22 Ekim 2024

10- İSLÂM NASIL YOZLAŞTIRILDI?

Selâm…!

Yaşar Nuri Öztürk’ün bu kitabından bugün de 

- “AYLAR”,

- “CENNET” ve 

- “CİHAD” 

konularının NASIL YOZLAŞTIRILDIĞINI ve YAMULTULDUĞUNU okuyalım ve öğrenelim. 

Ne dersiniz?

Abdullah Erdemli

********

AYLAR

Kur'an'da adı anılan tek ay Ramazandır. Bu anışın bağlamı ise Kur'an'ın bu ayda inmiş olmasıdır, (bk. Bakara, 185) 

Yani amaç Ramazan ayının kutsallığını anlatmak filan değildir; Kur'an'ın o ayda inmeye başladığını gös­termektir. 

Bu münasebetle kutsallık vurgusu Kur'an'a yapılmıştır, Ramazan'a değil. 

Kutsal­lık vurgusunu Ramazan'a yapan ve o ayı bir tür piyango yoluyla bedavadan kurtuluş ayı gibi gösteren " h a d i s " patentli sözlerin tümü uydurmadır. 

Bu uydurmaların en ünlüleri şu sözdür: "Ramazan ayının başı rahmet, ortası bağışlanma, sonu da cehennemden kurtu­luştur." (Elbânî'nin uydurma demekle yetinmeyip "münker" diye tanıttığı bu söz için bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/70)

Kur'an başka hiçbir ayın adını anmaz. 

Arapların çarpışma ve çapulculuğu dudurmak üzere kutsal ilan et­tikleri Eşhuru'l-Hurum (haram aylar) tâbiri ile hac aylarını amaçlayan Eşhur-u Malûmat (bilinen aylar) tâbiri ay adı anılmadan kaydedilir. 

Bunların birinci­sinde, Araplardan, kutsallığını ilan ettikleri bu yasak ayların gereğine uymaları, yani hiç değilse bu aylarda kan akıtmayı ve çapulculuğu durdurmaları istenir. 

On­lar eğer bu taahhütlerine bağlı kalırlarsa Müslümanlar da her türlü saldırı ve eylemi durduracaklardır. Çünkü o aylara izafe edilmiş kutsallık eğer kan dökülmesine, haksızlıklara engel olucu bir rol oynuyorsa onu destek­lemek ve o uygulamanın amacına varmasına yardımcı olmak Kur'an müminlerinin herkesten önce hakkı ve ödevidir, (bk. Mâide, 2, 97)


Hac aylarının da herhangi bir kutsallığından söz edilmez; kutsallık Hac ibadetine verilir. 

Burada unutul­maması gereken şudur:


Kur'an zamanı değil, eylemi kutsar... 

Hiçbir ayın hiçbir kutsallığı yoktur. 


İyilik yapmanın özel za­manı olmadığı gibi kötülüğün hafife alınmasını 

sağla­yacak özel zamanlar da yoktur.


BİD'ATLAR, HURAFELER

Üç aylar diye bir kutsal mevsim ilan etmek:

Aylarla ilgili bid'at ve hurafelerin en dikkat çekeni “üç aylar” diye bir özel ibadet mevsimi ilan et­mektir.

Üç aylar hurafesi çok yerleşik ve yıkıcı bid'atlara vücut vermiş ve âdeta kurumlaşmış bulunuyor. 

Bu ku­rumlaşma bu ayları bir tür "cennet için piyango ve toto çekilişi mevsimi"ne dönüştürerek tevhîd dininin en nefret ettiği "mevsimlik dindarlık" illetine yol açmıştır.

Receb, Şaban, Ramazan ayları bir tür ibadet mev­simi ilan edilmiştir. 

Bu mevsimde piyangodan cennet çıkarmayı bekler gibi kurtuluş bekleyen milyonlarca in­san vardır. 

Hocalar, bu ayların gelişini "ibadet 

mev­simi, kurtuluş ayları geldi" edasıyla duyurmaktadırlar. 

Bir uydurmaya göre, Peygamberimiz Receb ayı­nın yüceliğini anlatırken cennette "Receb" adlı bir ne­hir olduğunu, bu nehrin, Receb ayını ibadetle geçiren­leri günahlardan arındırmakla görevlendirildiğini (hâşâ) söylemiştir, (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 4/371) 

Hint pa­ganizminin Ganj Nehri anlayışının İslam'a aktarıl­masını ifade eden bu hezeyanı Hak Elçisi'ne yakıştır­maktan Allah'a sığınırız. 

Bu tam bir pagan yaklaşım­dır. 

Kur'an böyle ibadet mevsimleri, kurtarıcı mekânlar, nehirler, dağlar, ovalar vs. asla belirlemez. 

Hz. Peygamber'e isnat edilen üç aylarla ilgili hadis patentli sözlerin hiçbirinin güvenilir yanı yoktur. 

Hepsi sonraki zaman­larda "terğîb" yani özendirme için uydurulmuştur.

Ne var ki bu terğîb tutkusu, giderek, "Uç aylar dışında ne yaparsan yap o kadar önemli değil" zihniyeti yaratmış ve müminin yükümlülüğünü, hatta Allah'la beraberliğini mevsimlik bir totoya dönüştürmüş­tür.

Uydurmacılığın ünlü terğîbi, Mehmet Akif’in (ölm. 1936) ölümsüz ifadesiyle başa bela olmuştur. 

Sahabî kuşağının büyükleri (Ebu Bekir, Ömer dahil) ve bid'ata bulaşmamış ulema bu Receb-Şaban piyangoculuğuna karşı çıkmak için bu aylarda oruç tutmamışlardır. 

Bunu nakleden Ebu Şâme (ölm. 665/1266) şunu da eklemiştir: 

Receb ayını oruçlu geçirenler Hz. Ömer tarafından en­gellenmiştir. 

Hatta Ömer'in bu bid'atçı piyangoculara dayak attırdığı da bilinmektedir. 

Ömer şöyle diyordu: "Bu ay, Cahiliye toplumunun kutsadığı bir ay­dır, onu kutsamayı durdurun." 

Müfessir sahabî İbn Abbas (ölm. 68/687) da bu Receb bid'atiyle mücadele edenlerden biridir, (bk Ebu Şâme, 168-170)

Anlaşılan o ki durum, "üç aylar vâizleri"nin söy­lediğinin tam tersidir. Yani esas ibadet, bu ayları "özel” ibadet mevsimine dönüştürme bid'atı"nın dışlanmasıdır.


İki bayram arasında nikâh kıymanın uğursuz olduğunu söylemek.


İki bayram arasında ölenin durumunun iyi olmadığını söylemek.


CENNET

Cennet kavramı ve İslam'ın cennet anlayışıyla ilgili bilgiler vermek bu eserin amacı dışındadır. 

Esasen cen­net bizim üç boyutlu dünyamızın şartları ve imkânlarıy­la ancak benzetmeler yapılarak anlatılabilir. 

Kur'an buna, benzetmeler yaparak konuşmak (teşâbüh) diyor. 

Cennet bizim için bir anlatım ve tanıtım konusu değil, bir t e ş â b ü h konusu olabilir, (bk. Bakara, 25) 

Şunu da söyleyelim:

Cennet sonsuzluğun, sonsuzluk nimetlerinin sembol adıdır. 

O halde biz onunla ilgili inançlardan söz edebiliriz ama onu tanımlama, tanıtma imkânına sahip olamayız. 

Turistik otel tasvir eder gibi cennet anla­tanlar ya kendi kafalarındaki hurafeleri, ya da nefisle­rinin hayal ettiği şehvetleri dile getirirler.

Burada şu kadarını söyleyeceğiz: Kur'an, cenneti bir patent işi olarak görmez, bir eylem konusu olarak değerlendirir. 

Eylem ise patenti değil, kişiyi ve niyeti izler. 

Bunun içindir ki Kur'an, cenneti kendi dininin mensuplarının doğal hakkı gibi gören zihniyet­leri ümniyecilik (hurafe, hayal, anlamadan okuma tutkusu, yalan ve sanı) psikozuna tutulmakla suçlar.

Cennet konusunda tekelciliğin en büyük temsilcileri, Kur'an'a göre, Yahudiler ve Hristiyanlardır: "Onlar şöyle dediler: 'Yahudi veya Hristiyan olandan başkası cennete asla giremez.' Bu onların kuruntuları / hurafeleri / anlamını bilmeden okuyuşlarıdır. De ki onlara: 'Eğer doğru sözlüler iseniz hadi getirin kanıtı­ n ı z ı ! "(Bakara, 111) 

Ehlikitap'ın bu konuda kanıt ola­rak öne sürdükleri de ayrı bir egoizm sergilemektedir. 

“Yahudi olanlarla Hristiyanlar şöyle dediler: 'Biz, Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz.' De ki onlara: 'Peki, öyleyse günahlarınız yüzün­den neden azaba uğratılıyorsunuz?' Hayır, siz, Allah'ın yarattıklarından bir insan topluluğu­sunuz..." (Mâide, 18)

Kur'an böylece, Judeo-Kretyen geleneğin, özellikle Hristiyan kilisesinin asırlarca bayrak yaptığı: 

"K i l i s e dışında kurtuluş yoktur!" sloganını yerle bir etmek­te ve insanlığın önünde iyi niyet ve eylemin erdirici yo­lunu açmaktadır.

Kur'an'a göre, cennet sadece ve sadece eyle­min karşılığıdır, (bk. Nisa, 123; Ğafır, 40; Zühruf, 72) 

Bu eylemin iyi niyete dayalı, barışa ve güzelliğe yönelik yaratıcı eylem olması gerektiğinde kuşku yoktur. 

Çünkü bunun aksi olan eylemlerin götüreceği yer başka bir yer­dir: Cehennem...


BİD'ATLAR, HURAFELER

Cenneti bir din veya anlayışın patentiyle kayıtlı görmek:

Cennet, sonsuz kurtuluşun sembolü, sonsuzluk ve ölümsüzlüğü hak edenlerin ödülüdür. 

Bu ödülün asgarî şartları (biz buna sonsuzluğun yeterlilik şartları diyoruz) Kur'an'ın açık beyanına göre, üç tanedir:


1. Allah'a iman,

2. Âhirete yani ölümden sonra bir hayatın var olduğuna, o hayata geçildiğinde dünya ha­yatından hesap verileceğine inanmak,

3. Salih ameller sergilemek, yani barışa, iyi­liğe ve güzelliğe yönelik değer üretmek.


Kur'an'ın bu kabulü, Bakara Suresi 62. ayetle, Mâide Suresi 69. ayette son derece açık bir biçimde ifadeye konmuştur. 

Bir tanesini verelim: 

“Şu bir gerçek ki iman edenlerden, Yahudilerden, Hristiyanlardan, Sâbiîlerden, Allah'a ve âhiret gününe ina­nıp barışa ve hayra yönelik işler yapanların, Rableri katında ödülleri olacaktır. Korku yok­tur onlar için, tasalanmayacaklardır onlar." (Bakara, 62)


Dikkat edilirse ayet, sadece Ehlikitap kitlelerin bu üç şartı yerine getirenlerini değil, diğer inanç mensupları­nın aynı şartları taşıyanlarını da sonsuz kurtuluşu elde edenler arasında göstermiştir. 

Bu demektir ki cennet sadece Semitik din mensuplarının tekelinde de değildir

îstenen eylemleri gerçekleştiren her insan o ödülü hak etmiş olacaktır.

Bunun, Kur'an terminolojisi içinde başka bir ifade şekli de şudur: 

Şirke batmamış olarak yani Al­lah'ın varlığını kabul etmiş ve ona ortak koş­mamış olarak bu dünyadan ayrılan herkes so­nunda kurtulur ve cennete gider. 

Bu gerçek, Kur'an tarafından çok açık şekilde tekrarlanmıştır: 

“Şu bir gerçek ki Allah kendisine şirk 

koşul­masını affetmez. Bunun dışında kalan günah­ları, dilediğinden affeder."(Nisa, 48, 116)


Şirke batık olarak ölüp gidene gelince "Allah cen­neti ona haram kılmıştır; onun varacağı yer ateştir." (Mâide, 72)


Allah dışında herhangi bir insanın cennet belgesi imzalayabileceğini iddia etmek:

Kur'an'ın yıktığı sapıklıklardan biri de budur. 

Kur'an, peygamberler de dahil, hiçbir insana cennete gidiş belgesine imza atma hak ve yet­kisi vermemektedir. 

Eğer verseydi, Kur'an adına bi­raz önce söylediklerimizin anlamı kalmazdı. 

Kur'an, cennet veya ebedî kurtuluş meselesinde insanın kendi eylemi dışında hiçbir gücü devreye sokmamaktadır. 

Bu yüzdendir ki biz, Kur'an'ın sonsuz kurtuluşu garantile­yen yeterlilik şartları içinde şu veya bu peygambere iman kaydının olmadığını söyleriz. 

Tevhidin formül cümlesi "La ilahe illallah"tır. 

O formüle pey­gamber adı ekleyen, dinsel geleneklerdir. 

Her gelenek, kurtuluşun iman formülüne kendi pey­gamberinin adını eklemiştir. 

Kur'an bu anlayışa karşıdır.

Peygambere iman ve günlük kurallar dünyasında bir peygamberi izlemek tercih meselesidir ve bize göre, bir mükemmellik şartı olarak algılanabilir. 

Ama bir ye­terlilik şartı ilan edilemez. Yeterlilik şartları, Bakara 62 ve Mâide 69'daki şartlardır.

Ne yazık ki, tarih boyunca tüm ümmetler, o arada Müslümanlar, cennet konusunda sadece kendilerini öne çıkarmakla kalmamış, muazzez Hak elçilerini de bu yarışa âlet etmişlerdir. 

Bizim kültürümüzde bu yarıştır­ma, öncelikle, uydurma hadislere dayandırılır. 

Peygam­berliğin şanına asla yakışmayan ve bir cennet hegemonyası kuran şu uydurmaya bakın: 

Cennet, ben oraya girinceye kadar tüm diğer peygamberlere haram kılınmıştır. Yine cennet, benim ümme­tim oraya girinceye kadar tüm diğer ümmetlere haram kılınmıştır." (bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 5/354)


Cenneti bir tür yiyip içip yatılan turistik otel gibi algılamak:

Cennet egoizminin bulaştığı en çirkin dindışılıklardan biri de budur.

 Orayı bir tür, seks tutkunu tembellerin barınağına çeviren zihniyetler vardır. 

Kendileri dışında kimsenin cennete gitmesini istememelerinin esas sebebi de bu olsa gerek...!


Bu zihniyetler, eğer Kur'an'dan bir şey öğrenmeye değer veriyorlarsa şunları bellemek zorundadırlar :


Bir kere cennetteki zevciyetin (eşliliğin) cinsellik anlamında olduğu kesin değildir. (Bu konuda geniş bilgi için bk. KÎ, 470)

İkincisi, cennetin öyle kapalı-mekân bir yer olduğu iddiası Kur'an dışıdır. 

Kur'an, cennetin eninin yerlerle gökler kadar olduğunu söylüyor ki (bk. Âli İmran, 133; Hadîd, 21) bu mecazî kullanımın anlamı cennetin sınır­sızlığı, yani mekândan çok bir tür ruhsal algılama olduğu merkezindedir. 


Nitekim, İslam düşüncesinin 20. yüzyılda en büyük temsilcisi sayılan Muhammed İk­bal (ölm. 1938) "Cennet mekânlar değil, haller­dir." diyerek bu Kur'ansal gerçeğin altını çizmiştir.


CİHAD

Cihad (özgün şekli D ile), Kur'an'daki "cehd" kavramının görünümlerinden biridir. 

Yani cihad, tek başına bir kavram değil, esası olan cehd kavramının yine Kur'an tarafından çerçevelenmiş beliriş alanlarının bir tanesidir.

Kavramın esası olan cehd, bir amaca varmak için tüm gayretini seferber etmek demektir. 

F î r û z â b â d î (ölm. 817/1414)nin anıt lügati el-Kamus el-Muhît'in büyük çevirmeni Âsim Efendi (ölm. 1819) nin tatlı Türkçesiyle "cehd, gayret-i makdürünü sarf idüp çalışabildiği kadar çalışmak" demektir. 

Bugünkü dille verirsek cehd, olabilecek tüm gayretini 

har­cayarak çalışabileceği kadar çalışmak demek­tir.

Cehdin, Kur'an dünyasında sırasıyla üç görünümü vardır ve bu görünümlerin adları da cehd kökünden sözcüklerden oluşmuştur. 

Bunlar:

1. Mücâhede: Cehdin, insanın iç dünyasını temiz­lemeye yönelik gayretlerini ifade eder. 

Terim olarak iç dünyayı temizlemeye yönelik gayret demektir. 

Tasav­vufta bu gayrete "bâtınî cihad""tezkiye-i nefs" veya "cihad-ı ekber" yani en büyük cihad denmektedir ki, hepsi insanın iç dünyasının temizlenmesini ifade eder. 

Yine tasavvufa göre, insanı insan yapan ve amacı­na ulaştıran savaş işte bu iç dünyayı temizlemeye yöne­lik savaştır. 


Tarikatlarla yozlaşma döneminden önceki zamanın, yani klasik tasavvufun bu anlayışı tamamen Kur'ansaldır. 


Çünkü Kur'an, bireyin iç dünyasında gereken temizlenme ve değişme sağlanmadıkça toplumsal plânda beklenen yere gelmenin mümkün olmadığını açıkça ifade 

et­mektedir, (bk. Enfâl, 53; Ra'd, 11)

Birey, toplumun, dünyanın ve evrenin çekir­değidir. 

O çekirdekte gerekli noktaya 

ulaşıl­madıkça diğer alanlarda sonuç elde edilemez.

O halde tüm diğer gayretlerin (cehdlerin) hareket noktası ve belirleyici ölçüsü, bireyin iç dünyasındaki cehdin yani mücahedenin başarısına bağlı bulunuyor. 

Mücahedede başarıyı elde edememiş gayretler, insana, aldanış ve hüsrandan başka bir şey kazandıramaz.


2. İçtihad. Cehdin bilimsel, düşünsel alandaki gö­rünümüdür. Tüm gayretini seferber ederek bilim ve dü­şünce üretmek demektir. 

Bu üretimi yapan bilim ve düşünce adamına müçtehid denir. 

Bu üretim, iç dünyası arınmış bireyin faal olduğu değerler alanında vücut bulur. 

Bunun içindir ki, mücahede gerçekleşmemişse içtihad da gerçekleşemez.

İçtihad Kur'an dininin ruhu, beyni, hayat kaynağıdır. 

Bu kaynak kurutulduğunda veya kurudu­ğunda Kur'an'ın dini göklere çekilir. 

Yeryüzünde, insan kitlelerine yön veren ise o din olmaz, onun adına 

uydu­rulmuş bulunan bir anonim şirket dini, bir panteon dini olur. Nitekim asırlardır İslam dünyasında "İslam" adı altında yaşanan din de, bize göre bu ikinci türdendir. 

İbn Teymiye (ölm. 728/1327) buna, asırların gerisinden şu adı vermiştir: 


"İndirilen dine karşı oluşturulan uydurulmuş din."


Dini, politik çıkarlarına âlet eden saltanat odakla­rıyla onların güdümüne girmiş veya sokulmuş ulema çevreleri, içtihad gerçeğini işletmemek için, şeytanî bir slogan geliştirmiş ve ne yazık ki bu sloganı Müslüman kitlelere asırlarca benimsetmişlerdir. Slogan şudur: 

İctihad kapısı kapanmıştır; artık eski imamlara ilaveten müçtehid gelmez.


Bunun açık anlamının şu olduğu, asırlık kahırlar­dan sonra bugün artık anlaşılmıştır: 

“Bizim saltanat ve çıkar hesaplarımıza uygun hale getirdiğimiz dini rahatsız edecek bilim ve fikir uğraşlarına izin verilemez. O kapıyı kapatmamız gerekirdi ve kapatmışızdır..."

Biz, günümüz Müslümanlarını, bu despot saptırmaya karşı savaşa, onun tabulaşmış, fo­silleşmiş temsilcilerine isyana çağırıyoruz. 

Kur'an müminlerinin en erdirici ibadetleri bu kutsal isyan olacaktır. 

Bu isyan hedefine var­madıkça bizim Allah'a teslimiyet gerçeğini 

ya­kalamamız mümkün değildir.


3. C i h a d : Cehdin bu üçüncü belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. 

Sıradışı bir aşamadır; ama eğer gerekiyorsa bu sıradışı aşamada cehd sarfetmekten kaçılmaz..

Kur'ana göre, savaş, makbul değildir ama m e ş r u d u r . 

Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz koşuludur. 

Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'ansal ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır. Çok ince, çok tanrısal bir iştir bu... 

(Bu konuda geniş bilgi için bk. KTK. Kıtal mad.)

Cihad, yine Kur'an'ın belirttiğine göre, mal, can veya dil ile olacaktır. Hangisinin tek başına veya hangilerinin birlikte yürütüleceği zaman ve yer şartla­rına bağlıdır.


Hz. Peygamber'den kısa bir süre sonra Müslümanla­rın yönetimine el koyan Arap-Emevî saltanatçılığı, cehdin ilk iki anlamımın üstünü örterek, sadece cihad boyutunu işletti. 

İlk iki boyutun hakkı verilmediği için de bu üçüncü boyutta Kur'an'ın amaçladığı değerlerin bu­lunması söz konusu olamazdı. 

Bunun içindir ki A r a p - Emevî savaşları, "Allah için" vesaire methiyeleri ile tanıtılsalar da esasında birer saltanat ve toprak savaşı idi. 

İslam'ın tarih önünde yüzünü karartan ilk olumsuz­luklar tablosuna bu savaşlar vücut vermiştir. 

Büyük Türk sufi düşünürü ibrahim Kuşadalı (ölm. 1845) bu savaşları "gaza adı altında ülke fethetme kavga­sı" olarak isimlendirmekte ve Hz. Peygamber'in yolun­dan bir sapma olarak görmektedir. (Bu konuda bk. 

Öztürk; Kuşadalı İbrahim Halveti, özellikle S ü l ü k bölümü)

Kuşadalı, bu düşüncesinde yalnız değildir. 

Desteği de doğrudan doğruya sahabî kuşağından yani Arap- Emevî saptırmasının tüm kahrını bizzat yaşamış çekir­dek nesilden gelmektedir. 

“Tasavvuf ve Tarikatlar" adlı çalışmamızda kanıtları ve kaynaklarıyla gösterdik ki Arap-Emevî saltanatçılarının "Allah yolunda cihad" yaftasıyla açtıkları toprak kapma ve egemenlik savaşlarına katılmamak, sahabî neslinin temel tavrı idi. 

Onlar, bu savaşlarla fethedilecek ülkelerin kendi dinleri içinde kalmalarını, Allah'ın iradesine ve Kur'an'ın isteklerine yakınlık bakımından, Arap-Emevî zorbalarının getireceği sözde Müslümanlık'tan daha uy­gun bulmuşlardır.

Arap-Emevî saltanatçılığı, cehdi sadece cihada indir­gemekle kalmadı, cihadı da kendi saltanatının aracı yaptı. 

Bunun sonucu, saltanatının önüne çıkan tüm en­gelleri yıkmak ve aşmak oldu. 

Bu engellerin birincisi, elbette ki zulmün karşısına ilk anda dikilme durumun­da olan Peygamber evladı Ehlibeyt idi. 

Arap-Emevî zorbalığı, öncelikle işte bu temel engele saldırdı. 

Resul evladını, tarihte eşi görülmemiş zulümlerle zehirledi, hançerledi, yok etti. 

Bununla da tatmin bulmadı. 

Resul evladına, hem de İslam'ın mabedinden yaklaşık bir asır boyunca lanet okuttu.


Cihadı, politik amaçlarla kullanmak:

Arap-Emevî zorbalığının İslam'a soktuğu salta­nat dinciliği, tarih boyunca tüm saltanat hırslarına rehberlik ve yardımcılık etmiştir. 

Günümüzde de durum aynıdır. 

Bugün dünyanın hemen her coğrafyasında bu saltanat dinciliği İslam'ın ve Müslümanların 

değerleri­ni "Allah için cihad" yaftasıyla sömürmekte ve kitle­lerin dine saygılarını saptırarak politik çıkarlara âlet etmektedir.


Cihad kavramı bugün, "Allah ile aldatma" oyunun temel aracı halinde kullanılmaktadır. 

Dini kullanarak Müslüman kitleleri parçala­yan saltanat dinciliği, politik hasımlarını yıpratmak ve etkisiz kılmak için kendi çıkar sa­vaşlarına "Allah için cihad" adını vermekte ve Emevî zorbalığının başlattığı bu büyük zulmü, Kur'an'ın dini adına sürekli işletmektedir. 

Sa­dece gruplar-hizipler çapında değil, devletler, bölgeler çapında da...

Kısacası, savaş, cehdin sadece bir boyutudur ve son boyutudur. 

Ve bu boyutta savaş zulme uğrayanların hu­kukunu savunma niyet ve amacıyla olacaktır. 

Aksi halde bizzat kendisi zulüm olur. (bk. Nisa Suresi, 75; Hac, 39-41)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder