HAC - ألحج - The Pilgrimage
(Sh. 240-246)
Hac, İslam'ın temel beş ibadetinden biridir.
Bedensel ve ekonomik fedakârlığı aynı anda içerdiği için malî gücü yerinde olanlarca ömürde sadece bir kez yapılması gerekir.
Hac, Müslüman dünyanın Mekke'de her yıl en geniş anlamda uluslararası toplantısını da gerçekleştiren ve bu yanıyla kültürel-ticarî birlikteliklere de vücut veren çok yönlü bir faaliyettir.
Şunun altını çizmek istiyoruz:
Hac ibadeti, Kur'an'ın verilerine göre yeniden düzenlenmesi gereken belki de bir numaralı ibadettir.
Temel kuralları bile KUR’AN DIŞI BİR GELENEKÇİLİKLE belirlenen bu ibadet,anılan Kur'andışılıklar yüzünden hemen her yıl, yüzlerce, bazan (Tünel Faciası'nda olduğu gibi) binlerce insanın ölümüne sebep olmaktadır.
İslam'ın emri olan bir ibadet, Kur'an'ın buyruklarına uygun biçimde yapılmadığı için bir tür intihar uygulamasına dönüşüyor.
BİD'ATLAR, HURAFELER
* Haccı yerine getirme süresinin ÜÇ GÜN olduğunu iddia etmek:
Bakara 197'ye açıkça aykırı olan bu iddia ve uygulama, en ileri rakamla beş yüz bin kişiyi barındırabilecek olan M e k k e kentine üç milyonu aşkın insanın dolmasına yol açmakta ve bu izdiham birçok insanın ölümüne sebep olmaktadır.
Bizce bu ölümlerin büyük kısmı "taksirle cinayet" (gerekli dikkati göstermemek yüzünden cinayet) suçuna girer..
Olay şudur:
Kur'an ; temel ibadetlerden biri olarak gösterdiği haccın, "Hac Ayları" diye bilinen 3 ay içinde yapılabileceğini bildirmektedir.
Bunun sebebi açıktır:
İlerideki zamanlarda bu uluslararası ibadetin yapılacağı Mekke'de sıkışıklık olacak ve insanların iki-üç günlük bir süre içinde hac görevlerini yerine getirmeleri zorlaşacaktır.
Haccı ÜÇ AY gibi bir süreye yaymak bu problemi çözer.
Bu ÜÇ AY içinde, dileyen dilediği zaman hacca gidip ibadetini yapar.
Bu konunun temel beyyineleri Bakara Suresi'nin 197 ile 203. ayetleridir.
O ayetlerde şöyle deniyor:
"Hac, bilinen aylardadır...."
Ve:
“Allah'ı sayılı günlerde anın. Kim hemen iki gün içinde işini bitirirse ona günah yoktur. Kim de bunu geciktirir-ertelerse ona da günah yoktur..."
Haccın bilinen ayları "Eşhuru'l-Hac" denen ŞEVVAL, ZİLKA’DE ve ZİLHICCE’dir.
Bazıları Zilhicce'nin son 20 gününü istisna ederler.
Bunun da Kur'ansal bir dayanağı yoktur.
Çünkü Bakara 197 "Eşhur ul malûmat" ifadesini kullanmıştır ki, EN AZ ÜÇ AYI gerekli kılan bir ifadedir.
Onların da anılan üç ay olduğunu herkes bilmektedir.
Sahabenin en fakihlerinden olan ibn Mes'ud (ölm. 32/652), İbn Ömer (ölm. 74/693), Urve b. Zübeyr (ölm. 94/712) ve benzerleri ile tâbiûn neslinin en büyük müçtehitlerinden sayılan Ata b. Ebi Rebâh (ölm. 115/733), Mücâhit b. Cebr (ölm. 103/721), Zührî (ölm. 124/741), Katâde (ölm.), Tavus b. Keysân (ölm. 106/724) ve mezhep imamlarından İmam Mâlik (ölm. 179/795) "Hac Ayları" tabirinden ÜÇ AYIN TAMAMINI anlarlar,
(bk. Kurtubî; Tefsir, 2/404 vd. ; Razî; Tefsir, 5/173; İbn Arabi; Tefsir, 1/131 vd.)
Değinilmeyen bir başka Kur'ansal incelik de şudur:
Bakara 189, Ay'ın hallerinden söz ederken şöyle diyor:
“Sana, doğan aylardan sorarlar. De ki: 'Onlar, insanların çeşitli yararları ve bir de hac için vakit ölçüleridir."
Bu ayet esas alınırsa, ayın dönüp dolaştığı tüm mevsimlerde ve aylarda hac yapılabilir.
Bakara 189 ile 197'yi birlikte düşünür ve fıkıh usulü penceresinden bakarsak söyleyeceğimiz şu olur:
Bakara 189 genel bir tespit getiriyor, Bakara 197 bu genel hükmü (yani her ay hac yapılabileceği hükmünü) tahsis ediyor (özelleştiriyor) ve ÜÇ AYA İNDİRİYOR.
Bütün bu Kur'ansal gerçekler ortada dururken, geleneği vahyin önüne geçirerek haccı ÜÇ GÜNLÜK BİR SÜREYE HAPSEDİP binlerce insanın ölümüne ve binlercesinin de (konan kotalar yüzünden) hac yapamamasına sebep olmak ve bunu din sanmak anlaşılır gibi değildir!
Deniyor ki: "Hz. Peygamber haccı kurban bayramı günlerinde yaptı, biz neden o günleri değiştirelim?"
Tutarsızlık bu savunmada iyiden iyiye belirginleşiyor.
Bir defa, Hz. Peygamber, hayatında sadece bir kez hac yaptı.
Onu herhangi bir günde yapacaktı. Eğer o haccını, örneğin, Zilkadenin 20.ci günü yapmış olsaydı haccı o gün dışında yapamayacak mıydık?
İkincisi, Hz. Peygamber'in o haccı sırasında Mekke'ye gelen hacı sayısı en abartmalı rakamla yüz bin kişidir.
Bunun Mekke'yi zorlayan bir yanı yoktur ki...
Cenabı Hak, Bakara 197. ayeti, Mekke'ye yüzbin hacının geldiği zamanlar için değil, dört milyonluk hacı kitlesinin yollara düştüğü zamanlar için vahyetmiştir.
Hz. Peygamber, Kur'an'ın dışlanmasında kendi haccının böylesine âlet edileceğini nasıl düşünür ve Kur'an ortada dururken, böyle bir şeyi yapmamaları
hususunda ümmetini uyararak onların güvene lâyık olmadıklarını veya anlayışlarının kıt olduğunu nasıl ima eder?
Haccı iki-üç güne sıkıştırmak, Kur'an ve sünnette dayanağı olmayan BİR İNATTAN BAŞKA ŞEY DEĞİLDİR.
Ve ne yazık ki o inadı savunmak için Hz. Peygamber âlet edilmektedir.
Daha doğrusu ; Kur' an'a aykırılığı geçerli kılmak için, Kur'an'ı tebliğ eden nebi araç yapılmaktadır.
Bir de şu söylenmektedir:
Haccın ifası için Arefe günü gerekir.
Çünkü Arafat'ta vakfe haccın Kur'ansal şartlarındandır ve o vakfe, ancak Arefe günü yani kurban bayramına ön gelen gün yapılır."
Arafat'ta vakfe’nin (bir süre durma) haccın Kur'ansal şartlarından biri olduğu doğrudur, ama ;
Kur'an bu vakfenin hangi gün yapılacağına ilişkin bir kayıt koymamıştır.
Haccı, anılan üç ayın hangi gününde yaparsanız, vakfenizi de o günde yaparsınız.
Burada başka bir Kur'an güzelliği daha vardır:
Kur'an, hacdan bahseden ayetlerinin birinde (Bakara, 198) Arafe mevkiinden söz ederken normal şekli olan Arafe sözcüğünü değil de çoğul şekli olan "Arafat" sözcüğünü kullanıyor.
Mevki adları üzerinde otorite
sayılan Yâkût el-Hamevî (ölm. 627/1229) diyor ki:
“Arafe ve Arafat aynı yerin adı olan iki kelimedir."
(bk. Mu'cemu'l-Büldân, ARF: mad.)
Biri tekil şekil, biri çoğul şekil.
Kur'an çoğul şeklini kullanmıştır.
Bu kullanım elbette ki sebepsiz değildir.
Şunu da akılda tutalım:
Arefe, Türkçe'de de kullanıldığı gibi, aynı zamanda, bayrama ön gelen gün demektir.
Demek oluyor ki Bakara 198'deki "arafe-arafat" deyimi hem bir mekânı, hem de bir zamanı ifade etmektedir.
Kur'an bu sözcüğün çoğulunu kullanarak hem zaman hem de mekân bakımından bir değil, birçok arafeler olduğunu ve bunların her birinin kullanılmasının mümkün bulunduğunu göstermektedir.
Başka bir deyimle, hac yapan her kişinin ve her grubun kendine özgü arafe günü ve Arafe mevkii olacaktır.
Haccı hangi ayın hangi gününde yaparsanız, Arafe'niz de, Arafat’ta vakfeniz de o gün vücut bulur.
Çünkü Kur'an ne bayramdan ne de Zilhicce'nin falan veya filan gününden söz ediyor.
Kur'an, üç aylık bir süreden söz ediyor.
* Safa ile Merve arasında koşmanın vacip olduğunu söylemek:
Kur'an bu koşmanın günah olmadığını söylemekte, ama sevap veya yükümlülük olduğuna ilişkin hiçbir beyanda bulunmamaktadır.
Nasıl oluyor da günah olmadığı söylenen, yani mubahlığı bildirilen bir şeyin, farzlığı ilan edilebiliyor?!
Gerçi, Süfyân es-Sevrî (ölm. 161/777) gibi bazı fakıhlar Safa ile Merve arasında koşmanın (sa'yin) farz olmadığını bildirmişlerdir (bk. Kal'aci; Fıkhu's-Sevrî, 329), ama bu yeterli değildir.
Burada Kur'an'a açık bir biçimde ters düzenleme yapılmıştır; buna net bir biçimde karşı çıkmak gerekir.
Safa ile Merve tepeleri arasında koşmak, Kabe'ye ve Kabe'yi tavafa büyük önem ve kutsallık veren müşrik Arapların asırlardır yaşattıkları bir gelenekti.
İslamın hac emri vahyedildiğinde bu geleneğin kaldırılmasını isteyenler oldu, istemeyenler oldu.
Kur'an, burada bir serbestlik getirdi. İsteyen o tepeler arasında koşsun, istemeyen de koşmasın.
Gelin görün ki, bunun böyle olduğunu yazarlar, söylerler, ama arkasından da haccın şartlarından biri de Safa ile Merve arasında koşmaktır diye ilmihal kitaplarına yazarlar...
Bu hayret verici tavrı geçerli kılmak için bir de hikâye geliştirmişlerdir:
Güya ; o tepeler arasında koşma işini başlatan, Hz. İbrahim'in eşi ile oğlu imiş, bugünkü koşma da onun hatırasını tazelemekmiş...
Bu, sonradan uydurulmuş bir hikâyedir, vahyî bir dayanağı yoktur.
Yüzyılımızın en büyük Asrısaadet uzmanı sayılan Muhammed Hamîdullah, hacda sa'yin Hz. İbrahim'e dayandırılamayacağını, bu koşmanın MÜŞRİK ARAPLARN ÂDETLERİNDEN BİRİ olduğunu bildirmektedir, (bk. Hamî dullah; Roma Hukuku ve İslam Fıkhı, 10).
* Hayvan boğazlamayı haccın şartı haline getirmek:
Kurban kesmek adı altında hayvan boğazlamayı haccın şartlarından biri haline getirmek de Kur'an'a tamamen aykırıdır.
(Ayrıntılar için bk. KTK. Kurban mad.)
* Vekâleten hac yapılabileceğini kabul etmek:
İbadette vekâleti Kur'an dininin ruhuna aykırı bulduğumuz için vekâleten haccın da İslam'a aykırı bir gelenek olduğu kanısındayız.
Ama fukaha genellikle kabul eder. Etmeyenler de var.
Irak Fıkıh Ekolü'nün babası İbrahim en-Nehaî'nin (ölm. 96/715) bir fetvasında buna cevaz vermediği, diğer bir fetvasında cevaz verdiği rivayet edilir.
Büyük usulcü Şâtıbî ibadette vekâletin olmayacağını belirtirken hac konusuna değinir.
Özetle şöyle diyor: "Muamelât (hukuksal işlemler) alanında vekâlet geçerlidir...
İbadetler konusunda bir kimsenin başka birinin yerini alması mümkün değildir...
Bir fiilin hem bedensel hem de malî olması durumunda ise konu içtihadîdir, değerlendirmeye muhtaçtır.
Hac ve keffâretlerde olduğu gibi..." (Şâtıbî; Muafakât, 2/227-228).
Anlaşılan o ki, haccı bir ibadet olarak aldığımızda onu vekâleten yaptıramayız; ama TURİSTİK BİR GEZİ olarak alırsak vekâleten birine yaptırmamız mümkündür!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder