Selâm…!
Yaşar Nûrî Öztürk hocanın “İSLÂM NASIL YOZLAŞTIRILDI?” kitabından
- ARAPÇA,
- ARAPÇA’CILIK ve
ARAPLAR konularında ;
- UYDURULMUŞ OLAN YALANLAR İLE YANLIŞLARI,
- Ve, BU KONULARDAKİ KUR’ÂNÎ DOĞRULARI
öğrenmek istemez misiniz?
Buyurun ve Yaşar Nûrî Öztürk’ün işbu kitabından, bugünkü 9.cu paylaşımımı, hüsn-i istifâde ümîdiyle, okuyun derim.
Abdullah Erdemli
İsviçre
********
ARAPÇA VE ARAPÇA’CILIK
Kur'an'a göre, insanların dillerinin farklı oluşu, tıpkı renklerinin farklılığı gibi, Allah'ın ayetlerindendir:
"Göklerin ve yerin yaratılmasıyla dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır." (Rûm, 22)
Renk ve dil farklılığının, tıpkı yerlerin ve göklerin yaratılması gibi bir ayet olarak tanıtılması, dil ve renk farkının Allah'ın varlığa koyduğu kanunlardan olduğunu ve tüm doğal oluşlar gibi normal karşılanması gerektiğini gösterir.
Kur'an'ın hiçbir yerinde, herhangi bir dilin, örneğin Arapça'nın, üstün olduğu, farklı bir tanrısal ayet olduğu yolunda ne bir açıklık, hatta ne de bir ima vardır.
Tüm insanlık dillerinin ve renklerinin farklılığı bir tanrısal ayet olarak gösterilmiş, bilgi ve düşünce sahiplerinin bu konuyu incelemeleri istenmiştir.
Çünkü bu farklılıkta bilgi sahipleri için dikkat çekecek noktalar (ibretler) vardır.
Dil veya diller meselesinde altı çizilecek noktalardan biri de şudur :
Kur'an'a göre, her peygamber,
getirdiği mesaj rahat anlaşılsın diye, içinden çıktığı toplumun diliyle vahiy almıştır.
Tanrısal vahyi, peygamberin hitap ettiği toplumun diliyle indirmek, böylece mesajı anlaşılır, peygamberi de meramını iyi anlatır kılmak sünnetullah’ın (Allah'ın tavır ve tarzının) bir gereğidir:
“Biz hiçbir peygamberi, kendi toplumununkinden başka bir dille göndermedik ki onlara açık-seçik beyanda bulunsun..." (İbrahim, 4).
Öte yandan, Kur'an'da bildiriliyor ki, istisnasız tüm toplumlara bir peygamber gelmiştir, (bk. Fâtır, 24)
Çünkü Allah, insanı sorumlu tutmayı, ona tebliğde bulunan bir peygamber gönderilmiş olması şartına bağlamıştır.
Peygamber ile tebliğde bulunmadan hesaba çekmemek, azap etmemek sünnetullahtandır :
"Biz, bir resul göndermedikçe azap edici değiliz." (İsra, 15)
O halde, Kur'an'a dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Peygamberliğin bittiği güne kadar yaşamış ve konuşulmuş dillerin tümüyle vahiy gelmiştir.
Bir dille vahiy gelmesi o dili kutsal
yapıyorsa tüm diller kutsaldır.
Herhangi bir dilin bu açıdan herhangi bir özelliği veya farkı yoktur.
ARAPÇA VE ARAPÇA’CILIK ile ilgili BİD'ATLAR, HURAFELER
* ARAB DİLİNİ KUTSAL SANMAK :
Yukarda da söylediğimiz gibi, kutsal olan, vahyin getirdiğidir, vahyin indirildiği dil değildir.
Çünkü tüm dillerle vahiy gelmiştir.
Ve hiçbir dilin kutsallığı yoktur.
Eğer varsa o zaman tüm diller kutsaldır.
Çünkü Kur'an tüm dilleri Allah'ın ayetleri içinde göstermektedir.
Bir dil için herhangi bir özellikten, ayrımdan söz edilmemiştir.
Ne yazık ki, İslam tarihi boyunca, bu temel Kur'ansal bakış açısını saptırmak ve ARAPÇA’YI KUTSAL KABUL ETTİRMEK için akıl almaz iddialar sergilenmiştir.
İşte bir tanesi :
Süfyan es-Sevrî (ölm. 161/777) diyor ki: "Vahiy yalnız Arapça ile indirildi; sonra tüm nebiler, indirilen vahyi kendi toplumlarının diline tercüme ettiler." (Süyûtî; el-İtkan, 1/130).
Bu söz, her şeyden önce tarihe, varlık yasalarına, sünnetullaha aykırıdır.
Yüzlerce, belki binlerce peygamber Arapça biliyor olamaz, bilmesi için de hiçbir zorunluluk yoktur.
Arap dilinin vücut bulmadığı devirlerde de peygamber gelmiştir; onlar bu işi nasıl çözüyordu?
Kısacası, Arapçacılık ve Arapçılık adına sergilenen tutarsızlık ve saçmalık hayret verici boyutlardadır.
Arapçacılık adına uydurulan yalanların akıl ve idrakle açıklanması mümkün değildir.
Bu saçmalıklar, vahyin de, peygamberliğin de ve dinin de ruhuna aykırıdır.
Kur'an hiçbir yerde, peygamberlerin, Allah tarafından gönderilen vahiyleri Arapça'ya çeviren mütercimler olduğunu (hâşa!) söylememiş, bunu akla getirecek herhangi bir işarette bile bulunmamıştır.
Arapçacılık saptırmasının istismar ettiği bir numaralı olgu, Kur'an'ın Arapça indirildiğini beyan eden ayetlerin varlığıdır.
“Kur'anen Arabiyyen : Arapça Kur'an" deyimi kullanılarak temiz niyetli ama bilgisiz halk yığınları asırlarca aldatılmıştır.
Oysaki bu ayetlerdeki ifade, Arapçacılık avukatlarına değil, aksini düşünenlere kanıt olmaktadır.
Bu ayetlerde, Kur'an'ın Arapça indirilişinin gerekçesi olarak şunlar gösterilmektedir :
a) İnzâr yani uyarma (bk. Şuara, 195; Şûra, 7; Ahkaf, 12),
b) Taakkul yani aklı çalıştırma-düşünme (bk. Yûsuf, 2; Zühruf, 3),
c) Takva yani sakınma (bk. Tâhâ, 113; Zümer, 28; )
Bu üç gerekçenin amacına ulaşması için Kur'an'ın anlaşılması şarttır.
Anlamak için, okuyanın, okuduğu metnin dilini bilmesi gerekmektedir. Arapça bilmeyenler için böyle bir imkân ise ancak Kur'an'ın çevirisini okumakla elde edilir.
Biraz yukarıda, her nebinin, getirdiği mesajı iyi anlatmak için hitap ettiği toplumun diliyle vahiy aldığını bildiren Kur'an ayetini görmüştük.
Kur'an'ın Arapça indirilişinin hikmeti işte bu gördüğümüz ayetle bağlantılıdır.
Onun içindir ki Arapça indirilişin hikmeti, akletme-düşünme ve uyarma-sakınma olarak gösterilmekte, başka bir gerekçe uydurulması engellenmektedir.
Ve anlatılmaktadır ki Arapça indirilişin hikmetleri, Arapça bilmeyenler için ancak, bildikleri dildeki tercümeyi okumakla elde edilir.
Yani ayetler, Arapça’cıların iddia ettiklerinin tam aksine delil olmaktadır.
Şunu da ekleyelim:
Arapçacılığın delil olarak kullandığı "Kur'anen Arabiyyen" ifadesi filolojik açıdan da Arapça’cılığın tam aksi kanaate delildir.
Şöyle ki bu tamlama bir sıfat tamlamasıdır ve bu tamlamada "Kur'anen" kelimesi mevsuf (nitelenen), "Arabiyyen " kelimesi ise sıfattır (niteleyendir).
Arap dilinin hakim kurallarından birine göre, sıfat mevsufun (nitelenenin) aynı değil, gayrıdır.
Bu kurala göre, "Kur'anen Arabiyyen" ifadesi, Kur'an olmakla Arapça olmanın apayrı şeyler olduğunu gösterir, aynı şeyler olduğunu değil.
Yani Arapça olmak Kur'an'ın ayrılmaz bir niteliği değildir.
O halde Kur'an'ın kutsallığı Arapça'nın kutsallığını göstermez.
Arapça'yı kutsal gösterme oyun ve tutkusunun bir görüntüsü de Arapça konuşmayı kutsal sanmaktır.
Gerçekten de Arapçı ve Arapçacı çevrelere göre, Arapça konuşmak sadece bir seçkinlik göstergesi değil, dinen de bir üstünlük ve erdem göstergesidir.
Bu konuda en çirkin yalan, hadis adı altında ortaya sürülmüş şu iki
uydurmadır:
1. "İçinizden biri Arapçayı iyi konuşabilirse Farsça ile asla konuşmasın. Çünkü böyle bir şey yapması münafıklık üretir."
(bk. Elbânî; Silsiletu'l-Ahâdîs ez-Zaîfa, 2/12)
2. "Cebrail bana geldi de ceddim İsmail'in dilini (Arapçayı) telkin etti."
(bk. Elbânî, adı geçen eser, 3/341)
Bu saptırma, sonraki zamanlarda çok daha ileri götürülecek ve Arapça konuşmak bir tür "İslam şartı" gibi sunulacaktır.
Örneğin, İhvanul-Müslimîn
topluluğunun lideri Hasan el-Benna’ya (ölm. 1949) göre, "Bir Müslümanın, temiz ve güzel bir Arapça ile konuşması da İslam'ın şartlarındandır."
İşte bu zihniyetin içimizdeki uzantıları yüzünden Türk dili yüzyıllar boyu, Arapça (ona bağlı olarak da Farsça) hegemonyası altında ezildi ve gerçekleştirmesi gereken gelişmeyi bir türlü gerçekleştiremedi.
Sebep, Arapça ve Araplarla ilgili hurafelerle bunların pazarlayıcılarıdır.
Şu bir tarihsel gerçektir ki biz Türkler, Allah ile aldatılmanın bir sonucu olarak, asırlarca kendi dilimize emperyalizm uyguladık.
Bu self-emperyalizm, tarihte eşi az görülmüş bir zulüm oldu bizim için.
Güzel dinimiz, hayatımıza bir benlik ve özgürlük enerjisi halinde sokulmak yerine, dilimizi ve benliğimizi yok etmenin aracı halinde sokuldu.
Ve bu zulmün faturasını da malımızla canımızla yine biz ödedik.
Anadolu çocukları bu gerçeği fark edip gereğini yapmadıkça bizim özgür ve güzel yarınlarımızın olabileceğini düşünemiyoruz.
Arap, Batılılar söz konusu olduğunda kendini bunların tutsağı yapmayı, biz söz konusu olduğumuzda ise bizi kendi kültürünün tutsağı yapmayı hüner saymakta ve bunun dokunulmaz-tartışılmaz yolunu da keşfetmiş bulunmaktadır:
İçimizdeki Arapçılık ve Arapçacılık pazarının çalıştırılması...
Arap diline ve değerlerine dokunmayı, bizim değerlerimizin korunmasını gündeme getirmeyi bir tür "dinden çıkma" gibi algılayan zihniyetlerin habire pohpohlanması ve dinin biricik temsilcisi gibi gösterilmesi boşuna değildir.
Biz şuna inanıyoruz :
Anadolu insanının, Allah ile aldatma oyununu bozup, asırlardır kendine uyguladığı self-emperyalizm boyunduruğundan kurtulması, çocuklarının geleceği bakımından çok hayatî bir zorunluluktur.
* ARAPÇAYI CENNET DİLİ SANMAK :
Arapçacılık adına yalan uyduranların düzmecelerinden biri de Arapça'yı cennet dili olarak göstermeleridir.
Güya, cennet ehlinin konuşacağı dil Arapça olacakmış!
Bu konuda bir de uydurma hadis devreye sokarlar.
Bu uydurmaya göre, "Cennet ehlinin cennette konuşacağı dil Arapça'dır." (bk. Elbânî; Silsiletü'l- Ahâdîs ez-Zaîfa, 1/293)
* ARAB ALFABESİNİ İSLÂM ALFABESİ SANMAK :
Arapçılık ve Arapçacılık adına uydurulan yalanlardan biri de budur.
Bu yalanın pazarlamacıları, Arap
Alfabesinin adını "İslam alfabesi" koymuştur.
Her şeydan önce sormak lazım : Evrensel bir dinin alfabesi olur mu?
İnsan toplulukları kadar alfabenin olduğu, bir varlık ve hayat gerçeği iken, böyle bir iddia nasıl ileri sürülür!
İslam bir kabile ideolojisi veya bir bölge felsefesi midir ki bir alfabesi olsun?
İkincisi, bu alfabe, İslam öncesi Arapların da alfabesidir. Asırlarca öyle olmuştur...
Onu İslam getirmemiştir ki adını İslam'a nispet edelim...
Üçüncüsü, bu alfabe, İran Sâsânî imparatorluğu gibi putperest bir ülkenin de alfabesi idi.
İslam'ın olan bir şey putperest bir kitlenin temel değerlerinden biri nasıl olur?
Dördüncüsü, bu alfabe İslam alfabesi ise, o takdirde ;
- dünyanın yüzlerce dil konuşan ve yüzlerce alfabe kullanan kitleleri, alfabelerini değiştirmedikçe Müslüman olamazlar mı,
- onlara tebliğ yükümlülüğümüz yok mudur?
Neresinden bakarsanız bakın, bu iddia bir Arap dayatmasıdır.
Bu dayatmanın en büyük kahrını da biz Türkler çektik.
Bu dayatmalar yüzünden kendi dilimize uyguladığımız self-emperyalizm, kültür ve düşünce hayatımıza büyük darbeler indirdi; bizi dilsiz- nutuksuz Arap papağanlarına çevirdi.
Bu yanlışımızın ceremesini, ATATÜRK’ÜN İŞE EL KOYDUĞU GÜNE KADAR ödemeye devam ettik.
Bu pazarın elemanları bu konuda duydukları sıkıntıyı ifade ederken, Arapçılık yaptıklarını söyleyemezler; onun yerine Arap Alfabesi'ne akıl almaz hurafelerle kutsallıklar, kerametler izafe ederler, işi o noktaya getirirler ki eğer o alfabe değişmeseydi biz şimdi sadece Ay'a değil, Merih'e bile gitmiş olacaktık..!
Peki, bizim imkânlarımıza ilaveten bir de tonlarla hazır petrol parasına konan Arap ülkeleri neden Ay'a veya Merih'e gitmediler?
Bu alfabe kerameti onlara hiç mi yaramadı?
Yoksa Arapçılık'ın tüm kerametleri Arap olmayanlara mı yarar sağlıyor?..
Bunların cevabı yoktur.
Çünkü İslam Alfabesi uydurmasının tutarlı yanı yoktur...
* ARABCAYI İBÂDET DİLİ SANMAK :
Arapçılık ve Arapçacılık pazarının en büyük oyunu, ibadetin Arapça olması gerektiği yolundaki aldatmacadır.
Asırlarca sergilenen ve kitlelere benliklerini inkâr ettiren bu oyunun günümüz Türkiyesinde en güçlü temsilcisi, ne yazık ki Türkiye Cumhuriyetinin anayasal din kurumu DİYÂNET İŞLERİ TEŞKÎLÂTI oldu.
Bu TEŞKÎLÂT, meseleye, bırakın akıl ve Kur'an değerleriyle çözüm aramayı, ülkemizin bağlı olduğu Hanefî fıkhının bu konudaki bin küsur yıllık fetvalarının getirdiği çözümlere dayanarak "Her insan kendi anadiliyle ibadet edebilir, Kur'an'ın kendi dilindeki çevirilerinden okuyarak namazını kılabilir" dediğimizde bize şiddetle karşı çıktı.
Aradan zaman geçti.
Dünya ve Türkiye, bizim yıllar önce söylediklerimizin gerçekliğine, geçerliliğine hak verdirecek olaylara, gelişmelere tanık oldu.
Kısacası, zaman bizi doğruladı.
Dil meselesinde gerçek son derece açıktır :
Her insan kendi anadiliyle ibadetini yapabilir, duasını edebilir, namazını kılabilir.
Bunu isterse Kur'an'ın herhangi bir dildeki tercümesini okuyarak yapar, isterse içinden gelen duaları okuyarak yapar.
Bu ruhsat, bizzat Peygamberimiz tarafından hem de anadili Arapça olan sahabîlere bile verilmiştir.
Arap olmayan Müslümanlar bu hakkı öncelikle kullanabilirler.
Bunun aksini söylemenin İslam açısından hiçbir tutar yanının olmadığını Kur'an, sünnet ve fıkhın verilerine dayanarak "Yeniden Yapılanmak" adlı kitabımızda delilleriyle göstermiş bulunuyoruz.
Konu çok önemli olduğu için kısaltma yaparak alıntılama yoluna gitmeyecek, anılan kitabımızın "Anadilde ibadet" bölümünün okunmasını önemle önereceğiz.
********
ARAPLAR
Araplar Kur'an'da sadece "أعراب = A’râb" (bedevi-göçebe Araplar) kelimesiyle ifadeye konmaktadır.
Ne ilginçtir ki Kur'an Arap ırkını veya Arap toplumunu ifade için başka bir kelime kullanmıyor.
Daha ilginci, "أعراب = A’râb" (bedevi-göçebe Araplar) kelimesinin, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima ;
- olumsuzluğun,
- kötülüğün,
- ikiyüzlülüğün,
- cimriliğin,
- kaypaklığın taşıyıcısı olarak kullanılmasıdır.
Şimdi bu kullanımlara bir göz atalım:
1. Tevbe 90 : Bazılarının seferden kaçmak için yalan söyleyerek yerlerinde oturdukları, bazılarının da birtakım özürler ileri sürerek izin alıp sefere katılmamak için uğraştığı anlatılıyor: "Göçebe Arapların özür bahane edenleri kendilerine izin verilmesi için geldiler; Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenleri ise yerlerinde oturdular. Onların küfre sapanlarına korkunç bir azap erişecektir."
2. Tevbe 97: Küfür, nifak (bölücülük, ikiyüzlülük) ve Allah'ın indirdiğini tanımama bakımından en şiddetli insanlar oldukları gösteriliyor: "Çöl Arapları; küfür, parçalanma/ikiyüzlülük yönünden daha şiddetli; Allah'ın, Resulüne indirdiği şeylerin sınırlarını TANIMAMAYA daha yatkındırlar..."
3. Tevbe 98: Bağışta bulunmayı, paylaşımı bir angarya saymakla, iman sahiplerinin başına belalar gelmesini istemekle suçlanarak en büyük belaların onların başına geleceği bildiriliyor: "Çöl Araplarından öylesi vardır ki infak ettiğini bir angarya/bir ceza ödeme sayar ve sizin başınıza belaların gelmesini bekler durur. En kötü bela onların başına olsun! Allah, çok iyi işitir, çok iyi bilir."
4. Tevbe 101: İkiyüzlülük içinde oldukları belirtiliyor: "Çevrenizdeki bedevi Araplardan münafıklar var. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar var. Sen bilmezsin onları. Ama biz biliriz. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler."
5. Tevbe 120: Allah Elçisi'ni bir başına bırakmaları kınanıyor: "Medine halkına ve çevrelerindeki bedevi Araplara, Allah Resulü'nden geri kalmaları ve onu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz..."
6. Fetih 11-12: İkiyüzlülük, yalancılık, isabetsiz tahmin, korkaklık gibi olumsuzluklarla suçlanarak mahvolmuş bir topluluk diye nitelendiriliyorlar: "Bedevilerden, geri bırakılmış olanlar sana şöyle diyecekler: 'Bizleri, mallarımız ve ailelerimiz oyaladı. O halde bizim için Allah'tan af dile.' Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: 'Allah size bir zarar dilerse yahut bir yarar murat ederse O'nun sizin için dilediğine kim engel olabilir?' Doğrusu şu ki Allah, sizin yaptıklarınızdan haberdardır. Siz sanmıştınız ki Resul de müminler de ailelerine bir daha asla dönemeyecekler. Bu düşünce kalplerinizde süslendi de çirkin bir sanıya saplandınız ve mahvolmuş bir topluluk haline geldiniz."
7. Fetih 16: Yakın bir gelecekte zorlu ve güçlü bir kavimle karşılaşacakları, bu karşılaşmada korkaklık, döneklik ve ürkeklik göstermeleri halinde perişan olacakları ihtar ediliyor: "Bedevi Araplardan, geri bırakılmış olanlara de ki: 'Siz yakında çok zorlu savaş veren bir kavimle çarpışmaya çağrılacaksınız. Ya onlarla çarpışırsınız, yahut da onlar Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir ödül verecektir. Yok eğer önceden döndüğünüz gibi yüz çevirirseniz Allah sizi acıklı bir azapla cezalandırır."
8. Hucurât 14: Sadece dilleriyle Müslüman olduk dedikleri, imanın bunların kalplerine asla girmediği bildiriliyor: "Bedevi Araplar, 'İman ettik! dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman olduk' deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."
Kur’ân’da anıldıkları tam 10 yerin sekizinde işte bu olumsuzlukların sahibi olarak gösterilen bedevi Arapların ; bir yerde, bazılarının iman edip paylaşıma gideceği söylenmekte, bir yerde ise haklarında kuşkuya yol açan ifadeler kullanılmaktadır.
Şimdi bu ayetleri görelim:
9. Tevbe 99: İçlerinden bazılarının iman ve paylaşıma katılabileceği söylenmektedir: "Çöl Araplarından bazıları, Allah'a ve âhiret gününe inanır, harcadıklarını, Allah yanında yakınlıklara ve Resulün dualarına vesile edinir..."
10. Ahzâb 20: Birlikte yaşadıkları kişilere ihanet edebileceklerine işaret vardır: "Düşman hizipler gelecek olsalar, isterler ki bedevi Arapların
içinde bulunsunlar da sizinle ilgili haberleri sorsunlar..." (Kur'an'ın Araplara bakışı konusunda ayrı ca bk. Öztürk; KTK, A'rab maddesi)
ARAPLAR İLE İLGİLİ BİD'ATLAR, HURAFELER
* ARAB IRKININ ÜSTÜN IRK OLDUĞUNU SANMAK :
Bu Kur'an dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamberimiz âlet edilerek sahnelenmiştir.
Bu iddia sahiplerine göre, madem ki Hz. Peygamber en son ve en büyük peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.
Bu iddia, içinde birkaç yalan ve birkaç Kur'andışılık iç içedir.
Bir kere, Hz. Muhammed'in "en büyük" peygamber olduğu yolunda vahye dayalı bir beyan yoktur.
O, en son peygamber olarak nitelendiriliyor ama "en büyük p e y g a m b e r " olarak nitelendirilmiyor.
Daha doğrusu, tevhidin ölçülerine göre, hiçbir peygamber "en büyük" değildir.
Peygamberler arasında böyle bir sıralama yapmak Kur'an'ın verilerine tamamen aykırıdır.
Kur'an, mensuplarına şunu söyletiyor:
“Bizler, Allah'ın resullerinden biri ile öbürü arasında fark görmeyiz/resulleri tefrika konusu yapmayız." (Bakara, 286)
Hiç kimsenin hiçbir peygamber için "o en büyük peygamberdir" demeye hakkı yoktur.
Çünkü vahyin böyle bir beyanı yoktur.
Hz. Peygamber'in böyle bir söyleme açılan kapıları kapatan beyanları da az değildir.
O, resuller arasında ayrıma, derece yarışı yaptırmaya, üstünlük-önderlik iddialarına açıkça karşı çıkmış, peygamberleri sadece "KARDEŞLER" olarak göstermiştir.
Bu gerçekler ortada dururken, Hz. Muhammed'i, bizzat kendisinin karşı çıktığı bir yanlışla yüceltmeye kalkmak bir bid'attır.
İkincisi, tevhîd ölçüleri, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez.
Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz.
Üstünlük, niyet ve gayret iledir.
Üçüncüsü, Kur'an'ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur.
Allah, en büyük lütuflarından biri olan peygamber göndermeyi, kulları arasında adil bir biçimde paylaştırmıştır.
Eğer bir ırktan nebi gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir.
Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.
Dördüncüsü, tevhîd ölçüleri, peygamberleri şu veya bu ırka mâl etmeye olanak tanımaz.
Peygamberlerin ırkı, boyu-soyu, coğrafyası, iklimi, rengi ve bölgesi hiçbir önem taşımaz.
Çünkü peygamberlik kesbî (kazanılarak elde edilen) bir kurum değildir ki, madde ölçüleri ile değer veya mertebe kazansın.
Peygamberlik Allah'ın verdiği bir imkân ve bir unvandır.
Allah bunu verirken maddenin, rengin, desenin, kanın olanaklarından -hâşâ- medet ummak zorunda değildir.
Kısacası, bu anlayış, her haliyle ve her yönden vahyin ruhuna ve tevhîd inancına aykırıdır.
* ARABLARI SEVMENİN BİR DİN EMRİ OLDUĞUNU İDDİA ETMEK :
Arapları sevmeyi bir din emri haline getirmek Kur'an'dan hareketle mümkün olmadığına göre, Arapçılık pazarının başka bir çare bulması gerekiyordu.
Bulmuştur. Benzeri durumlarda başvurduğu "hadis uydurma yolu"na gitmiştir.
İşte birkaç tanesi:
"Arapları ve onların İslam içindeki devamlılık ve barış severliklerini sevin. Çünkü onların barış severliği İslam için bir ışıktır; bozuluşları ise İslam için karanlık olur."
(bk. El bânî; Silsiletu'l-Ahâdîs ez-Zaîfa, 4/317)
"Ey Selman! Bana kin tutma ki dininden kopmayasın." Selman dedi: "Sana nasıl kin tutarım ben, Allah beni senin elinle doğruya ve güzele ulaştırdı!" Resul dedi: "Araplara kin tutarsan bana kin tutmuş olursun."
"Kim bu dine girerse o Arap olmuş demektir."
(bk. Elbânî, aynı eser, 5/44, 71)
"Şu üç şey yüzünden Arapları sevin: Ben Arab'ım, Kur'an Arapça'dır, cennet ehlinin dili Arapça'dır."
"Araplar zelil olursa İslam da zelil olur." (bk. Elbânî, aynı eser, 1/293, 298, 301)
Bu son uydurma, öylesine raydan çıkmıştır ki, iddiasının açık bir küfür olduğunun farkında olamamıştır.
Allah'ın fıtrat dini nasıl olur da bir kavmin zelil olmasıyla zillete mahkûm hale gelir!
Kur'an bunun tam tersini söylemektedir.
Kur'an'a göre, eğer bir topluluk İslam emanetini layıkıyla taşıyıp yaşamaz ise Allah o emaneti onlardan alır, başka bir topluluğa verir.
(Bu konuda örnek olarak bk. Mâide Suresi, 54)
Bunun aksini söylemek Allah'a acziyet ve beceriksizlik isnat etmek olur.
Uydurmaları sıralamaya devam ediyoruz:
"Araplara yamuk yapan, benim şefaatimin çemberi içine giremez, sevgime layık olamaz."
"Kureyş kabilesini sevin. Çünkü o kabileyi seveni Allah sever."
"Arapların çokluğu ve imanları benim için göz nuru değerindedir. Kim benim göz nurumu öne alırsa ben de onu öne alırım."
(bk. Elbânî; aynı eser, 2/24, 46, 163, 201, 162)
İşte bir uydurma daha:
“Zaman değişip düşünceler çekiştiğinde size bedevi Arapların din anlayışını öneririm."
(bk. Elbânî; aynı eser, 5/229)
Allah'ın Resulü sıfatını taşıyan bir benliğin bu söz ileri söylemesini akıl ve idrak mümkün görmez.
İslam'a ve Hz. Muhammed'e bundan daha büyük bir iftira olamaz.
Allah Elçisi elbette ki bu sıfatlardan da bu sözlerden de arınmıştır.
Resulün arınmış olduğu uydurmaların en çirkinlerinden biri de şudur:
"Ümmetimden ilk şefaat edeceklerim, beni görüp bana iman ederek beni tasdikleyen Arap- lardır. Onların ardından da Arapların beni görmeden bana iman edip beni görmek arzusu taşıyanlarına şefaat edeceğim."
Görüldüğü gibi, bu şefaat dağıtımında Araplardan başkasına bir şey vaat edilmemiştir. Resulü göreni-görmeyeni ile ne varsa Araplarındır.
"Kureyş kabilesini sevmek iman, ona kin tutmak küfürdür. Arapları sevmek iman, onlara kin tutmak küfürdür. Arapları seven beni sevmiş, Araplara kin tutan bana kin tutmuş olur."
"Araplara, münafıktan başkası kin tutmaz.1 1
(bk. Elbânî; aynı eser, 3/339-341)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder