08- İSLÂM NASIL YOZLAŞTIRILDI?
*******
Selâm!
Yaşar Nûrî Öztürk “İSLÂM NASIL YOZLAŞTIRILDI?” isimli kitabında, dînimizin nasıl yozlaştırıldığını gâyet kısa, öz ve kolay anlaşılır bir şekilde anlatmaktadır.
İşbu kitabta anlatılan ve dînimizdeki yozlaştırmanın sebebleri olan 4 ana kavramı ;
- Hurâfe = Superstition,
- Bid’at = Innovation,
- Siyâset = Politics & Politization ve
- Rableştirme = Deification
olarak evvelce paylaştım.
Bugün de, bu kitabta alfabetik sırayla anlatılan yozlaştırma konularının ilk ikisini (ABDEST ve ALKOL) hüsn-i istifâde etmeniz ümîdiyle, aşağıda paylaşıyorum.
Gayret bizden, tevfîk Allâh’tandır.
Abdullah Erdemli
İsviçre
*******
İkinci Bölüm
ALFABETİK SIRAYLA KONULAR
ABDEST
Türkçe'ye Farsça'dan geçen abdest, ab (su) ve dest (el) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur.
Arapça'da abdest anlamında kullanılan vudu' (الوضوء ، ablution) kelimesi Kur'an'da geçmez.
Kur'an, abdestin adını anmaz ama onun ne için ve nasıl alınacağını anlatır.
Nasıl ve neden bozulacağını da anlatır.
Abdest sadece ve sadece NAMAZ kılmak için gereklidir.
Kur'an, namaz dışında herhangi bir ibadet veya davranış için abdest almanın gerektiğine ilişkin bir ima bile taşımamaktadır.
Tüm bu söylediklerimize yer verilen ayet Maide Suresi 6. ayettir :
“Ey iman sahipleri! Namaza
duracağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı mesh edin ve topuklara kadar ayaklarınızı mesh edin / yıkayın."
Abdestin nasıl alınacağını düzenleyen ayet, ayakların durumunu iki anlama gelebilecek bir cümle yapısıyla vermiştir.
Yani cümle o şekilde kurulmuştur ki ilk ve açık ifadesinden ayakların mesh edileceği, ikincil bir anlam olarak da ayakların yıkanacağı anlaşılmaktadır.
(Bu konuda fıkıh ve tefsir tekniği açısından geniş açıklamalar için bk. Öztürk; "Kur'andaki İslam", ilgili ayetin açıklaması).
Bu tarz, Kur'an'ın daha başka konularda da baş vurduğu "kolaylık sağlayıcı esnekliklerdendir.
Abdest o şekilde düzenlenmiştir ki isteyen ayaklarını yıkayarak, isteyen de mesh ederek abdest alabilecektir.
Nitekim Asr-ı Saadet Müslümanları da böyle yapmışlardır.
Abdest aldıklarında kimi ayağını yıkamış, kimi mesh etmiştir.
Aynı kişi bir seferinde yıkamış, öteki seferinde mesh etmiştir.
Allah bu işi kuluna bırakıyor.
Kul, durumuna, şartlara, mevsime vs. bakarak ayağını mesh etmek veya yıkamak yollarından birini tercih eder.
Karar kendisinindir.
Ayağın meshi için herhangi bir şekil şartı yoktur.
Yani ayak çıplak olabileceği gibi,
çoraplı, ayakkabılı veya çizmeli olabilir.
Asr-Saadet'teki uygulama da bu şekildedir.
BİD'ATLAR,
* Abdesti, namaz dışında bazı ibadet ve davranışlar için de gerekli göstermek :
Abdestin, namaz dışında bazı ibadet ve davranışlar için de gerekli olduğunu söylemek Kur'an ve sünnete aykırıdır.
Sonraki zamanlarda, yapay kutsallıklar ve buyruklar üreten bazı kişilerin dayatmasıdır.
İşin esası budur.
Bunun dışına çıkarak namazdan başka ibadetler için abdest şartı koymak, özellikle Kur'an'ın tutulup okunmasını abdestli olma şartına bağlamak Kur'an dışıdır ve saptırmadır.
(Bu konunun ayrıntıları, Kur'an ile ilgili bid'atlar bahsinde verilmiştir.
Geniş bilgi için ayrıca "Kur'andaki islam" adlı eserimize bakılabilir.)
* Ayakların yıkanmasını farz göstermek :
Bu da Kur'an dışı bir iddiadır.
Ayakların öncelikle mesh edilmesi emrediliyor.
Ama kullanılan ifade, dileyenin ayaklarını yıkayabilceğini de göstermektedir.
Hal böyle iken, ayakların yıkanmasını farz gösterip mesh edebilmek için çorap türü bazı deri giysilerin (mest)
giyilmesini şart koşmak Kur'an ve sünnette yeri olmayan bir dayatmadır.
Ayaklar her hal ve şartta mesh edilebilir.
Çıplak, çorap üstüne, ayakkabılı, çizmeli, takunyalı vs.
(Bu konudaki Asr-ı Saadet uygulamaları için bk. İbn Hemmâm; el-Musannef, 1/199-201).
Fıkıh kitaplarında "huff" (mest) diye geçen ve uzun uzun anlatılan şey, bir tür deri ayakkabıdır.
Sıcak iklimin bir tür ayakkabısıdır. Bugün bunu çorap yerine koyarak enine boyuna anlatıyorlar ve bunun dışındaki çorap veya ayakkabılar üstüne mesh edilemeyeceğini hükme bağlıyorlar ki, tam bir saptırmadır.
Dinde zorlaştırma ve ziyadeleştirmenin açık örneklerinden biridir.
O halde abdestin farzları (mutlaka yerine getirilmesi gerekenleri) ilmihal kitaplarının yazdıkları gibi 4 değil, 3'tür.
Bunlar :
1. Yüzü yıkamak,
2. Elleri dirseklere kadar yıkamak,
3. Başı ve ayakları mesh etmek (ayakları yıkamak tercihe bırakılmıştır, mesh etmek ise farzdır).
Kur'an ve sünnetin istediği abdest budur.
Bu abdest, İbn Hemmâm’ın (ölm. 211/826), sahabî ve tâbiûn (saha- bîlerden sonra gelenler) nesline dayanarak verdiği tanıma göre,
“iki organın (eller-kollar ve yüz) yıkanmasıyla, iki organın (baş ve ayaklar) mesh edilmesinden ibarettir." (İbn Hemmâm, 1/17-21).
Zorunlu hallerde abdestin yerine geçen teyemmümde bu iki çift organın yıkananlarına mesh uygulanır, mesh edilmesi gerekenleri (baş ve ayaklar) tamamen devre dışı bırakılır.
Şunu da ekleyelim ki, abdestte işleme tâbi tutulan organların tümü, az veya çok açık hava şartlarına maruz kalan organlardır.
Böyle olduğu içindir ki bu organlar, örneğin, ÖRTÜNME EMRİNDE buyruk kapsamına sokulamazlar.
ABDEST UZUVLARI TESETTÜRE TÂBÎ DEĞİLDİR.
Bunlar da ;
- yüz,
- dirseklere kadar eller,
- saçlar ve
- ayaklar’dır.
Asr-Saadet'te uygulamanın böyle olduğunu görüyoruz.
Tüm hadis kaynakları, o devirde Müslümanların kadın-erkek aynı
yerden, hatta aynı kaptan birlikte abdest aldıklarını açıkça göstermektedir.
Bunun açık anlamı, abdest uzuvlarının tesettüre tâbi olmadığı dır.
Bunu söylediğimizde bir cehalet sergilenmekte ve şöyle denmektedir :
O uygulama, mahrem kadın-erkekler arasında veya Peygamberimizle eşleri arasında idi.
Bu tam bir yalandır ve kaynaklara açıkça terstir.
Kadın-erkek tüm Müslümanların bir arada ve aynı kaplardan abdest almalarıyla, mahrem kadın-erkeklerin veya peygamberimizle eşlerinin aynı kaptan yıkanmalarına, abdest almalarına ilişkin haberler ayrı ayrı başlıklar altında verilmiştir.
Hatta Hz. Ömer, bu durumdan rahatsız olmuş ve sert tavrını bir kez daha konuşturarak, kadın ve erkekler için ayrı kaplar hazırlanmasını önermiştir,
(bk. İbn Hemmâm, 1/75).
Eğer durum mahremler arası bir beraberlik olsaydı Ömer'in müdahalesinin bir anlamı kalır mıydı?
Ömer'in müdahalesinin bir sonuç vermediği ve uygulamanın öylece devam ettiği tartışmasızdır.
Kısacası, Asr-ı Saadette, kadınlarla erkeklerin aynı yerde ve aynı kaplardan abdest aldıklarında hiçbir kuşku, hiçbir tereddüt yoktur. Böyle olunca da hiçbir tevil söz konusu olmamalıdır.
Bu konunun anlatıldığı yerlerde "Bu uygulama tesettür hükmünün gelişinden önce idi" şeklinde bir kayıt da konmamıştır.
Eğer böyle bir şey olsaydı o kayıt mutlaka konurdu.
Sadece son yıllarda bazı yayıncılar, hadis kaynaklarında metnin tamamen dışına (yayıncının notu olarak) şu kaydı koymuşlardır:
“B u uygulama tesettür emrinden önce olabilir!"
Olabilir ama, her ne hikmetse olmamış.
Ve şu, kesin bir sünnet uygulaması olarak bize ulaşmıştır:
Abdest uzuvları için tesettür kaydı aranmaz.
Abdest alınırken organların bir veya birkaç kez yıkanması, kişinin o andaki durumuna ve kendi takdirine kalmıştır.
“Abdestin sünnetleri" diye bir başlık atarak organların üç kez yıkanmasının sünnet olduğu yolunda beyanlarda bulunup rakamlar sıralamak doğru değildir.
Yapay buyruk icadıdır.
Hz. Peygamber, içinde bulunduğu çevre, iklim ve vücut şartlarına göre, abdest sırasında yıkanan organlarını bazan bir kez, bazan iki-üç kez, bazan da dört kez yıkamıştır, (bk. İbn Hemmâm, 1/40-42).
Başının bazan yarısını, bazan tümünü mesh etmiştir.
Meshederken bazan kulaklarını da meshe tâbi tutmuştur.
Bazan kulaklarının sadece dışını, bazan içlerini de mesh etmiştir, (bk. İbn Hemmâm, 1/6- 12).
Bundan doğal ne olabilir?
Kişi yüzünü, elini, kolunu kaç kez yıkayacağına içinde bulunduğu değişik şartları dikkate alarak kendisi karar verir.
Dinin istediği, abdest alanın, biraz önce belirttiğimiz uzuvlarını birer kez yıkamasıdır.
Ayette sayılandan daha fazla organın (örneğin ağzın içinin, burnun) yıkanması, tıpkı zorunlu organların birden çok yıkanması gibi, tercihe bırakılmıştır.
İsteyen, abdest alırken, örneğin, ayakları yanında dizlerini de yıkayabilir.
Ama bunlar kişinin o andaki durumuna ve sonuçta kendi isteğine bağlıdır.
* Organları yıkamayı sıraya bağlamak:
Abdest organlarının yıkanması veya mesh edilmesi için herhangi bir sıra şartı yoktur.
Ancak, yıkanması emredilen organlar dikkate alındığında kendiliğinden doğan bir sıralama ortaya çıkar:
Bir insan önce ellerini-kollarını, sonra yüzünü yıkar, daha sonra da başını ve ayaklarını mesh eder.
Ama bir kişi, bu sıraya uymasa veya bu sırayı unutarak bozsa, unuttuğu organı yıkar ve abdesti geçerli olur. (İbn Hemmâm, 1/34-37).
Kişi isterse kendine özel bir yıkama sırası da belirleyebilir.
Bu ona bırakılmıştır. Geleneksel ilmihaller bu konuda Allah'ın emri gibi sıralar, sayılar belirlemekte, bu sıralamanın bozulması halinde nelerin gerektiğine ilişkin uzun uzun yazıp durmaktadırlar.
Doğrusu, bu tarz, bir-iki paragrafta, birkaç cümlede anlatılabilecek abdesti bir akrobasi anlatımı haline getirerek içinden çıkılmaz bir kaosa dönüştürmekte, Allah'ın kullarında hiç yoktan, bıkkın bir şuuraltı uyandırmaktadır.
Kur'an'ın kolaylık ve sadelik dini olarak tanıttığı İslam adına böyle bir zorlaştırma yaratmaya kimsenin hakkı olamaz...
Bunun yerine, Müslüman'a: "Şu, şu organlarını yıkayacaksın, gerisi sana kalmıştır" diyerek, iş birkaç cümlede bitirilseydi sonuç, Allah'ın muradına ve Hz. Peygamber'in uygulamasına çok daha yakın olurdu.
* Abdesti bozan şeyleri yerel-kişisel tercihlere göre belirlemek :
Abdest ile ilgili bid'at ve sapmalardan biri de budur.
Fıkıh kitapları, özellikle ilmihaller okunduğunda görülür ki tarih boyunca birilerinin abdestli kabul ettiği kişileri bir başka zümre abdestsiz kabul etmektedir.
Böyle bir şeyi onaylamak mümkün değildir.
Abdest, namazın olmazsa olmaz şartıdır.
Bir insan namaz kılacaksa bunun ilk şartı abdest almaktır.
Bir insan ya abdestlidir, ya abdestsiz.
İslam bir tanedir, onun namazı bir tanedir ve o namaz için öngörülen şartlardan biri olan abdest de bir tanedir.
O halde bir insan birine göre abdestli, bir ötekine göre abdestsiz nasıl olur?
Bu işin İslam'a ve onu gönderen Allah'a göre olanı hangisidir?
Hz. Peygamber'in abdest tazelemesinin sebepleri nelerdir?
Birine göre şu, birine göre bu.
Bir peygamber ümmetini hem de temel ibadetlerden biri konusunda böyle bir karmaşaya sürükler mi?
Elbette ki hayır!
O halde ne yapacağız?
Çare bellidir ve tektir.
Kur'an'ın, abdestin bozulmasına ilişkin beyanlarını esas alarak abdesti nelerin bozduğunu belirleyeceğiz, onun ötesini kişinin tercihine bırakacağız.
Zaten bir mesele mezheb meselesi haline gelmişse artık kişisel tercih konusu olmuş demektir.
Adı üstünde : Mezheb.
Mezheb kişilerce izlenen yol, yöntem, ekol ve tavır demektir. İsteyen istediği mezhebi izler veya hiçbir mezhebi izlemez.
A l l a h bizi mezheplerden değil, tek ve biricik olan dininden sorumlu tutacaktır.
Allah'ın gönderdiği ve Peygamberin gösterdiği açık beyyinelerde mezheb tercihi ve kişi ihtilafı olmaz. Olursa bu Allah'ın dini olmaz. Allah'ın dininde ihtilafın başladığı yerde kişisel tercih başlamış demektir.
Bu noktadan itibaren dileyen dilediğini seçer ama bu seçimlerin hiçbiri dinle eşitlenemez.
Kur'an'ın Mâide Suresi 6. ayeti abdestin hangi hallerde bozulacağını da göstermiştir.
Bunlar :
1. Tuvalete gitmek (yani önden ve arkadan bir şeyin çıkması hali) ile,
2. Kadınlarla cinsel temastır.
Tuvalete gitmek, bu adı taşıyan bir mekânda ihtiyaç gidermekten ibaret değildir.
Bu anlama gelecek her hal abdesti bozar.
Buna fıkıhta, isabetli bir ifadeyle "iki yoldan birinden bir şeyin çıkması" denmiştir ki dışkı, sidik, meni, mezi, yellenme, el veya parmağı öne ve arkaya sokma (çünkü bu durumda önden ve arkadan bir şeylerin çıkmaması söz konusu olamaz) bu
deyimin içine girer.
Cinsel organlara (ve makata) dokunmanın abdesti bozup bozmadığı tartışılmıştır, (bk. İbn Hemmâm, 1/110- 114).
Biz, bu noktada Mâide 6. ayetin beyanını dikkatle okumanın işi çözeceğine inanmaktayız.
Cinsel organları (ve makatı) okşama, eğer onlardan bir şeyin dışarı çıkmasına yol açıyorsa abdest bozulur; böyle bir sonuca yol açmıyorsa bozulmaz.
Yani bu durumda da belirleyici ölçüt, önden veya arkadan bir şeyin çıkmasıdır.
İlmihal kitaplarında abdesti bozan şeyler arasında gösterilen bayılmak, delirmek, uyumak, sarhoşluk ... gibi hallerin tümü önden veya arkadan bir şeylerin çıkması halinin değişik ifadeleridir.
Vücuttan kan çıkışının abdesti bozacağına ilişkin rivayetlerin tümü uydurmadır,(bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/279-2819
Kadınlarla cinsel temasın abdesti bozmaması düşünülemez, çünkü bu hal sadece abdesti değil, guslü de
gerektirir.
Mâide 6'da abdesti bozan hallerden biri olarak gösterilen sebep "kadınlara dokunmuşsanız" şeklinde bir ifadedir.
Ancak bunun elle dokunma veya tokalaşma şeklinde anlaşılması mümkün değildir.
Çünkü bunun sonucunda gusül emredilmiştir.
Gusül ise cinsel temas için gerekir.
O halde buradaki "dokunursanız “lâmestüm" ifadesi aynı ayette Kur'an tarafından tefsir edilmiştir.
Yani "dokunursanız" sözü, bizzat Kur'an tarafından, iki anlamından biri olan cinsel temasa tahsis edilmiştir.
Ama kişi tercihini elle dokunmanın da abdesti bozduğu şeklinde bir anlayış yönünde kullanır ve kadınlara dokunduğunda abdestini tazelerse, bu onun kişisel beğenisi olur ve bu kadarla kaldığı sürece saygıyla karşılanır.
Ama dinin emri budur diyemez.
Uyku da abdesti bozar, çünkü uyku halinde de önden veya arkadan bir şey veya bir şeyler çıkabilir.
En azından yellenme vücut bulabilir.
* Abdest sırasında okunması gereken dualar olduğunu söylemek :
Bu anlamdaki tüm rivayetler uydurmadır.
Abdest bir temizliktir; onu yerine getirirken bir şeyler okumak neden gerekli olsun!
İsteyen, istediğini elbette okur, ama bunu kendi tercihi olarak yapar, din diye gösteremez.
Abdest sırasında Kadir Suresinin okunması durumunda büyük sevap kazanılacağına ilişkin " h a d i s " unvanlı bir uydurma da vardır.
(Bu uydurma için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 3/157).
ALKOL
Geleneksel tefsir ve fıkıh anlayışı, Kur'an'daki "içki" yasağını sadece alkol içme yasağı olarak anlar.
Bu yasağın konusu olarak geçen "hamr" sözcüğünü de geleneksel anlamıyla şarap olarak değerlendirdiği için, diğer alkollü içkileri, "kıyas" yöntemiyle yasak gösterme yoluna gider.
Bu mantık şu şekilde işlemektedir : Şarap, içinde alkol olduğu için yasaklanmıştır.
Diğer alkollü içkilerde de alkol vardır.
O halde onlar da yasaklanmıştır.
Biz bu fıkıh mantığına iki sebepten karşıyız :
Birincisi, Kur'an'da kıyas diye bir şer'î dayanak yoktur.
Tam aksine, kıyası ilk kullananın İblis olduğunu bize haber veren Kur'an'dır.
Tüm alkollü içkilerin haramlığını tespit için böyle bir yola gitmeye lüzum da yoktur.
Çünkü yasağı getiren Mâide 90. ayetin kullandığı hamr kelimesi aklı örten, bürüyen ve sonuç olarak da çalışmasını sekteye uğratan şey demektir.
Yasaklanan, işte bunu yapan şeylerdir.
Adı ne olursa olsun, fark etmez.
Buna göre, sadece alkollü içkiler değil, tüm uyuşturucular haramdır. Sıvı, katı...
Kur'an öyle bir kelime kullanmıştır ki o kelime, yasağın geldiği günün toplumundaki tek alkollü içki olan şarapla birlikte tüm uyuşturucuların haramlığını sağlamaya yetmektedir.
Bu kelam harikası dururken, İblis tarafından kullanılmış ve Kur'an'da yerilmiş bir yönteme baş vurmaya ne gerek var!
Kaldı ki bu yönteme başvuran fukaha, bu yüzden kendi başlarına art arda sıkıntılar da açmışlardır.
Kıyas metodunun babası sayılan İmamı Azam (ölm. 150/767), hamr kelimesinin örfî anlamı şarap olduğu için mutlak haramlığı sadece onun için işletmiş, diğer alkollülerin haramlığını Nisa Suresi 43. ayetteki sarhoşluk kaydına bağlamıştır.
Bunun içindir ki İ m a m ı Azam'a göre, şarap dışında içki içen kişiye, sarhoş olmayacak kadar içmişse hadd-i şirb (içki içme cezası) uygulanmaz.
Osmanlı şeyhülislamlığı da bu yönde fetva vermiştir.
Tam burada, tarihin ve okuyucularımın huzurunda bir olaya dikkat çekmeyi, insan haklarına saygının bir gereği sayıyoruz :
İlk baskısı 1992'de yayınlanan "Kur’an’daki İslam" kitabımızda Mâide 90. ayetle ilgili açıklama yaparken, şurada arz ettiğimiz bakış açısını aynen ortaya koymuş ve Hanefî ekolün fakihlerini de nazikçe eleştirmiştik.
Ne yazık ki Müslümanlık adı altında sömürü, iftira ve onursuzluk sergileyen bazı hurafe çapulcuları, halk arasında yaydıkları bir boşürde, söylediğimizin tam tersini bize isnat ederek "Kur'andaki İslam yazarı, sarhoş olmayacak kadar içilebilir diye fetva veriyor" iddiasında bulundular.
Eşi-menendi az görülmüş bu iftirayı göstermek için yazdığımız "Bir Fetva ve Bir İftira"adlı yazımızın bazı bölümlerini buraya aktarmak istiyorum.
Yazının tamamı için bizim "Kur'an Uyarıyor" adlı kitabımıza bakılabilir.
Alkollü içkileri yasaklayan ayette kullanılan h a m r kelimesinin örfî anlamını alan bazı fakîhler, o arada İmamı Azam, kelimeyi şarap anlamında değerlendirmiş, diğer alkollü içkileri içenlere "içme cezası" uygulanmasını sarhoş edecek kadar içme şartına bağlamıştır.
İmamı Azam'ın bağlı olduğu Irak fıkıh ekolünün babası ve İmamı Âzam'ın hocası Hammâd b. Ebî Süleyman’ın (ölm. 120/737) üstadı olan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) de aynı görüştedir.
Bu, fıkıhla ilgilenen herkesin bildiği bir gerçektir.
İmamı Âzam'ın hocasının hocası Nehaî'nin görüşlerini, ünlü araştırmacı Muhammed Revvâs Kal'aci'nin "Mevsûatü Fıkhı İbrahim en-Nehaî" adlı eserinden özetleyelim :
Nehaî, alkollü içkileri ikiye ayırır:
1. Hamr (şarap),
2. Diğer sarhoş ediciler (müskirat). Nehaî'ye göre, şarap üzüm suyunun kaynatılması suretiyle elde edilen içkidir.
Aynı yolla hurmadan elde edilen içki de şaraba benzemekle birlikte onun içilmesi sadece mekruhtur.
Hurmadan yapılan içki ile benzeri alkollüleri (şarap dışındakileri) içenlere, Nehaî fetvasına göre, ancak sarhoş olmuşlarsa had uygulanır.
“Her sarhoş eden, h a r a m d ı r " şeklindeki kuralı (ki hadis diye rivayet edilir) kabul etmeyen Nehaî'ye göre, şarap dışındaki içkileri, sarhoş olmayacak kadar içenler, sadece ta'zîr edilir, yani azarlanıp uyarılır.
Nehaî'nin bizzat kendisi bir tür likör olan nebizi içer, konuklarına da ikram ederdi.
Nebiz; üzüm, hurma, elma, susam, arpa, buğday vs. gibi meyve ve tahıllardan yapılır.
Bazılarının nebizi "şıra" diye tanıtma gayretkeşliğine girmeleri bir saptırmadır, yalandır.
Nebiz, esasında alkollü içkilerden bir serinin genel adıdır.
Nebiz’in çoğulu olan enbize kelimesi bunlara cins adı olmuştur. Nebizgiller demektir.
Arap dilinin ünlü lügatlerinden el-Müncid, nebiz’i "Hurma ve üzümden yapılan sarhoş edici içki" diye tanımlıyor ve nasıl yapıldığını da anlatıyor.
Nehaî ekolünün, sahabîler kuşağındaki temsilcisi İbni Mes'ud (ölm. 32/652) ve onun bilgilerini nakleden tabiîn kuşağı fakîhi Alkame (ölm. 62/681) de nebiz içenler arasındadır, (bk. Kal'aci; Nehaî, 1/287)
Araştırmacı-otorite Kal'aci, Sevrî fıkhı üzerine yazdığı eserinde, bu fıkhın babası olan ve aynı zamanda sufî-muhaddis diye bilinen Süfyan es-Sevrî (ölm. 161/777)nin de nebiz içtiğini bildiriyor.
Sevrî'ye göre, nebizgilleri, sarhoş olmayacak kadar içmekte dinen bir sakınca yoktur.
Kal'aci bu bilgiyi verdikten sonra şunu da ekliyor :
“Bu tür alkollü içkiler konusunda Irak fukahasının tavrı budur." (bk. Kal'aci; Fıkhu's-Sevrî, 162-163).
İslam din ilimlerinde, özellikle fıkıhta tartışmasız otoriteler olan Nehaî ve Sevrî'den naklettiğimiz bu anlayış ve fetva, İmamı Azam adına, onun öğrencisi ve fetvalarının toplayıcısı olan İmam Muhammed eş- Şeybanî (ölm. 189/804)nin eserlerinde aynen tekrarlanmıştır, (bk. Şeybanî; el-Câmiu's-Sağîr (Eşribe bahsi), 385-386).
Hanefî fıkhının en ünlü bilginlerinden biri olan müfessir ve fakîh el-Cassâs (ölm. 370/980), fıkhî bir tefsir olan "Ahkâmu'l-Kur'an" adlı eserinde, Kur'an'ın yasakladığı hamr’ın şarap dışındaki içkilerin adı olarak kullanılamayacağını uzun uzun savunur, (bk. Ahkâ- mu'l-Kur'an, 1/447-451).
Cassâs, Peygamberimizin, Veda Haccı sırasında söylediği şu sözü de altını çize çize gündeme getirmektedir : "Şarap aynıyla haramdır; onun dışındaki içkiler ise sarhoş olacak kadar içilmeleri şartıyla haramdır." (bk. Cassâs; Ahkâ- mu'l-Kur'an, 1/444)
Cassâs'a göre, bu demektir ki Hanefî fıkhının büyük otoritelerinden birine göre, aynıyla (az veya çok, sarhoş edecek kadar veya daha az) haramlık sadece ve sadece üzümden yapılan şarap içindir.
Kur'an'da geçen h a m r adı şarap dışında hiçbir alkollü içkiye verilemez.
Onlar ancak sarhoş edecek kadar içilmeleri halinde haram hükmü altına girerler,(bk. Cassâs, aynı eser, 1/444- 446, 2/648-653)
Osmanlı meşihetinin bu konuya bakışı da aynen Irak ekolününkü gibidir.
Hanefî ekolünün, sonraki yobazlarca saklanan bu anlayışı, Osmanlı İmparatorluğu'nun en uzun hizmetli şeyhülislamı olarak bilinen Çatalcalı Ali Efendi (ölm. 1692)nin "Fetâva"sında aynen tekrarlanmış ve İmparatorluğun fetva makamı adına yeniden fetvaya bağlanmıştır.
Aynı zamanda Nakşî ve Halvetî şeyhi olan babasından dersler aldığı için Mecmau'l-Bahreyn (iki denizi birleştiren) diye anılan Çatalcalı Ali Efendi, ünlü fetvasını " v i ş n a b " diye bilinen vişne likörü ile ilgili olarak sorulan bir soru münasebetiyle vermiştir.
Otuzdan fazla baskı yapan ve Arapça kaynakları ayrı bir eser olarak basılan "Fetâva"sında Şeyhülislam Çatalcalı Ali Efendi aynen şöyle diyor :
“Vişnab dimekle maruf olup müskir olan şerbetin sekir virmeyecek miktarın telehhî kasdınsız içmek helal midir?
Elcevap: İmamı Âzam ve İmam Ebu Yûsuf katlarında helaldir.
İmam Muhammed katında haramdır.
Fî zamaninâ, İmam Muhammed kavliyle fetva ihtiyar olunmuştur." (bk. Fetâva, İstanbul, 1305 baskısı, 2/326)
Çatalcalı Ali Efendinin meşîhat makamı adına verdiği fetvanın, günümüz Türkçesiyle ifadesi şudur :
“Vişnab diye bilinen sarhoş edici içkinin, sarhoş etmeyecek kadarını, eğlence kastı olmaksızın içmek haram mıdır?
Cevap : İmamı Âzam ve İmam Ebu Yûsuf'a göre haram değildir. İmam Muhammed'e göre haramdır. Zamanımızda, İmam Muhammed'in görüşüyle fetva vermek tercih edilmiştir."
Fıkıh otoritelerinin söylediği bu...
Biz bunu, bilim adamı ciddiyetiyle dile getirdik ; ama bu fikre katılmadığımızı da belirttik.
Bundan çıkarılacak sonuç şu idi :
Kur'an'daki İslam yazarı, şarap dışındaki alkollü içkilerin sarhoş etmeyecek kadar içilebileceğini söyleyen fıkıhçıları eleştiriyor.
Ona göre, tüm alkollü içkiler, ne kadar içilirse içilsin, haramdır.
Ne yazık ki, insanlara iftira ve haksızlıkta dinsizlerin bile tenezzül etmedikleri alçaklıklara tenezzül eden din tüccarı yobazlar, bizim aleyhimizde bunun tam tersini propaganda ederek, halkı ifsada çalıştılar.
Sonuç ne oldu?
Kur'an'daki İslam kitabını alıp okuyan halkın, yalan ve iftira dincilerini bir kez daha tanıması oldu.
BİD'ATLAR, HURAFELER
Sapma ve saptırmaların bir kısmını gördük. Diğerlerini de şöyle özetleyebiliriz :
* Kaynatılmış alkollü içkinin haram olduğunu söylemek :
Alkol ve alkollü içkiler, keyif verici, uyuşturucu olarak içildikleri takdirde haramdır.
Bunlar kaynatılır, pişirilen yemeklere katılır ve içki olmaktan çıkarılırlarsa normal gıdaya döner, haram listesinden çıkarlar.
Hz. Ömer, kaynatılmış şarabı içmiş, içmek istemeyen Ubâde b. Sâmit (ölm. 34/654) adlı sahabîye şöyle çıkışmıştır:
“Ey ahmak! O kaynadı, şaraplığı kalmadı. Sen, sirkeyi içmiyor musun? O da bu sudan..." (bk. Ebu Zehra; Ebu Hanife, 299)
O halde, alkolün pişmekte olan yemeklere, lezzet verici olarak katılmasının (et ve balığa bir miktar şarap ekleyerek pişirmek gibi) dinen hiçbir sakıncası yoktur.
* Alkolün içme dışındaki kullanımlarını haram göstermek :
Bunun en tipik örneği "alkolsüz kolonya" söylemidir.
Alkol en iyi temizleyicilerden biri ve en ideal mikrop öldürücüdür.
İslam bunun keyif verici olarak içilmesini yasaklamıştır.
Yasağın başka alanlara taşırılması DÎN’E İLÂVE yapmaktır.
Alkol; temizlik, parfüm, ilaç vs. gibi alanlarda rahatlıkla kullanılabilir.
“Alkolsüz kolonya” tâbiri İslam ve akıl dışı ticarî bir slogandır.
Din üzerinden bedava reklam yapmak isteyenlerin "ALLAH İLE ALDATMA" oyunlarından biridir. Dindar insanları, kutsal kavramları kullanarak kendi ticarî ürünlerini almaya zorlamaktır.
Kolonyanın alkollü veya alkolsüz olmasının İslam diniyle hiçbir ilgisi yoktur.
* Kadeh kaldırmayı içki içmekle bir tutmak :
Yıllardan beri bize yoğun biçimde sorulan sorulardan biri de şudur : "İşimiz, konumumuz gereği, bazı resmî toplantılarda uygulanan kadeh kaldırmaya, içinde su veya meşrubat olan kadehlerimizle biz de katılıyoruz. Bunu yapmakla içki içmiş oluyor muyuz?"
Cevap nettir ve bir tektir:
Hayır!
Hayatları protokol ve resmiyetle geçen, devleti, kurumları temsil durumunda olan bazı insanlar, dünyanın şurasında-burasında çeşitli toplantılara katılmakta, bu münasebetle çok ayrı inançlardan insanlarla birlikte olmaktadırlar.
Bu birlikteliklerde imza veya müzakere törenleri sonunda memnuniyet genellikle kadeh kaldırılarak ifade edilmektedir.
Her nasılsa bu, uluslararası bir ortak gelenek olmuştur.
Alkollü içki kullanmayan bir insan, bu toplantılarda topluluğun sevincini paylaşmak için, içinde su veya mevye suyu, kola, vs. bulunan kadehini kaldırabilir.
İslam'da bardağı kaldırmak diye bir günah yoktur, alkollü içki içmek diye bir günah vardır.
Onun da nasıl anlaşıldığını, İslam fıkhının en büyük otoritelerinden naklen, yukarıda gösterdik.
Yani iş, kendisi gibi düşünmeyenleri cehenneme göndermek için bahane arayanların anlattığı gibi değildir.
Herkese iftira atmayı temel ibadet haline getiren siyaset ve fesat ekipleri bu durumlarda siyasal rakiplerini yıpratmak için kendilerine özgü kötü niyet tutkusunu işleterek yaygarayı basmaktadırlar:
“Filanca, falan yerde kadeh kaldırdı..."
Bu iftira zihniyeti, kalkan bardağın içinde ne olduğunu söylememekte, şaibe yaratarak ağzına alkol koymamış insanları bir tür "içkici" gibi gösterme namertliğine tenezzül etmektedir.
İnsanların sevinçlerine, özellikle devletler ve kurumlar arası toplantılarda ortak olmak bir insanlık ve uygarlık görevi olmanın yanında bir diplomatik (bazan ekonomik, askerî) zorunluluktur.
Önemli olan, bu mekânlarda da Allah'ın yasaklarını çiğnememeye dikkat etmektir.
Eğer ulusal, kitlesel menfaatler söz konusu ise, zorunluluğun gerektirdiği ölçüde yasakları çiğnemeye bile izin vardır.
Saltanat ve fesat dincileri, kendileri söz konusu olduğunda bu zorunlulukların din içi dayanaklarını rahatlıkla bulmakta ve ortaya koymaktadırlar.
Hatta bu durumlarda, yasak çiğnemeyi bir tür "siyasal zafer" veya "cihad" bile ilan edebilmektedirler.
Ama başkaları söz konusu oldu mu, nasıl bir insanlıktır ki, içinde portakal suyu bulunan kadehi kaldıran adamlar "içkici, kafa çekici" olmaktadırlar.
İslam'ın değerlerini çarpıtmayan gerçek müminler bilirler ki, özel konum sahibi insanların, toplumdan ayrı düşmemek için sadece bardaklarını kaldırıp ortak sevince katılmalarını "içki içmek" olarak göstermek en büyük yasaklardan birini çiğnemenin ta kendisidir; bir insanlık suçudur.
Tam bu noktada, Kur'an'ın “Fitne çıkarmak can almaktan daha ağır bir suçtur." (Bakara, 217) ve Hz. Peygamber'in, "İnsanların gıybetini etmek, zina işlemekten daha kötü bir günahtır." dediğini anımsayalım.
İftira ve fesat odaklarının az önce değindiğimiz davranışları, din açısından bakıldığında, gıybet, suizan, iftira, yalan... gibi birkaç günahın aynı anda işlenmesidir ki, failini çok ağır bir vebal altına sokar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder