katlettirdi, 

(bk. Mumcu, 14)

Bunları ve benzeri binlerce zulmü işleyenler, bugün­kü sistemleri ve kişileri eleştirenlerce "selef-i sâlihîn - The righteous predecessors - temiz-barışçı geçmişlerimiz" diye anılmaktadır. 

Üstlerine gidildiğinde, şeytanî savunma hazırdır: 

Biz hepsi iyiydi demek istemiyoruz, istisnalar kuralı bozmaz..

Peki, o zaman neden şimdikilerin hepsinin iyi olma­sını şart koşuyorsunuz, istisnalar şimdi nasıl oluyor da kuralı bozuyor!?


Kaldı ki, elli yıla yakın bir zamanı dolduran çalış­ma ve araştırmalarımız bize bu "ilahlaştırılan eski­lerin (السلف المؤلهون - The deified predecessors), Kur'an'ı siyaset ve menfaata uydurma açısından herhangi bir istisnasını da göstermiş değildir.


Allah'ın insana verdiği görev icabı, hakimiyeti kıs­men kullanabileceği alana engeller yığıp, Allah'ın "Asla yaklaşmayın!" dediği alanda keyfince dolaş­mak, sonra da Allah'ın vekili edasıyla ona-buna haki­miyet dersi vermek, İslam dünyasında ucuz politikala­rın sermayesi (رأسمال السياسات الفاشلة في العالمالإسلامي - Capital of worthless policies in the Islamic world) olmaya devam etmektedir.


Allah'ın hakimiyeti mi? 


O zaman, vahyin son ayeti indiği gün kemale erdirilen, 

tamam­lanan ve adı islam olarak konan

(.. الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا ... This day, I have perfected your religion for you, completed My favor upon you, and have chosen for you ISLAM as your religion) şu Kur'an dinine so­kulmuş ilave hükümleri bu dinden çıkaralım! 


Bu din adına tartışılmaz tek kitapla tartışılmaz tek insanın yanına-yöresine eklenen ve "tartış­ma üstü" ilan edilen yüzlerce zübür (yapay kutsal kitap) ve kişiyi ümmetin yakasından düşü­relim.


"Politik egemenlikte ben öne geçmek istiyo­ r u m " söylemi, beşeri bir istek ve arzudur; 

Bundan şikâ­yetçi de olunamaz. 


Ama bu arzuyu hedefine vardırmak için Allah'ı ve dini paravan yapıp, bilimin ve dinin kav­ramlarını saltanat hesaplarına uydurmak kısa vadede ne kazandırırsa kazandırsın, sonu hüsran olur. 


Tarih bunun tanığıdır. 

Dahası, Kur'an bunun belgesidir.


Allah'ın indirip gösterdiğini sadece din buyrukları sanmak:


Allah'ın indirdiği ile hükmetme ilkesi de yozlaştırılmamalı; yapısına yakışır biçimde anlaşılmalıdır.


Allah'ın indirdiği sadece din buyrukları de­ğildir.


Yine dinin delaletiyle şu değerler de "Al­lah'ın indirdiği" kavramının içindedir: 

Bunlar: 

1. Varlık, hayat ve insana egemen olan sünnetullah (yaratılış kanunları), 

2. Allah'ın, işletil­mesini ısrarla emrettiği ve evrenin sırlarını çözücü kıldığı AKIL, 

3. BİLİM,

4. Mâruf yani ortak-evrensel insanlık kabulleri.


Varlık yasalarıyla akla ters düşmüş kişi veya züm­relerin, hesaplarına uygun buldukları birkaç din buyruğunu, te’villerle öne çıkarıp Allah savunuculuğu (hâşâ) yapmaları hüzün vericidir. 


Unutulmamalıdır ki "Genel hidayet aracı akıldır." 

(Râgıb; el-Müfredât, hidayet md.)


Din buyrukları akıl ile birlikte hidayet aracıdır. 

Ay­rıca, akıl ile nakil (din verileri) çelişir görünse aklın verileri esas alınır. 

Çünkü akıl geneldir. 

O halde, Allah'ın indirdiğinin ilk kısmı akıldır. 


Bu de­mektir ki, eğer Allah adına, O'nun dini adına konuş­mak gibi bir hak ve ödevden söz edeceksek bilmeliyiz ki, bu hak öncelikle AKLIN VE VARLIK KANUNLARININ HAKKINI VERENLERİNDİR. 


Akla ve o kanunlara tersliği âdeta DİN HALİNE GETİRMİŞ OLAN benliklerin "Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik yağdırır" (Yûnus, 100) diyen bir kitabın dini adına avukatlık yapma cüretleri ve yüzleri olmamak gerekir.


Kur'an'ı anayasa diye anmak:


Hakimiyet kavramını siyasal çıkarlar için istismar edenlerin işledikleri bir HATA da "Anayasa Kur'an ol­malıdır" sloganını kullanmalarıdır.


Bu söylem Kur'an'a açık bir saygısızlıktır. 

Çünkü anayasa, toplumdan topluma değişen bir belgedir. 


Devlet sayısı kadar anayasa vardır ve olmalıdır. 


Müslüman ülkelerin de kendilerine özgü anayasaları vardır ve olacaktır. 

Kur'an, TÜM İNSANLIĞIN UFUK KİTABI olarak ana­yasalara ruh verecektir. 


Kur'an, anayasaların anayasasıdır. 


Ona, "anayasalara ufuk ve ışık veren k i t a p" denebilir ama anayasa denemez. 


Denirse Kur'an küçültülmüş olur.


Bu söylemdeki ikinci hata, hukuk tekniği açısından işlenen bir hatadır. 

Kur'an'ın muhtevası onu her­ hangi bir kitap türüyle eşitlememize izin ver­mez. 

Kur'an'da her kitap türünden bir şeyler vardır. 

Kur'an'da kıssalar, övgüler, yergiler, tasvirler, bilimsel tespitler vs. iç içedir. 

Bir anayasada böyle şeyler asla olmaz. 

Anayasa, nihayet 60-70 sayfalık bir kitle­sel mutabakat belgesidir. 


Kur'an ise özgün şekliyle 604 sayfa, tercüme halinde ise bazan 700-800 sayfalık çok hacimli bir kitaptır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder