HAKİMİYET (ألحكم - The Sovereignty), (Sh. 247-263)
Türkçe'de kullandığımız hakimiyet kelimesinin verdiği anlamı Arapça'da hüküm (el-hükm), mülk, emr ve siyâdet kelimeleri vermektedir.
Kur'an'da bunların ilk üçü kullanılmaktadır.
Hükm; egemenlik, yargı, problem çözümünde son sözü söyleme yetkisi demektir.
Mülk, hem mülkiyet hem de egemenlik ve yönetim anlamında kullanılmaktadır.
Emr, iş-oluş, yönetim, emir-komuta anlamlarında bir sözcüktür.
Siyâdet ise efendilik, egemenlik, öncülük karşılığı kullanılır.
Batı dillerinde egemenlik karşılığı kullanılan kelime ufak yazım ve telaffuz farkıyla aynıdır:
İngilizce'de sovereignty, Fransızca'da souverainete, Almanca'da souveranitat.
Bunların tümü, eski Roma'da,
egemenlik ve yargı yetkisi anlamını veren suprema potestas veya imperium tâbirlerinin karşılığıdır.
Hüküm ve hakimiyetin kökü olan hakeme (sonu, yuvarlak Ta ile isim - حَكَمَةٌ), yular anlamındadır. Hayvanı hakemelemek denir ki yularla zaptetmek demektir.
Buradan hareket eden Râgıb el- Isfahanî, "Hüküm, ıslah için engel koymak anlamındadır" diyor. Örneğin Araplar, "Ayak takımınızı ihkâm edin" yani hakemeleyin- hüküm altına alın derler,
(bk. Râgıb; Müfredat, HKM. Maddesi)
Tüm bunlardan anlaşılır ki hüküm vermekte ve hakimiyette zecir (zorlama), ceza, hatta bazan şiddet olabilmekte, ancak bunlara daima ıslah için ve adaleti ayakta tutmak maksadıyla başvurulmaktadır.
Hüküm kökünden sözcükler Kur'an'da isim ve fiil olarak 90 civarında yerde kullanılmıştır. Bunların büyük bir kısmı, hüküm vermede Allah'ı öne çıkarmaktadır.
Ama hemen söyleyelim ki Kur'an, "Allah'ın gösterdiğini ve indirdiğini" dikkate almak şartıyla, insana da hüküm verme yetkisi yani hakimiyet hakkı tanımaktadır.
Bütün mesele bunun sınırlarını belirlemede hataya düşmemektir.
Mülk için de aynı tespiti yapmak mümkündür.
Bir kere, mülk kökünden gelen Mâlik - أَلْمَالِكُ (mülk yetkisini kullanan, mülke sahip olan), Melik-Melîk - أَلْمَلِكُ - أَلْمَلِيكُ (saltanat sahibi, kral) kelimeleri Allah'ın isim-sıfatlarındandır ve tümü Kur'an'da kullanılmıştır.
Bunun da ötesinde Allah, Mâlikü'l-mülktür - أَلْمَالِكُ الْمُلْكُ, yani mülk yetkisinin sahibidir.
Allah aynı zamanda Melik ve Melîk'tir.
Yani egemenlik yetkisinin de mutlak sahibidir.
“Hak Melik O'dur." (bk. Tâhâ, 114; Müminûn, 116)
O, aynı zamanda "Güçlü Melîk'tir." (Kamer, 55)
“Tüm insanların Melik'i" (Nas, 2) de O'dur.
Hem tüm mülkiyet onundur, hem de tüm egemenlik ve yargı yetkisi, (örnek olarak bk. Âli İmran, 26; A'raf, 128; Fâtır, 13; Zümer, 6 ).
Bir egemen kudrettir ki Allah, "Mülkü elinde tutar." (Mülk, 1) "Göklerin ve yerin mülkü O'na aittir."
Bu son cümle Kur'an'da 30 civarında ayette değişik bağlamlarda tekrarlanmıştır.
(Örnek olarak bk. Bakara, 107; Âli İmran, 189; Mâide, 17, 18, 40, 120; Tevbe, 116; Fetih, 14; Hadîd, 2, 5)
Allah sadece yaratmaz, iş ve oluşları, yönetimi (el-emr) de kotarır.
“Gözünüzü açın! Yaratış da O'nundur, emr de/yaratılış da O'nun içindir, iş-oluş ve yönetim de... Öylesine yücedir O, âlemlerin Rabbi!"
(Araf, 54)
Ve: "Tüm emirler yalnız O'na döndürülür."
(Bakara, 210; Fâtır, 4; Hadîd, 5)
BİD'ATLAR, HURAFELER
* İnsanın hüküm yetkisinin olmadığını iddia etmek:
Mutlak hâkim ve Mâlik Allah'tır,
(bk. En'am, 57, 62; Yûsuf, 40, 67; Kasas, 70, 88; Fâtır, 13; Zümer, 6)
Yani söz, karar ve tasarruf O'nundur.
O halde O, bu mutlak hakimiyetnin kendisine verdiği yetkiyle yaratıklarından birine, örneğin insana hakimiyet hakkı verebilir.
Elbette ki vereceği bu hakimiyet, yaratılmışın yaratılmışlığına uygun çaptaolacaktır.
Yani mutlak hakimiyet sürekli Allah'ta kalacaktır.
Şimdi önemli soru şudur:
Mutlak hakim olan Allah, insana, kulluk imkânları içinde
kullanacağı bir hakimiyet yetkisi vermiş midir, vermemiş midir?
Kur'an'ın açık beyanlarına göre, insana bu hakimiyet verilmiştir.
Hüküm yetkisi öncelikle peygamberlere verilmiştir,
(bk. Bakara, 213; Nisa, 65; Mâide, 42, 44; Nûr, 48, 51; Enbiya, 78, 79; Sad, 22, 26)
Ancak, bu yetki, peygamberliğin bir parçası değildir.
Peygambere ayrıca verilmiş olması gerekir.
Yani peygamber ya melik-nebi (yani kral-peygamber) olur, ya abd-resul (kul-peygamber) olur.
İkinci kategoriye giren peygamberlerde meliklik (krallık) yetkisi yoktur.
Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed, melik-nebi (kral peygamber) olmakla abd-resul (kul-peygamber) olmak arasında serbest bırakıldı; kendisi ikinci kategoriyi (yani kul peygamberliği) seçti.
Hz. Davûd ve Hz. Süleyman gibi bazı peygamberler ise nebilikleriyle birlikte meliklik (krallık) sıfatını da
almışlardır,
(bk. İbn Teymiye; el-Furkan, 27-28)
Onun içindir ki Hz. Muhammed yaşadığı toplumun, devlet başkanı sıfatıyla yönetimini üstleneceği zaman, Allah ona bey'at ve şûraya gitme emri verdi.
Çünkü onun nübüvveti içinde meliklik (krallık) kendiliğinden yoktu.
O, abd-resul (kul-peygamber) kimliğini tercih etmişti.
Bunun bizim için birinci derecede önemli olan mesajı ;
Ümmet olarak yönetimde bey'at ve şûra üzere gitmemizin kaçınılmazlığıdır.
Zaten, peygamberliğin bizim Peygamberimizle bitmiş olmasının bir anlamı da budur.
Peygamberler dışında hiçbir insanın ALLAH ADINA YÖNETME VE REİSLİK YAPMA yetkisi yoktur.
Mülkün (toprak ve egemenliğin) de sahibi Allah'tır.
Çünkü Mâlikü'l-mülk de O'dur. Kur'an, insana mülk yetkisinin de verildiğini bildirmektedir:
“Allah, mülkünü dilediğine vermektedir."
(Bakara, 247)
Başka bir deyimle, mâlik, melik ve melîk sıfatları aynı zamanda insan için de kullanılmaktadır,
(bk. Bakara, 246, 247; Mâide, 20; Yûsuf, 43, 50, 54, 72, 76, Kehf, 79; Nemi, 34)
Tıpkı hakimiyette olduğu gibi, mülk yetkisi de öncelikle peygamberlere verilmiştir,
(bk. Bakara, 248; Sâd, 20, 35)
İnsana verilen hüküm/hakimiyet yetkisi sadece nebiler için söz konusu değildir.
Kur'an, nebiler dışında insanların da bu yetkiye sahip kılındığını göstermektedir.
Ancak insanın hüküm yetkisi kullanmasından söz eden ayetler üç kavramın altını çizmektedir.
Bunlar:
1. Adalet,
2. Allah'ın indirdiği,
3. Allah'ın gösterdiğidir.
Şimdi bu ayetleri görelim:
"Şu bir gerçek ki Allah size, emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmedince de adaletle hükmetmenizi emrediyor..."
(Nisa, 58)
"Şu bir gerçek ki biz sana bu kitabı, insanlar arasında, Allah'ın sana gösterdiği ile hükmedesin diye hak olarak indirdik. Sakın hainlere yardakçı olma!"
(Nisa, 105)
"Kim ki Allah'ın indirdiği ile hükmetmez, küfre batmışların ta kendileridir onlar.... Zalimlerin ta kendileridir onlar... Fâsıkların ta kendileridir onlar."
(Mâide, 44, 45, 47)
İnsanın hakimiyet yetkisinin olduğu tartışmasızdır.
Ancak bu hakimiyet Allah'ın indirdiği, gösterdiği ilkeler çerçevesinde ve adalet üzere olacaktır.
Tartışmaların çıktığı anda da yeniden Allah'a başvurulacaktır: "Bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah'adır."
(Şûra, 10)
Yalnız bu ayet bile insanın hakimiyet yetkisine sahip kılındığını göstermeye yeter.
Çünkü, tartışmanın çıkması hakimiyetin kullanılması halinde mümkündür.
Hakimiyeti kullananlar arasında tartışma çıktığında son sözü Allah'a bırakacaklardır.
Bu ayet ayrıca insanın kullanacağı egemenliğin sınırlı, Allah'ınkinin sınırsız olduğunu da göstermektedir.
Yani, mutlak ve ontolojik hakimiyet (ultimate sovereignty) Allah'ındır.
Bunu, insanın kullanımına bırakılan siyasal hakimiyet (exercise of power) ile karıştırıp "Hakimiyet Allah'ındır" diye bağırmak, aslında ALLAH’A SAYGININ DEĞİL, SAYGISIZLIĞIN İFADESİDİR.
Çünkü bu söz, Allah'ın insana verdiği bir göreve itiraz anlamı taşır.
Kısacası, Allah'ın mutlak hakimiyetini işleterek kuluna verdiği bir görevin yerine getirilmesini, Allah'ın büyüklüğünü öne sürerek savsaklamak büyük bir yanlıştır.
Allah'ın büyüklüğü ve Allah'a saygı Allah'ın emirlerini dışlamak için kullanılamaz.
Kur'an'ın, Allah'ın egemenliğini ısrarla dile getirmesi, insanın hiçbir egemenlik hakkının olmadığını göstermek için değil, mutlak egemenliğe göz diken insan hırsını dizginlemek ve insana haddini bildirmek içindir.
Bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Şunu gayet açık bilmekteyiz:
Modern zamanları bir kenara koyarsak, tarih boyunca, egemenliğin (sulta’nın) tek sahibi sayılan kral-sultan, aynı zamanda yarı ilah-gölge ilah bir varlık olarak görülmüştür.
Kur'an, bu inceliğe dikkat çekerken eski Mısır Firavunları ile Hz. İbrahim'in karşı çıktığı Nemrut'u örnek vermektedir.
Bunların birincisi, yönettiği Mısır halkına: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (Nâziât, 24) diyordu. Nemrut ise, Allah'ın yaratıcılığından, var ediciliğinden söz açan İbrahim'e: "Ben de diriltir, ben de öldürürüm" (Bakara, 258) diye cevap veriyordu.
Ne ilginçtir ki Kur'an, bu iki yarı ilah kralın, sergiledikleri saçmalığı (bühtanı) kendilerine verilmiş bulunan mülk ve saltanatın verdiği azgınlıkla yaptıklarını söylemektedir.
Kur'an'ı rahatsız eden, mülk ve saltanatın İŞTE BU ŞEKİLDE KÖTÜYE KULLANILMASIDIR.
Kur'an bu örneklerle gösteriyor ki Hak (أَلْحَقُّ) ve halk (أَلْخَلْقُ)
aleyhine sürüp giden egemenliklerin tarih boyunca temsilcisi olmuş "k r a l" sadece yönetim yetkisi değil, ilahlık yetkisi de kullanmıştır.
Kırılması gereken işte bu
ikincisidir.
Hûd Suresi 97. ayet: "Firavunun emri doğruya ve güzele ulaştıran bir emir değildi." diyor.
Emr - أَلْأَمْرُ (söyleme, anlatma, egemenlik, yargı ve komuta yetkisi) Firavuna verilmiştir; Kur'an buna itiraz etmiyor.
İtiraz edilen, bu yetkinin kötüye kullanımıdır.
Bu noktada, Kur'an'daki had - أَلْحَدُّ (çoğulu: hudûd - أَلْحُدُودُ) yani sınır kavramına dikkat çekmek gerekiyor.
14 yerde ve çoğul olarak geçen hudûd (sınırlar) kelimesine,
kullanıldığı yerlerin on üçünde "Allah" kelimesiyle tamlama yaptırılmıştır:
Hudûdullah (حُدُودُاللّٰهُ - Allah'ın sınırları).
Bir yerde ise "Allah'ın Resulü'ne indirdiklerinin sınırları" (Tevbe, 97) şeklinde kullanılmıştır ki anlam olarak diğerleriyle aynıdır.
Kur'an bu sınırların aşılmamasını ısrarla istemektedir.
Sınırları aşanlar azgınlıkla, zalimlikle suçlanmakta ve ebedî azapla tehdit edilmektedir.
O halde, hüküm-emir ve mülkte insana nasip verilmiştir, ama bu nasib’in çizgisini aşarak Allah'ın sınırlarına tecavüze yeltenmemesi insandan istenmiştir.
Ne yazık ki insanoğlu bu tecavüzü sürekli işlemiş, ulûhiyet alanına girmekte çok cüretli, çok küstah davranmıştır.
Tanrısal vahiy, insanı kendi sınırlarında kalıp o sınırlar içinde yücelmeye çağırıyor.
İnsana verilen, ona bol bol yeter, Yaratıcı'nın alanına girmekle kazanacağı hiç bir şey yoktur, ama kaybedeceği çok şey vardır.
Cenabı Hakk'ın mülk ve hakimiyetinin iki kategorik tecellisi (تجلي - manifestation) vardır:
1- Tekvini (تكويني - ontolojik- kozmik) tecelli,
2- Teşriî (تشريعي - yasa koyma-yönetme- yargılamaya ilişkin) tecelli.
Tekvini yetki’de (السلطة التكويني - ontholohical authority) insana asla ve asla pay ve paye vermeyen yüce Allah, teşriî alanda (ألساحة التشريعي - legislative field) kulunu nasipli kılmıştır.
Ancak ondan istediği bir şey vardır:
Bu nasibini kullanırken O'nun indirip gösterdiklerine saygılı olmak ve kendisine ayrılan alanın dışına çıkmamak...
Bu bağlamda bir Kur'an inceliğine dikkat çekelim:
Hükmün Allah'a aidiyetini ifadeye koyan temel ayetlerde çoğumuzun gözden kaçırdığı bir incelik vardır ve şudur:
O ayetlerdeki tanrısal beyan o şekilde düzenlenmiştir ki, şu üç gerçeği aynı anda ortaya koymaktadır:
1. Hüküm Allah'a aittir,
2. Hükümde insanın da bir nasibi vardır,
3. İnsan bu nasibini kullanırken Allah için hareket etmelidir.
En'am 57, 62; Yûsuf 40, 67; Kasas 70, 88; Gâfir, 12. ayetlerinde kullanılan bu ifade ;
"İnil hükmü illa lillâh, el-hükmü lillâh" şeklindedir.
Bu, aynı anda, hem "hüküm Allah'ındır" anlamını, hem de "hüküm Allah için olmalıdır" anlamını veren bir ifadedir.
Bu bir mucize ifadedir.
Çünkü Kur'an'daki hakimiyet kavramından ne anlaşılacağını, insana verilen hakimiyet yetkisinin nasıl kullanılması gerektiğini iki-üç kelimeyle ifade etmiştir.
Şu halde, din üzerinden siyaset yapan zihniyetlerin bağırıp çağırdıklarının aksine, Kur'an, insanın hiçbir hakimiyet yetkisi kullanamayacağını değil, kullanabileceğini göstermektedir.
Ancak bu kullanım sırasında Allah'ın rızasının (hoşnutluğunun) unutulmaması gerekmektedir.
İnsan hakimiyet kullanacaktır ama bu hakimiyeti "Allah için" olacaktır.
Kur'an açısından hakimiyet kavramı ile ilgili sözün özünü, ünlü usulcü (metodolojist) Karafî (ölm. 684/1285) söylemiştir kanaatindeyiz.
Diyor ki Karafî:
- Allah'ın hükmü, O'nun zâtıyla var olan kelamı demektir.
- Kitap (Kur'an) ve sünnetin lafızları O'nun hükmünün kendisi değil, delilleridir.
- O halde, Allah'ın, hükmediciye aktarılmış hükmü de olur.
- Herhangi bir hakime tefviz edilmiş (devredilmiş) hüküm de Allah'ın hükmüdür."
(Karafî; el-İhkâm, 58)
Esasen bu gerçek, dikkatli bakıldığında, daha tevhidin formül cümlesi (Kelime-i Tevhîd) olan "La ilahe illallah : Allah'tan başka ilah yoktur, sadece Allah vardır"sözünde de dile getirilmiştir.
Bizce, Kur'an'ın hakimiyet anlayışının en ideal formülü kelime-i tevhidtir.
Kelime-i tevhidin ortadan kaldırmak istediği "ilahlık" sadece metafizik- ontolojik anlamda bir ilahlık değildir;
Bilakis, ondan daha önce ve önemli olarak, yarı ilah kralların örtülü uluhiyetleri yok edilmektedir.
Şunu da ekleyelim:
Hz. isa' nın: "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Kayser'in hakkını Kayser'e verin" sözü, bize göre mistik bir teslimiyet ifade etmiyor.
Tam tersine ;
Hz. İsa ; o sözüyle kralın, egemenliği saptırarak, hakkı olmayan uluhiyet alanına girdiğini, onun o alandan çıkarılması gerektiğini söylemektedir.
Kral, sadece siyasal egemenlik kullansın, uluhiyet alanına giren egemenliğe el atmaya kalkmasın.
Peygamber, sadece siyasal egemenliğin bekçiliğini yapmıyor, Allah'ın egemenliğine tecavüz azgınlığını da engelliyor.
Ve tabiî, nübüvvetinin bir uzantısı olarak, siyasal egemenliğin, bir görev olmaktan çıkarılıp ebedî bir hakka dönüştürülerek zulüm ve sömürü aracı yapılmasına da karşı çıkıyor.
Bunun içindir ki ;
H z . İsa, "Kralın hakkını krala verin!" gibi, görünüşte mistik bir teslimiyet ifade eden sözüne rağmen, hatta belki de o sözü söylediği için, ölüme mahkûm ediliyor.
Anlaşılan o ki ;
Hz. İsa'nın sözündeki gerçek anlamı, İsa'yı izlediklerini söyleyen ruhban sınıfından çok, krallar ve onlara bağlı egemen sınıf kavramıştır.
Kelime-i tevhid ile egemenlikleri kırılan yarı ilah kralların bu güçleri yok edilince onu kim kullanıyor? Allah egemen oluyor denebilir.
Ama unutmamak gerekir ki, Allah somut bir varlık değildir.
Kitlelerin yönetimi ve adalet dağıtımı için somut bir egemen güce ihtiyaç vardır.
Bu kimdir veya kimlerdir?
Kur'an, egemen gücü, insan olmaktan çıkarmıştır.
Egemen güç, Allah'ın indirdiği-gösterdiğidir.
Yani İLKELER...
Bunu modern zamanın hukuk diline çevirirsek, egemen güç hukukun ilkeleridir.
Modern hukuk anlayışının ittifak noktalarından biri olan bu tesbit, Kur'an'da yüzyıllarca önce verilmiştir.
Ne var ki, onun hayata geçmesi için insanın çok uzun bir yol yürümesi gerekmekteydi.
Yol yürünmüş, çamura-dikene takıla takıla yürünmüş ve bugüne gelinmiştir.
Bugün için sulta, artık kişinin veya kişilerin değildir, olmamalıdır.
H ü k ü m e t edenler, sulta’nın sahibi değil, emanet taşıyan görevlileridir.
Sulta’nın sahibi, tüzel kişilik olan devlettir deseniz bile, son tahlilde bu da yine hukukun egemenliği anlamına gelmektedir.
Hukukun egemenliği, yani ilkelerin egemenliği, yani Allah'ın indirdiği ile hükmetmek, modern hukuku, evrensel insanlık değerlerini reddetmeyi değil, İslam bünyesine Emevîler tarafından sokulmuş bulunan ve esası Hristiyanlığı yozlaştıran Pavlos'a çıkan
saltanat anlayışını reddetmeyi gerektirir.
“Yöneticiye, zalim de olsa itaat etmek gerekir, çünkü o, tanrısal iradeyi temsil ediyor." yolundaki anlayış, Hüseyin Hatemi'nin de açıkladığı gibi, Hristiyanlığa, Pavlos tarafından sokulmuştur,
(bk. Romalılara Mektup, 13/1-7; Ayrıntılar için bk. Hatemi; Hukuk Devleti Öğretisi, 67-84))
E m e v î l e r tarafından İslam'a aktarılarak saltanatı desteklemek için kullanılan bu vahiy dışı tez (iddia), sonraki zamanlarda Emevî avukatlığı yapan ulema tarafından bir akide ilkesi olarak manifestonun içine şu şekilde yerleştirildi:
“İmam (devlet başkanı-yönetici), ahlaksızlıklar (fısk) ve zulümler (cevr) de sergilese azledilemez."
Bu anlayışı biraz irdelediğinizde, arkasında bir Emevî-Yahudi işbirliği bulmakta gecikmiyorsunuz.
İSLAM’I TAHRÎB HIYANETİNDE EMEVİ’NİN EN BÜYÜK DESTEKÇİSİ YAHUDİ FESADIDIR.
Bu fesadın üstadı olarak gördüğümüz kişi ise Ka'b el-Ahbâr (ölm. 33/653) adlı haham kâhindir (الحاخام الرائي - The Rabbi Seer).
Bu HAİN HAHAM (الحاخام الخائن - The Traitorous Rabbi), daha o günden Kur'an'ın, adalet ve mutluluk yönetimini besleyecek temel dayanaklarını yok göstermede, hatta yıkmada ÇOK SİNSİ OYUNLAR oynamıştır.
Birgün, İbn Abbas (ölm. 68/687) gibi bir bilgin sahabîye şunu diyebiliyor:
"Ben Kur'an'da, zulmün, ülkenin harap olmasına yol açacağına ilişkin bir şey görmedim."
İbn Abbas ona, onlarcası bulunan ayetlerden birini, Nemi Suresi'nin 52. ayetini okuyarak hainin ağzını kapatıyor.
Ayet şudur: "İşte sana onların, işledikleri zulümler yüzünden çöküp ıpıssız kalmış barınakları! Hiç kuşkusuz, bunda, ilmi kullanan bir toplum için kesin bir ibret vardır."
(Ayrıntı için bk. Hatemi, 83-84)
Fısk ve cevr (günah ve vahşet) sergileyen yöneticilerin Emevî eğilimli fıkıhtan aldığı saltanat desteğini, onların arkasında namazın caiz olduğuna ilişkin fetva çok güzel gösterir.
Bu fetvaya göre, bu tür yöneticilerin arkasında namaz kılmamak sünnete aykırıymış.
(Bu fikri savunanlardan biri olarak bk. Şâtıbî; Muvafakat, 2/15).
Halbuki Kur'an, Nisa 75, bu tür yöneticilere karşı savaşılmasını istiyor.
Ama saltanat destekçisi fakihler, bırakın Nisa 75'i işletmeyi, saltanatçı hezeyanlara mesnet yaratmak için uydurma bir hadis de bulmuşlardır.
Şöyle diyor o uydurma:
“İyi huylu, fâcir (ahlaksız-günahkâr), hatta büyük günah işlemiş olsa bile, her kişinin arkasında farz namazları
kılmanız sizin için bir vecibedir."
(Ebu Davûd, salât 62)
Kur'an'ın ruhuna tamamen ters bu sözün Peygamberimize nisbetini kabul etmeyiz.
Kaldı ki bu söz hadis kritikçileri tarafından da kabul edilmemiştir.
İmam Ahmed b. Hanbel (ölm. 241/855) bu hadis için "Böyle bir hadisten haberimiz yok" demiştir. Darekutnî (ölm. 385/995) ve Ukaylî (ölm. 322/933) de adı geçen konuda bir hadis mevcut olmadığını bildirmişlerdir.
İbn Hibbân (ölm. 354/965)ın zayıf hadisler arasında gösterdiği bu sözün güvenilmez olduğunu, uydurma hadisler alanının en ünlü ustalarından biri olan Aclûnî ( ö l m . 1162/1748) de göstermektedir,
(bk. Aclûnî; Keşfu'l-Hafa, 2/29).
Saltanat ulemasının esas günahı, SULTANLARI BİR TÜR İLAH SEVİYESİNE ÇIKARAN ve bunun için muazzez Peygamberimizi âlet eden "hadis" patentli ŞU HEZEYANI halkın zihnine sokmalarıdır:
“Sultan (kral), yeryüzünde Allah'ın gölgesidir - ألسلطان هو ظل الله في الأرض - The Sultan (king) is the shadow of Allah on earth"
(Bu din ve akıl dışı hezeyanın uydurmalığı hakkında bk. Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/687; 2/69-70; 4/159-162.
Bu konuda diğer uydurmaların eleştirisi için bk. Bâkırî, 218-220)
Uydurmanın bir ifadesi de şudur:
"Sultana sövmeyin, çünkü sultan yeryüzünde Allah'ın gölgesidir - لا تسب السلطان لأنه ظل الله في الأرض - Do not curse the sultan, because the sultan is the shadow of Allah on earth"
(bk. Elbânî, aynı eser, 5/289)
* İnsanın kullanımına açılmayan hakimiyet türünün, dinde hüküm koyma yetkisi olduğunu saklamak:
Din üzerinden siyaset yapan kadroların dillerinden düşürmedikleri söylem, biraz derine inilirse kendilerinin aleyhinedir.
Şöyle ki:
Yönetim ve yargıda kendisine sınırlı bir hakimiyet verildiğini gördüğümüz insana, bu hakimiyetin bir tek alanda asla verilmediğini de Kur'an'dan öğreniyoruz.
Bu alan din kurma, din kotarma ve dinde hüküm koyma alanıdır.
Din kurma ve dinde hüküm yetkisi, ulûhiyetin devretme, uzlaşma ve bölünme kabul etmeyen yetkisidir.
Allah bu yetkinin kullanımında katılım kabul etmez.
Bu öylesine tartışılmaz bu gerçektir ki, dini insanlığa tebliğ eden peygamberlere bile dinde sadece elçilik görevi verilmiş, bu görevi ortaklık biçiminde anlamaya kalkmamaları için çok titiz uyarılar yapılmıştır.
Allah'ın hakimiyetini politik egemenliklerinin dayanağı gibi kullananlara dikkatle bakılırsa görülür ki bunlar, eski ulemanın MEZHEB VE TARİKAT KABULLERİNİ DİN’İN TARTIŞILMAZ ESASLARI haline getirerek Allah'ın hakimiyet alanına pervasızca girmiş ve o alanı talan etmişlerdir.
Şu, "İslam Hukuku" dediğimiz kabullerin binlerce cinayete kılıf yapılan "ta'zîr - ألتعزير - punishment" kavramına bakın.
Nedir ta'zîr - التعزير - punishment?
Cezası din tarafından belirlenmemiş suçların azaltılması veya durdurulması için kamu otoritesinin, takdir yetkisini kullanarak bazı sakındırıcı, caydırıcı önlemler alması...
Ta'zîrin fıkha girişi işte bu söylemle olmuştur.
Fakat sonradan bu ta'zîr, sultanlara ve onlara vekâleten vezirlere ve kadılara, dilediği cezayı, dilediği gerekçeyi öne sürerek verme yetkisi tanıyan bir hukuk ilkesine dönüştürülmüş ve binlerce masumun hakkını ve canını elinden alma aracı yapılmıştır.
Emevî kralı Muaviye (ölm. 60/679) tarafından başlatılan, Abbasîler döneminde kurumlaşan ve Osmanlılarda hukuk normuna dönüştürülen "siyaseten katil - القتل السياسي - The political killing" (devlet başkanının, devletin geleceğine zarar verici gördüğü kişi veya kişileri öldürme yetkisi) işte bu "ta'zîr"in bir ürünüdür.
Ta'zîr, bir tür ikinci din koyuculuk kurumu gibi işletilmiş, halifelere, sultanlara bir tür "şâri -شارع - religion maker"' (kanun koyucu, din koyucu) sıfatı kazandırmıştır.
Günümüz devletlerini, özellikle Türkiye Cumhuriyetini "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek" ile suçlayanların, bu ta'zîr cinayetlerini İslam'ın neresine koyup hangi Kur'an ayetiyle açıklayacakları ciddi bir merak konusudur.
Ve bu merak artarak devam etmektedir.
- Allah'ın indirdikleri arasında "siyaseten katil" var mı?
- Resul'ün halefi (halife) unvanıyla yüceltilen kişiler içinde öyleleri var ki icraatlarını değil İslam, Firavunluk bile kabul etmez.
İşte bazı örnekler:
II. Velid (dönemi: 125-126/743-744), saray hareminden bazı kadınları imamlık göreviyle mescidlere tayin ediyordu.
Aynı Velid'in camilerde şarap sofraları kurdurduğu da tarih kayıtlarına geçmiştir,
(bk. Ahmet Mumcu; Osmanlı Devletinde Siyaseten Katil, 13)
Yine aynı Velid, tahta çıktığında, servet sahibi olduğunu belirlediği birçok insanı, servetlerine el koymak için siyaseten katlettirdi.
Velid'in yerine geçen II. Mervan yine aynı gerekçeyi ileri sürerek pek çok insanı, o arada II. Velid'in çocuklarını katlettirdi,
(bk. Mumcu, 14)
Bunları ve benzeri binlerce zulmü işleyenler, bugünkü sistemleri ve kişileri eleştirenlerce "selef-i sâlihîn - The righteous predecessors - temiz-barışçı geçmişlerimiz" diye anılmaktadır.
Üstlerine gidildiğinde, şeytanî savunma hazırdır:
Biz hepsi iyiydi demek istemiyoruz, istisnalar kuralı bozmaz..
Peki, o zaman neden şimdikilerin hepsinin iyi olmasını şart koşuyorsunuz, istisnalar şimdi nasıl oluyor da kuralı bozuyor!?
Kaldı ki, elli yıla yakın bir zamanı dolduran çalışma ve araştırmalarımız bize bu "ilahlaştırılan eskilerin (السلف المؤلهون - The deified predecessors), Kur'an'ı siyaset ve menfaata uydurma açısından herhangi bir istisnasını da göstermiş değildir.
Allah'ın insana verdiği görev icabı, hakimiyeti kısmen kullanabileceği alana engeller yığıp, Allah'ın "Asla yaklaşmayın!" dediği alanda keyfince dolaşmak, sonra da Allah'ın vekili edasıyla ona-buna hakimiyet dersi vermek, İslam dünyasında ucuz politikaların sermayesi (رأسمال السياسات الفاشلة في العالمالإسلامي - Capital of worthless policies in the Islamic world) olmaya devam etmektedir.
Allah'ın hakimiyeti mi?
O zaman, vahyin son ayeti indiği gün kemale erdirilen,
tamamlanan ve adı islam olarak konan
(.. الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا ... This day, I have perfected your religion for you, completed My favor upon you, and have chosen for you ISLAM as your religion) şu Kur'an dinine sokulmuş ilave hükümleri bu dinden çıkaralım!
Bu din adına tartışılmaz tek kitapla tartışılmaz tek insanın yanına-yöresine eklenen ve "tartışma üstü" ilan edilen yüzlerce zübür (yapay kutsal kitap) ve kişiyi ümmetin yakasından düşürelim.
"Politik egemenlikte ben öne geçmek istiyo r u m " söylemi, beşeri bir istek ve arzudur;
Bundan şikâyetçi de olunamaz.
Ama bu arzuyu hedefine vardırmak için Allah'ı ve dini paravan yapıp, bilimin ve dinin kavramlarını saltanat hesaplarına uydurmak kısa vadede ne kazandırırsa kazandırsın, sonu hüsran olur.
Tarih bunun tanığıdır.
Dahası, Kur'an bunun belgesidir.
* Allah'ın indirip gösterdiğini sadece din buyrukları sanmak:
Allah'ın indirdiği ile hükmetme ilkesi de yozlaştırılmamalı; yapısına yakışır biçimde anlaşılmalıdır.
Allah'ın indirdiği sadece din buyrukları değildir.
Yine dinin delaletiyle şu değerler de "Allah'ın indirdiği" kavramının içindedir:
Bunlar:
1. Varlık, hayat ve insana egemen olan sünnetullah (yaratılış kanunları),
2. Allah'ın, işletilmesini ısrarla emrettiği ve evrenin sırlarını çözücü kıldığı AKIL,
3. BİLİM,
4. Mâruf yani ortak-evrensel insanlık kabulleri.
Varlık yasalarıyla akla ters düşmüş kişi veya zümrelerin, hesaplarına uygun buldukları birkaç din buyruğunu, te’villerle öne çıkarıp Allah savunuculuğu (hâşâ) yapmaları hüzün vericidir.
Unutulmamalıdır ki "Genel hidayet aracı akıldır."
(Râgıb; el-Müfredât, hidayet md.)
Din buyrukları akıl ile birlikte hidayet aracıdır.
Ayrıca, akıl ile nakil (din verileri) çelişir görünse aklın verileri esas alınır.
Çünkü akıl geneldir.
O halde, Allah'ın indirdiğinin ilk kısmı akıldır.
Bu demektir ki, eğer Allah adına, O'nun dini adına konuşmak gibi bir hak ve ödevden söz edeceksek bilmeliyiz ki, bu hak öncelikle AKLIN VE VARLIK KANUNLARININ HAKKINI VERENLERİNDİR.
Akla ve o kanunlara tersliği âdeta DİN HALİNE GETİRMİŞ OLAN benliklerin "Allah, aklını işletmeyenler üzerine pislik yağdırır" (Yûnus, 100) diyen bir kitabın dini adına avukatlık yapma cüretleri ve yüzleri olmamak gerekir.
* Kur'an'ı anayasa diye anmak:
Hakimiyet kavramını siyasal çıkarlar için istismar edenlerin işledikleri bir HATA da "Anayasa Kur'an olmalıdır" sloganını kullanmalarıdır.
Bu söylem Kur'an'a açık bir saygısızlıktır.
Çünkü anayasa, toplumdan topluma değişen bir belgedir.
Devlet sayısı kadar anayasa vardır ve olmalıdır.
Müslüman ülkelerin de kendilerine özgü anayasaları vardır ve olacaktır.
Kur'an, TÜM İNSANLIĞIN UFUK KİTABI olarak anayasalara ruh verecektir.
Kur'an, anayasaların anayasasıdır.
Ona, "anayasalara ufuk ve ışık veren k i t a p" denebilir ama anayasa denemez.
Denirse Kur'an küçültülmüş olur.
Bu söylemdeki ikinci hata, hukuk tekniği açısından işlenen bir hatadır.
Kur'an'ın muhtevası onu her hangi bir kitap türüyle eşitlememize izin vermez.
Kur'an'da her kitap türünden bir şeyler vardır.
Kur'an'da kıssalar, övgüler, yergiler, tasvirler, bilimsel tespitler vs. iç içedir.
Bir anayasada böyle şeyler asla olmaz.
Anayasa, nihayet 60-70 sayfalık bir kitlesel mutabakat belgesidir.
Kur'an ise özgün şekliyle 604 sayfa, tercüme halinde ise bazan 700-800 sayfalık çok hacimli bir kitaptır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder