14 Ekim 2024

İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI - 02

 İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI - 02

(Vahyin Dininden Sapmalar, Hurafeler, Bid'atlar)

*******

02-

Hilafet Meselesi :

"Hilafet meselesi dinî olmaktan çok dünyevî bir me­s’eledir. 

İtikadî (inançla ilgili) meselelerden değil, mil­lete ait haklar ve kamu menfaatlarındandır 

itikadla il­gisi yoktur. 

Gerçi akaidle (inançla) ilgili telif edilen İslamî eserlerde de bu meseleden uzun uzadıya bahsedilmektedir. 

Fakat bu, hilafet meselesinin İslamî akideler­den sayıldığı için değildir. 

Belki bu mesele etrafında sonradan oluşan birtakım hurafe ve bâtıl fikirleri iptal etmek ve reddetmek içindir. 

Bu noktayı İslam âlimleri kitaplarında beyan ederler."


Fırkalar Meselesi :

"Bilirsiniz ki İslam âleminde Asr-ı saadetten sonra muhtelif fırkalar ve itikadî mezhepler çıkmıştır. 

Onlardan biri de Şia fırkasıdır. 

Bu Şia fırkası sonradan çeşit­li kollara ve fırkalara ayrılmıştır. 

Bunların bir kısmı­na îsmailiye denir. 

Bu fırkaya Bâtıniye, Ta'limiyye, Seb'iye adları da verilir. 

Bunlar imam adını ver­dikleri halifelerinin ulûhiyet’ine (ilahlık) inanırlar. 

İmam, ilimleri ve bilgileri doğrudan doğruya Allah'tan alır, derler. 

- İmamdan sonra hüccet (kanıt) denilen zat gelir, 

  • ondan sonra bab (kapı), 
  • ondan sonra da mümin (iman eden) gelir. 
  • Allah imam’a, 
  • imam hüccet’e, 
  • hüccet bab’a,
  • bab da mümin’e öğretir derler.
  • Onun için bunlara Ta'limiye (hiyerarşik öğretimi esas alan­lar) fırkası adı da verilir."


"Bunlara göre, Kur'an-ı Kerim'in hem zahir (dış), hem de bâtın (iç) mânası vardır. 

“Kastedilen, Kur'an-ı Ke­rim'in bâtınî mânâsıdır” dedikleri için bunlara Bâtıniye de denir."


"Bunların itikatları baştan başa hurafelerden ibaret­tir."


"İran'da bugün yürürlükte olan İmamiye fırkası da Mehdî'nin varlığına inanır. 

B u n l a r a göre mehdi hayattadır ve yaşamaktadır. Münasip bir zamanda ortaya çıkacak (zuhur edecek), bütün dünyayı hak ve adaletle dolduracaktır."


“İşte bunlar ve bu gibi fırkalar hılafet mes’elesi hakkında türlü türlü hurâfelere inanmışlardır. 

Onun için, Ehl-i Sünnet âlimleri kendi akâid kitablarında “İmâmet” başlığı altında hılâfet mes’elesini sözkonusu etmişlerdir. 

Maksadları, bu mes’ele ettafında dönen hurâfeleri red ve ibtâl etmektir. 

Yoksa, hılâfet mes’elesini bir îtikâd mes’elesi olarak açıklamak değildir. 


Kur'an'a Göre Yönetim :

"Kur'an-ı Kerim hükümet ve memleketin idaresi ko­nusunda bize iki düstur gösteriyor : 


Biri bugün medeniyet âleminde yürürlükte olan meşveret (şûra) kaidesidir ki, bunu Kur'an bin üç yüz sene evvel ortaya koymuştur. 

O da : 'Onların işleri kendi aralarında şûra ile­dir' (Şûra, 38), düsturudur. Demek ki memleket idaresi hususunda şûra yöntemi, Allah'ın takdirine mazhar olan güzel bir usuldür."

"Zikredilen ayet, doğrudan doğruya Müslümanların memleket idaresinde almaları lâzım gelen tavır ve ha­reketlerini gösteriyor. 

Şüphe yoktur ki ilahî övgüye layık

olan bir tavır ve hareket Müslümanlar için uyul­ması gereken bir harekettir."

"Bugün medeniyet âleminin şûra yöntemini kabul et­tiği gibi biz de -ona uyarak- karar alıyoruz : 

Fertlerin haklarını, memleketin selâmetini en çok üstlenen idare şekli de budur."


"Kur'an'da zikredilen ikinci ilke de ulu'l-emre (devleti yönetenlere) itaattir. Kur'an-ı Kerim'de, 'Allah'a, Peygamber'e ve içinizden (sizin seçi­minizle başa gelen) yöneticilere itaat ediniz.' (Nisa, 59) buyrulmaktadır. 

İşte bu, ikinci ilkedir. 


Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ortadan kaldırmak ve uzaklaş­tırmak içindir. 

Asayiş, emniyet ve düzen memleketin güvenliği içindir, dolayısıyla hükümetin emirlerine itaat etmenin dinen kaçınılmaz olduğunu beyan etmek­tedir. 

Bu ayet, fertlere, yetkili olan devlet adamlarının emirlerine itaat hususunda bir dinî vazife yüklemekte­dir."

"Her ne kadar emanetleri yani memuriyetleri, hü­kümetle ilgili vazifeleri ehline vermek, hak ve adalete riayet etmek gibi hususlarda ayetler varsa da, bunlar doğrudan doğruya idare tarzı ile ilgili değildir, bu konu ile ikinci dereceden ilgilidir."


Devlet Başkanlığının Şartları :

"Halife nasıl tayin edilir, hilafetin şartları nelerdir, her hal ve şartta ve her zamanda halife tayin etmek mil­let üzerine farz mıdır...? gibi meseleler hakkında ne Kur'an-ı Kerim'de, ne de hadislerde bir açıklık vardır."


"Dikkatinizi çekerim : 

Tırnak kesmek, sakal bı­rakmak gibi en ayrıntı konularda, edep, âdet ve

sıhhî konularla ilgili birçok hadis mevcut ol­duğu halde ; halifenin nasıl tayin edileceği, hi­lafetin şartlarının nelerden ibaret olduğu, her zamanda halife tayin etmenin dinen gerekli olup olmadığı konusunda açık ve kesin hiçbir hadis yoktur. 


Bunun hikmeti nedir? 

Ahlaksal davra­nış kuralları ve geleneklerle ilgili birçok hadis mevcut olsun da, niçin hilafet meseleleri hakkında açık bir ha­dis mevcut olmasın?

Bu dikkat çeken bir durum değil midir?"


Hilafetin Esası :

"Bunun sebebi şudur : 

Hilafet (devlet başkanlığı, devlet yönetimi) meselesi öyle zannedildiği gibi, esas dinî meselelerden değildir, siyasî bir meseledir; zaman, örf ve âdete göre değişir, zamanın gerektirdiği şeylere tâbidir. 


Onun için Hz. Peygamber -demin söylediğim gibi- hi­lafet meseleleri hakkında susmayı tercih bu­yurmuşlardır."


"Hz. Peygamber, hilafet işini tamamen üm­mete bırakmıştır. Vefatları sırasında bir halife tayin etmedikleri gibi, bu hususta hiçbir tavsi­yede de bulunmamışlardır. 


Her ne kadar Şiîler Hz. İmam Ali hakkında, bazı Ehl-i sünnet de Hz. Ebu Bekir hakkında şer'i nasların olduğu­nu iddia ediyorlarsa da Ehl-i sünnetin büyük çoğunluğuna göre bu iddialar doğru değildir. 

Ashaptan hiçbiri hakkında yeterli derecede ne açıktan ne de gizlice bir nas mevcud değildir. 

Eğer mevcut olsaydı sahabîler kimin halife olacağı konusunda kendi aralarında ihtilafa düşmezlerdi. 

Halbuki Hz. Peygamber'in vefa­tından sonra, içlerinden birini halife seçme konusunda ihtilaf ettiler."


Sahabîler ve Hilafet ;

"Görülüyor ki sahabîler de hilafet meselesini açık bir şekilde izah etmemişlerdir. 

Demek oluyor ki Kur'an-ı Kerim'de, hadislerde, sahabîlerin sözlerinde hilafet me­selesi hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri bize anlatacak açık ve kesin şekilde izah ede­cek bir şey yoktur."


"Bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin ittifak halinde açık­ladıkları bir hakikattir ki, Emevî ve Abbasî halife­lerinin halifelikleri halkın arzu ve seçimiyle meydana gelmemiş, kahr (öldürme ve sindir­me), istila, zorlama ve despotluk yoluyla elde edilmiştir."


"İslam tarihine âşinâ olanlar bilirler ki, Emevî hali­felerinin yapmadıkları zulüm ve sefihlik, peygamber ev­ladına (Ehl-i beyt) reva görmedikleri zulüm ve alçak­lık kalmamıştır


Abbasî Devleti de tamamen zulüm, yolsuzluk, kahır ve galebe üzerine kurulmuştur. 

Sadece meşhur Ebu Müslim Horasanî (ölm. 138/755)’nin, Emevî hükümeti taraftarlarından öldürdüğü ve telef etti­ği insanların sayısı altı yüzbine ulaşmaktadır. 

Abbasi halifelerinin ilki olan Ebul-Abbas Seffâh (ölm. 136/754)’ın amcası Abdullah b. Ali, Şam'ı istila et­tiği zaman ahaliyi öldürmüştü. 

Birlikte yemek yemeye davet ettiği şehrin ileri gelenlerinden doksan kişiyi sopalarla öldürttü. 

Bazıları he­nüz can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekte iken üzerlerine sofra kurdurarak üzülmeden ve

sıkılmadan yemek yedi. 

Şam'da Emevî halife­lerinin kabirlerini açtırarak, bulduğu naaşları ve kemikleri yaktırdı."


"Bu Abdullah b. Ali'nin kardeşi Süleyman b. Ali de Basra'da Emevîlerden eline geçenleri öl­dürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttürdü. Sonra da meydanda bırakarak köpeklere yedir­di. 


En muteber İslam tarihlerinde bu olaylar bu şekilde kayıtlıdır."


Osmanlılar ve Hilafet :

"Osmanlı halifelerinin ise, saltanata olan hırs ve tamahlarından dolayı nice masum ve günahsız şehzade kanı döktükleri bilinmekte­dir


İlk halifeler (Hulefâ-i Râşidîn) beytülmal’e (hazineye) ait olan devlet ve milletin malına 'malullah' (Allah'ın malı), halkın haklarına da 'hakkullah' (Al­lah'ın hakkı) derlerdi. 


Dolayısıyla bütün hak­ların güzel ve uygun bir şekilde muhafazası ko­nusunda son derece titizlik ve gayret gösterir­lerdi. 


Bunlar ise (Osmanlı padişahları) Müs­lümanların haklarına (ve mallarına) el koyar­lar ve devletin sahip olduğu mal ve mülkleri şuna buna peşkeş çekerlerdi."


"Şimdi insaf edelim, böyle bir zulüm ve halka galebe çalmaya hilafet denilebilir mi? 


İslamiyet gibi yüce bir din, böyle ezici ve kahredici bir saltanatı kabul eder mi? 


Mutlak adalet sahibi olan Cenab-ı Hak, 'Benim ahdim zalimlere ulaşmaz.' (Bakara, 124) buyuruyor. 

Böyle ezici ve istibdat sahibi bir hükümeti İslam dinine nispet ederek adına İslam hilafeti' demek, dost ve düşmana karşı İslamiyet'i aşağılamak olur. 


"Özetleyecek olursak ; gerek Emevî halifeleri ve gerekse Abbasi halifeleri hakikatte Halife de­ğildirler, sultan ve padişahtırlar. 


Onlara halife denmesi insanlar arasında böyle bir örfün olmasından­dır. 


Zemahşerî (ölm. 538/1143)’nin tefsiri el~Keşşaf’ta az önce zikredilen ayetin tefsirinde Abbasi ve Emevî ha­lifeleri hakkında, 'Gâsıp ve mütegallibedirler, kendi kendilerine halife ismini takmışlardır.' şeklinde bir açıklama yer almaktadır. 


Hanefî mezhebi­nin ileri gelenlerinden bir kısmı Muaviye'ye bile hali­fe demiyorlar, kral ve sultan diyorlar."


"Hilafet meselesinin siyasi yönünü ben de çok dü­şündüm. Geçen seneden beri bazı yayın organları da bundan bahsetti. 


Zannediliyor ki biz hilafeti lağvedersek Mısır'da, Hindistan'da ve diğer İslam memleketlerinde kötü tesir yapacak.

 

Bu bence çok boş bir fikirdir. 

Emin olun, bunun İslam dünyasında hiçbir tesiri olmaz. 

Önce de söylediğim gibi, İslam dünyasının âlimleri kimin ha­life olacağını ve nasıl halife olmak lazım geleceğini bizden iyi bilirler. 

İslam dünyasının bize olan yardımı bilmiyorum, gerçekten var mıdır? 

Beş on lira vermekle ona yardım denmez."

Vaktiyle İstanbul'da 'Cihad fetvası' yayımlandı­ğı zaman islam dünyasından hiçbir kabul ve katılma sesi çıkmadı. 


Irak'ı, Suriye'yi ve hatta hilafet merkezi sayılan İstanbul'u işgal eden ordular Hindistan'ın Müslüman askerlerinden meydana gelmekte idi. 


Beni Arabyan Hanı'nda bir odaya kapayarak başımda nöbet bekleyen, Müslüman bir Hint askeri idi. 

Hanımım ve ço­cuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla be­nim arama girerek elinde hançerle nöbet bek­leyen Müslüman Hint askeri idi. 


İçimizde şeyhulislamlık yapmış olan kişiyle beraber Malta'da esir yaşadığımız zaman islam dünyası­nın hiçbir tarafından bize yardım eli uzatıl­mamıştı.1 '

"Kendimizi aldatmayalım, gerçeği olduğu gibi göre­lim ve görmeyenlere de gösterelim. 

Evet islam dünya­sının bize ve bizim onlara yardım etmemiz lâ­zımdır. 

Fakat bu hilafet meselesi değil, hilafet­ten dolayı değil, din kardeşliği meselesidir. 

Müslümanlar birbirlerinin kardeşi olduğun­dandır. 

Kur'an-ı Kerim 'Müminler ancak kar­deştirler.' (Hucurât, 10) buyuruyor. 

İşte İslam dünyasının üzerine, bize yardım etmek bu din kardeşliğinden dolayı gereklidir. 

Yoksa bir ki­şinin halife adıyla heyula gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. 

İslam'da insan­lar hakkında kutsallık sözkonusu değildir. 

İs­lam'da öyle Hristiyanlık'ta olduğu gibi ruhbaniyet yani ruhanî hükümet yoktur. 

Aynı şekilde İslam'da ne dinî teşkilât, ne de idarî teşkilât vardır."


İslamiyet mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki o da "hak"tır. 

Mukaddes olan yalnız haklardır. 

Cenab-ı Hakk'ın ismi de Hakk'tır. Kutsallık da O'ndadır. 


Bazı dinlerin bazı şey­lere verdiği kutsallığı İslamiyet vermemiştir. 


Hele insanlara hiç kutsallık vermemiştir, zer­re kadar vermemiştir. 

Peygamberlere bile kut­sallık vermemiştir. 


Hz. Peygamber'in en büyük duası 'Ey Rabbim! Eşyayı (varlıklar) bana ol­duğu gibi göster.' idi. 

Diğer bir duası da, 'Allahım! Kabrimi, tapılan bir puta dönüştürme!' idi."


"Şimdi size sorarım, böyle yüce bir din, birta­kım şahısları halifedir diye başınıza oturtmayı ve ona taparcasına birtakım kutsallıklar ver­meyi kabul eder mi? 

Buna imkân yoktur. İsla­miyet bundan münezzehtir, yücedir. 

Bu, birta­kım iğfallerden, istibdat devrinde saltanatla­rın yapmış oldukları zulümleri örtmek için, despot hükümdarların etrafında bulunan ikiyüzlü-dalkavuk şahısların bilerek yaptıkları telkinlerden doğmuş ve giderek genel bir fikir haline gelmiş bir hurafedir."


İbnü'l-Hümâm Ne Diyor :

"Kemal İbnül-Hümâm (861/1457) adında bir kişi vardır ki, müçtehit derecesinde büyük bir fıkıhçıdır. 

Si­vas'ta doğup İskenderiye'de yetişmiştir ve orada talebe okutarak gayet bereketli ve feyizli eserler meydana ge­tirmiştir. 

Hicri dokuzuncu asrın ileri gelenlerindendir. 

Bunun kelam ilmine, yani itikada ait el-Müsâyere adında bir kitabı vardır ki basılmıştır. 

İşte o kitapta, imameti, yani hilafeti, 'Müslümanlar üzerinde kamu tasarrufuna hak kazanmaktır' diye tarif etmiştir. 

İşte hilafetin fıkıh yani, hukuk ilmi açısından tarifi budur."

"Akaid ilmi kitaplarında hilafet, daha doğrusu imamet başka şekilde tarif edilir : 'Din ve dünya işlerin­de Hz. Peygamber'den halef olarak Müslümanlar üze­rinde reisliktir.' diye tarif edilir. 

İbn Hümâm büyük fakıh olduğundan imameti fıkıh ve hukuk açısından ta­rif etmek istemiş, onun için, İmamet, müslümanlar üze­rine kamu tasarrufuna hak kazanmaktır' demiştir. 

İmametin, diğer tâbirle hilafetin en güzel ve en doğru tarifi budur. 'Kamu tasarrufuna hak kazanmaktır' diyor. 

Kamu tasarrufu demek, bütün Müslümanlara şa­mil olmak üzere onların umumî ve ortak işlerinde ta­sarrufta bulunmak demektir. 

Buna fıkıh dilinde kamu velayeti (velâyet-i amme) denir."

"İslam hukukçuları, 'halife milletin vekilidir' derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu velayetine sahip olamazdı. 

Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir ve aslıdır. 

Kamu işlerinde tasarruf kendisine aittir. 

Fakat millet kendi işlerini biz­zat kendisi icra etmeyip o icrayı seçim ve bîat yoluyla halifeye devretmiş. 

İşte bu şekilde halife kamu velayeti­ne, İbn Hümâm'ın dediği gibi, kamu tasarrufuna hak kazanmıştır. 

Ondan dolayıdır ki ümmetin fertleri üze­rinde tasarruf hakkına sahip olmuştur ve yine ondan do­layıdır ki, halife milletin vekili olmuştur."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder