SİYÂSET ve RABLEŞTİRME
Selâm…!
Allâh’ın bütün insanlığa son peygamber olarak gönderdiği Hz. Muhammed, hayatta olduğu müddetçe, Allah’tan Cebrâîl vâsıtasıyla kendisine peyderpey ulaştırılan Kur’ân-ı Kerîm’i, ilk Müslümanlar olan ashâbına (arkadaşlarına) teblîğ etmiş, kendisi bu KUR’ÂN’DAKİ İSLÂM’ı yaşamış ve ashâbına da, nasıl yaşanılacağını, bizzât ve şahsen göstererek ve anlatarak, öğretmiştir.
Hz. Muhammed, peygamber oluşunun yanısıra, hayatının özellikle Medîne döneminde, oluşan ilk Müslüman toplumun siyâsî, idârî ve diplomatik liderliğini de yapmıştır.
Müslümanlar Onun bu siyâsî, idârî ve diplomatik liderliğini bir DEVLET BAŞKANLIĞI şeklinde kabul ederler ki bu doğru ve gerçekçi bir kabûldür.
Hz. Muhammed, peygamberliğinin yanısıra yürüttüğü bu de facto (fiîlî) devlet başkanlığı ile, hem Müslümanların hem de Medîne ve civârında Müslümanlarla beraberce yaşayan ve aynı toplumu oluşturan Yahûdî kabîlelerinin ve henüz Müslüman olmamış diğer Arab kabilelerinin de kabul ettikleri bir sözleşme ile (Medîne Vesîkası ile), hepsinin müştereken devlet başkanı olmuştur.
Hz. Muhammed’in vefâtından sonra, Müslümanlar, Ondan boşalmış bulunan devlet başkanlığına, bi’at (seçim ve kabul) usûlüyle ve sırasıyla, evvelâ Ebûbekir’i, sonra Ömer’i, sonra Osman’ı ve sonra da Alî’yi seçmişler ve bu makâma da HİLÂFET (halîfelik) demişlerdir.
Bi’at (seçim ve kabûl) usûlüyle seçilerek, Hz. Muhammed’ten sonra Müslümanların halîfeliğini (devlet başkanlığını) üstlenen bu ilk 4 halîfeye, Müslümanlar Hulefâ-i Râşidîn (Râşid Halîfeler), yânî “Doğru yolda olan halîfeler = Rightly Guided Caliphs) sıfatını lâyık görmüşlerdir.
Hulefâ-i Râşidîn döneminde bi’at (seçim ve kabûl) usûlüyle gelinen o yüce devlet başkanlığı (hilâfet) makâmını, dördüncü halîfe Alî’den sonra, maalesef, her türlü hileyi, zorbalığı, sahtekârlığı, zulmü ve kan dökücülüğü kullanarak zorla gasbeden ve üstelik bununla da yetinmeyerek, oğlu Yezîd’i (1.ci Yezîd) veliahd tâyîn ederek, sistemi bi’at’tan ( seçim ve kabulden) SALTANATA (babadan oğula geçen KRALLIĞA) dönüştürmüş olan MEL’UN OĞLU MEL’ÛN MUÂVİYE ve ondan sonra Müslümanların başına TEBELLEŞ OLMUŞ dîğer mel’un sultanlar dikkate alındığında, bu ilk 4 halîfeye Hulefâ-i Râşidîn (Râşid Halîfeler), yânî “Doğru yolda olan halîfeler = Rightly Guided Caliphs) demek gâyet hakkâniyyetli ve âdil bir davranıştır.
Lânetli Muâviye’nin idâre sistemini böylece saltanata dönüştürmesinden sonra, dinde yozlaşma süreci başlamış ve asırlar boyunca devam ederek bu günlere gelinmiştir.
İslâm’daki bu yozlaşmanın arkaplanında yatan başlıca 4 ana sebeb ve faktör vardır.
Bunlar ; HURÂFELER, BİD’ATLAR, SİYÂSET ve RABLEŞTİRME’dir.
Merhûm Yaşar Nûrî Öztürk “İSLÂM NASIL YOZLAŞTIRILDI?” isimli ufuk açıcı ve aydınlatıcı kitabında, muazzez dinimizin nasıl yozlaştırıldığını, bütün teferrûatıyla demeyeceğim, ama, bu 4 ANA YOZLAŞTIRICI UNSUR’u ve bunların sebeb olduğu YOZLAŞMA KONULARINI, alfabetik olarak, gâyet kısa, öz ve kolay anlaşılır bir şekilde anlatarak gözlerimizin önüne sermektedir.
Bu kitabtan ve merhûmun diğer kitablarından çok şeyler öğrenmiş bir Müslüman olarak, ben, işbu kitabı ;
- dinlerindeki yozlaztırmayı/yozlaşmayı merak ederek öğrenmek isteyebilecek Müslüman kardeşlerimi,
- bilhâssa da, KUR’ÂN’DAKİ İSLÂM’ın yerine, asırlar içinde yozlaştırılmış bir dînin âdî PROPAGANDİSTLERİ olmaktan öte beş paralık kıymet-i harbiyyeleri olmayan üstâd, hocaefendi, aGabey’ler denen tipler tarafından TAAMMÜDEN kurda, kuşa kurbân edilmiş bulunan mağdur ve mazlûm HİZMETKÂR kardeşlerimi bilgilendirerek aydınlatmaya yönelik olarak
- peyderper yayınlamaya niyyet ettim.
Bugün de, bu kitabta dînimizin yozlaştırılmasının arkaplanındaki bu 4 ANA YOZLAŞTIRICI UNSURUN ÜÇÜNCÜSÜ ve DÖRDÜNCÜSÜ olarak anlatılan “SİYÂSET”i ve “RABLEŞTİRME”yi, yedinci paylaşımım olarak, hüsn-i istifâde etmeniz ümîdiyle, aşağıda paylaşıyorum.
Gayret bizden, tevfîk Allâh’tandır.
Abdullah Erdemli
İsviçre
******************
07- İSLÂM NASIL YOZLAŞTIRILDI?
*************
SİYASET
Sadece İslam'ın değil, tüm dinlerin yozlaşmasında temel etkenlerden, daha doğrusu temel belalardan biri de siyasettir.
Yani dinin siyasal başarı ve çıkar aracı yapılması...
Biz bunu, siyaset ve saltanat dinciliği olarak anmaktayız.
Bu konu üzerinde burada uzun uzadıya duracak değiliz.
İşin bu yanını biz, bu konuya ayırdığımız " A l l a h ile Aldatmak" adlı çalışmamızda incelemiş bulunuyoruz.
Burada söyleyeceklerimiz çok kısa olacaktır.
Tarihin en acımasız sektörü, dini siyasal amaçlar için kullanan sektördür.
Bu sektör, insan kitlelerine yaptığı akıl almaz zulümlerle kalmamış, insanlığın birçok büyük evladının dinden soğumasına, dine ve Tanrı'ya karşı çıkmasına da yol açmıştır.
Çünkü bu sektörün sergilediği kahırlara bakan insanlar "Din bu ise olmaz olsun!" hükmüne varmak durumunda kalmış ve bu olgu din kurumunun tarih içindeki en büyük kaybı
olmuştur.
Bu sektör önce en zalim sektördür, çünkü insanlığın rahmet, kardeşlik ve paylaşım kurumu olan dini,
doyumsuz iştahların aracı yaparak insanın temel mutluluk yolunu dikenlemektedir.
Bu sektör, aynı zamanda en namert sektördür, çünkü hiçbir savunma ihtiyacı duymadan gönülden güvenip teslim olmuş insanları
aldatma üzerine oturmaktadır.
Bu sektör, aynı zamanda tarihin en nankör sektörüdür.
Güvenilmezdir, vefa nedir bilmez; nankördür, peygamberinin evladını bile hançerlemekten çekinmemiştir; arkadan vurur.
Dahası, yürüttüğü ve yaşattığı zulümlerin harcamalarını da o zulmün mağdurlarına yaptırmaktadır.
Aldatılan kitleler, Allah ile aldatıldıkları için işin farkına varmamakta, böyle olunca da tüm imkânlarını aldatanların önüne sermekte, üstelik bunu bir ibadet coşkusuyla yapmaktadırlar.
İşte bunun içindir ki, hiçbir insanlık suçu ve hiçbir vahşet bu sektörün yaptıkları kadar zalim ve yıkıcı olamaz.
Siyaset dinciliğinin dini yozlaştırması nasıl oluyor?
Bu sorunun en iyi cevabı, Emevî krallığının tarihi içinde yatmaktadır.
Biraz açalım:
Siyaset dinciliğinin başarılı olması için dinin omurgasındaki tanrısal iradenin yerine beşerî iradenin konması gerekir.
Bu yapılmadıkça sergilenen hiçbir günah, hiçbir hata dini yozlaştıramaz; dindarı da batırmaz.
Hata nihayet günaha vücud verir, günah ise tövbe ile silinir gider.
Tanrısal iradenin yerine insan iradesinin konması ise dinin rotasını değiştiren bir felakettir.
Din, Allah'ın rahmetine doğru yol almaktan ve aldırmaktan çıkar, insan nefsinin ve ihtirasların kaosuna doğru yelken açtırmaya başlar.
Bunun sonu, Allah'ın erdirici iradesiyle insan nefsinin öldürücü arzularının yer değiştirmesidir.
Siyaset dinciliği bilir ki, bu yer değiştirme gerçekleştirilmeden dini siyasal çıkarların aracı yapmak olanaksızdır.
Dinde bu irade değişikliği, her şeyden önce peygamberlerin ahlaksal etkilerinin kırılmasını gerektirir.
Peygamber, izlenebilecek bir ahlaksal model olmaktan çıkarılıp bulutlar üzerinde kutsallık ve heyecan dağıtan bir dünya ötesi varlığa dönüştürülür.
M i r a ç l a ilgili uydurmalar, Peygamberimizin sakalı olduğunu iddia ettikleri kılların kutsallaştırılıp tavaf nesnesi yapılması vs. hep bu dönüştürmenin İsrailiyât kaynaklı dayanaklarıdır.
Unutulmasın ki, Hz. Resul'ün evladından Hz. Hasan’ı (ölm. 50/670) zehirleterek ortadan kaldıran ve H z . Hüseyin’in (ölm. 61/680) boynunu vuracak Yezid-i M e l ' u n ' u atama yoluyla Müslümanların başına getiren Emevî kralı Muaviye, Hasan el-Basrî'nin ölümsüz ifadesiyle "İslam'ın can damarlarını bir bir kestikten sonra" baş ucunda ölmesini bekleyenlere, Peygamber'in atık tırnaklarından sakladığı birkaç parçayı kefeninin arasına koymalarını, bu sayede mahşer günü kurtulmayı umduğunu söyleyebilmiştir…!
İşte siyaset dinciliğinin dinden, Resul'den, âhiret hesabından anladığı budur!
Bulutların üstüne gönderilen nebinin bu yeryüzünde izlenecek tek şeyi bırakılır:
Yaşadığı devrin fotoğrafı, yani içinden çıktığı toplumun giysisi, oturup kalkma şekli vs.
Bu noktaya gelindiğinde peygamber artık bir ahlaksal model olmaktan çıkmış, bir artistik şekil ve model önc ü s ü olmuştur.
Sadece romantizm ve heyecan dağıtır, ama yaratıcı atılım ve uğraşların ilham kaynağı olmaz.
Peygamber, ahlak ve sorumluluğun simgesi yapılmaz, ama fetişizmin ve yapay kutsallıkların bir tür ilahı konumuna getirilir.
Bu yapılmıştır ve öylesine tevhîd dışı bir üslûpla yapılmıştır ki Kur'an'dan nasipli bir insan bunları gördüğünde bütün zerreleri ürperir.
Kur'an'ın defalarca "beşer-insan" diye niteleyerek, yaşayan ve izlenebilen bir model haline getirmek istediği Peygamber öylesine insan üstü bir konuma getirilmiştir ki sakalını, tırnağını, giysisini fetişleştirmenin de ötesine geçilmiş, dışkısı dahi fetişleştirilmiştir.
Onun yüceliğini anlatacağını söyleyenlerden bazılarının onun dışkısına "gâita-i şerife" diyebildiklerine dahî tanık olmaktayız.
Dışkısı bile "şerif" diye anılan bir insan peygamber, kitleler tarafından model alınamaz, sadece uzaktan kutsanır (!).
Çünkü o, Kur'an'ın "insan nebi"si olmaktan çıkarılmış, şirkin "melek nebi"si haline getirilmiştir.
(Bu noktada Kur'an'ın şikâyetini görmek için Furkan Suresi 7-9. ayetlere bakınız).
Peygamber, melek-nebi konumuna yükseltilip izlenebilir model olmaktan çıkarılınca, peygamber yetkileriyle donatılmış izlenebilir modeller üretme aşamasına geçilir.
Bunlar din adına tartışılmaz, eleştirilmez, dokunulmaz, hata yapmaz kabul edilen kişilerdir: Mezheb imamları, şeyhler, seyyidler, efendiler, üstadlar...
Bu yapılandırma ;
- ulema-i ızâm (yüce ulema),
- fukaha-i benâm (ünlü fakıhlar),
- müçtehidîn-i kiram (soylu müçtehitler),
- cumhur (çoğunluk),
- e i m m e (imamlar) vs.
- övgü yaftalarıyla donatılan kişilere (onlar farkında olur veya olmaz) yaptırılır; arkasından da onların kabullerine karşı çıkanlar dindışı ilan edilerek işe yarar kurallar serisi tabulaştırılır.
Bu yaftalar onlara, kıymetleri bilindiği için değil, dokunulmaz kılınıp putlaştırılmaları için verilir. Aksi olsa, yani bu yaftalar ilme ve âlime saygıdan doğsa, âlimin yaşayanına zulüm, öleninin fosiline övgü söz konusu olur muydu?
İstenen tesbîtlerin yaptırıldığı kişilerin ve o yapılan tespitlerin dokunulmaz kılınması için bir slogana ihtiyaç
kalmıştır.
Slogan bulunmuştur:
“Büyük imamlar devri bitmiş, din konusunda söylenecekler söylenmiştir."…!
Kimse sormamıştır: "Vahyin son ayeti olan Mâide 3, dinin o gün kemale erdirilip tamamlandığını insanlığa ilan ederken sürç-i lisan mı etti de siz bu kemale erdirme işinin 'büyük imamlar' tarafından gerçekleştirildiğini söylüyorsunuz!?"
"İçtihat kapısı kapanmıştır" şeklinde ifadeye konan ve bugün İslam dünyası tarafından lanetlenen şirk sloganı işte bu devrenin ve zihniyetin ürünüdür.
Bu sloganın esas anlamı ; düşünen ve düşündüğü için de itiraz etmesi mümkün olan kişilerin devri kapatılmıştır demektir.
Kur'an ise öteki taraftan çağırıp duruyor:
Ey iman edenler, sakın raiyyeleşmeyin, davar sürüsüne dönüşmeyin!., (bk. Bakara, 104)
Emevî işte bu "DAVARLAŞMAYA"ya giden çığırı açmıştır.
Onun tahrik ve afsunuyla vücud
bulmuş fıkıh ve hadis kitaplarının yanında, iman esaslarıyla ilgili akaid kitaplarında bile Kur'an'la taban tabana zıt yüzlerce kabul ve kural vardır.
Adeta, karşı bir devrim yapılmış da İslam'a rakip başka bir din kurulmuş gibidir...
Ne ilginçtir ki Emevî'nin, tam bir şeytanet ile (bu deyim, 148/765'te ölen İmam Cafer es-Sadık tarafından Emevî krallarının siyasetlerini tanımlamak için kullanılmıştır) vücut verdiği Kur'an dışı tesbîtler tüm zamanların siyaset dinciliğine azık ve dayanak olmaktadır.
Ve işte bu yüzden, günümüzün siyaset dincileri bu sahte dini, tüm kavram ve kurumlarıyla yaşatmayı bir tür varoluş gayesi bilmektedir.
Bu sahte dine karşı çıkanlar, dindışılık, zındıklık, reformculuk, hatta ajanlık ve din yıkıcılıkla suçlanmaktadır.
Sonucun tam alınması için, kuşku yaratanların iyice tasfiyesi de sağlanmıştır.
Ta'zîr (kelime anlamı terbiye etme, dikkatli olmaya zorlama, tedbir alma) denen kavram ve kurum işletilerek devlet başkanına, sakıncalı gördüğü konularda sakıncalı gördüğü kişileri hizaya getirmek için tedbir yetkisi verilmiştir.
Bu yetki ilk zamanlar, dayak ve hapis gibi cezalar öngörüyordu. Daha sonra, uygulanan siyasetlere karşı çıkışlar artınca yetki sürgün ve öldürmeye kadar uzatılmıştır.
Ve bir gün gelmiştir ki, devlet başkanı (imam, halife veya sultan) saltanatı için sakıncalı gördüğü kişi veya kişileri hiçbir sorgulama ve araştırma yapmadan bir emirle katlettirebilmiştir.
Osmanlı düzenindeki "SİYÂSETEN KATL" kurumu da işte bu ta'zîr kurumunun bir uzantısıdır.
Bu ta'zîr (Osmanlı'daki şekliyle siyaseten katl) kurumu, tarihin hukuk ve düzen adına yapılandırılan ve işletilen en büyük cinayet ve zulüm kurumlarından biridir.
Devlete ve düzene zararlı olabilirler gerekçesiyle yüzlerce, binlerce insan (bunların içinde onlarca kundak bebeği de vardır) asılıp kesilmiştir.
Tek "suçları" sultan veya halifenin onları devlet ve saltanat için kaygı yaratıcı bulmasıdır.
Bu kaygı yüzünden bazan analar, evlatlar, babalar katledilmiştir. Siyaseten katledilen devlet adamlarından vezir-i âzam mevkiinde olanların sayısı 43'tür: 23 tanesi azledilmeden, 20 tanesi azledildikten sonra katledilmiştir. Katledilen şeyhülislamlar da vardır.
Bu ölümler içinde devletin varlığı ve halkın huzuru için gerekli olanlar elbette vardı; bizim eleştirimiz, bunun DİN NÂMINA yapılmış olmasına yöneliktir.
Biliyoruz ki siyaseten katl, önce suçluların katli idi, daha sonra potansiyel suçluların, ve nihayet hayalî suçluların katli haline geldi...
Gerekçe şudur: Hikmet-i hükümet...
Sultan öyle görmüş, öyle uygulamışsa bir hikmeti vardır, soru sorulmaz... (Hikmet-i hükümetin nasıl işlediği hususunda bk. Mumcu, 93 vd.).
Kur'an, sadece şu iki halde ölüm cezası vermektedir:
- Taammüden cinayet,
- terör.
Bir adı da "sünnet-i Ömer" (Ömer'in sünneti) olan recm ile bir adı da "sünnet-i Ebu Bekir (Ebu Bekir'in sünneti) olan mürtedlerin katli İslam dışıdır, (bk. Ahmet Mumcu, 45-46).
Mürtedler, genellikle devlet aleyhine çalışan casuslar olarak yakalanmış ve öldürülmüşlerdir.
Keşke gerekçe böyle gösterilse ve siyasetin işini kolaylaştırmak için din paravan yapılmasaydı.
Sünnet-i Ömer deyimini ilk kullanan ve yerleştiren, Muaviye'dir.
Muâviye bu deyimi, ilk kez, ölen zenginlerin mallarına yönetim adına el koymak için kullandı
(bk. Mumcu, 13).
Bu "sünnet-i Ömer"ler zamanla sünnet-i Muhammed gibi algılandı ve daha sonra da sünnetullaha dönüştürülüp din haline getirildi.
Olaya buradan baktığınızda şu tesbîte katılmamanız mümkün değildir:
“İslam hukuku diye andığımız yığının içinde Kur'an ve sünnetin yeri ancak yüzde bir’dir."
(Kremer'in bu tespiti için bk. Mumcu, 29).
Tüm bunları bildikten sonra ta'zîr kurumunun, adı konmamış bir engizisyon olduğunu söylemek acaba abartma olur mu?
İslam hukukçusu Abdülkadir Udeh, "Nassız (ayetsiz) suç ve ceza olmaz ilkesi dinin temel ilkelerindendir, ama kamu yararı bu ilkenin esnetilmesini bazan gerekli kılar."diyor. (bk. Udeh; et-Teşrî'u'l-Cinâî el-İslamî, 1/126).
Bunu biz de kabul ederiz, ama tarihe binlerce masumun katlinin
dayandırıldığı bir kavram olarak geçen ta'zîrin, hukukun normal sayacağı esnemelerle vücut bulup işletildiğini söylemek inandırıcı değildir.
Hurâfe ve siyaset dinciliği çok iyi bilmektedir ki o eski kural ve kabuller yıkılırsa bugünün dünyasında onların yerini alacak yeni kabuller üretmek mümkün olmaz.
O halde onların yaşatılması lâzımdır.
Bunun için onların ve onlara vücut verenlerin ; dokunulmaz, kutsal, zamanüstü, aşılmaz ilan edilmesi kaçınılmazdır.
Dinin siyasete âlet edilmesi konusunda birkaç noktanın daha altını çizeceğiz.
Bunların ilki, mü’min’in siyasetle meşgul olmasıyla, dinin siyaset aracı yapılmasının farklı olduğu gerçeğidir.
Siyaset dinciliğine karşı çıkış, müminlerin siyasetten uzak durmaları anlamına alınamaz.
Bu ikisi farklı şeylerdir.
İşi bu şekilde algılamak ve "Dindarsan siyasetten uzak dur, o işi bize bırak!" anlamında tavırlar sergilemek ;
- ayrı bir din sömürüşüdür,
- bir insanlık suçudur;
- insana ve insan haklarına hakarettir.
Dine gönül vermiş insanlar, kendi değerleriyle prangalanarak sivil toplum hayatının dışına itilemez.
Mümin siyasetle uğraşacak, ama "Dini benden başkası temsil edemez, benim hizmetimde ve emrimde olmayanların dindar olmaları mümkün değildir!" mantığıyla, mukaddesler üzerinde hegemonya kurmaya kalkanların dinin başına bela açacağını da bilecek.
İkincisi, müminin siyaset anlayışında, siyasal çıkar için şer ve kötülükle beraberliğe gitmek yoktur.
Çünkü Kur'an, yardımlaşma ve beraberliğin iyilik, güzellik ve hayırda olmasını istemiştir.
Kötülük, zarar ve şer yönünde yardımlaşma ve anlaşmaya gitmek temelden din dışıdır.
Bu dindışılıkla ne dine hizmet edilebilir ne de insana...
Üçüncüsü, dine yalan söyleterek din hizmeti yapılamaz.
Oysaki siyaset dincileri sınırsız ve amansız bir biçimde yalan söylemektedirler.
Yalan ve iftira bunların sermayesi, hatta dini-imanı gibidir.
Din; yalanı, iftirayı, vefasızlığı, küstahlığı, düzenbazlığı, aldatmayı, kamu malı yemeyi, ikiyüzlülüğü... yasaklarken, siyaset yapanları bunları yapmaktan istisna etmemiştir.
Bu d e ğ e r l e r i çiğneyenlerin "Dine hizmet gayesiyle yaptık" yolunda Makyavelist bir savunmaya gitmeleri, işledikleri günahlardan daha beter bir suçtur; Kur'an açısından bir talihsizliktir, din tahribidir.
Fitne ve fesat "fi sebîlillah" (Allah yolunda) olmaz.
Siyaset dinciliği, tarih boyunca sergilediği şerleri, fitne ve fesatları hep "Fi sebîlillah yaptık, onun için mazuruz!" diyerek yapmıştır.
Eğer bir din bu gerekçeyi onaylıyorsa, onun insanlığın vicdanında yer bulması imkân ve ihtimal dışıdır.
Böyle bir din Allah'ın rahmeti olan din olamaz; o, birilerinin uydurduğu bir siyasal çıkar felsefesidir.
“Böyle davranmaz isek başarılı olamayız!" diyenler varsa onlara şunu söylemek gerekir:
H i ç b i r mümin, siyasal başarı uğruna dininin yara almasına seyirci kalamaz. Seyirci kalabilen ise, mü’min olamaz.
Mümin siyaset yapacaktır ve yapmalıdır; çünkü siyaset bir hizmet mesleğidir. İnsana hizmet ise ibadettir.
Dinin siyasete âlet edilmesine gelince, o, siyasette başarılı olmayı dinin mukaddeslerini araç yapmaya bağlamak, dinin, tüm insanlığın ortak malı olan değerlerini bir siyasal ekibin öne çıkarılmasına araç yapmaktır.
Siyaset dinciliğinde başarı, siyasal muhalifleri saf dışı etmek ve kendini öne çıkarmak için dinin baskı, manipülasyon, susturma aracı olarak sömürülmesine dayanır.
Siyaset dinciliğinde salt ve saf siyasal başarı yoktur, dinin değerlerini başkalarının aleyhine kullanarak onları susturmak vardır.
Bunun içindir ki siyaset dinciliğinin en değerli sermayesi hasımlarını tekfir (kâfir ilan etme) ve onlara din adına iftiradır.
Böyle bir siyaset müminin siyaseti olmaz, düpedüz dinsizlik olur ve dinin yağmalanması, din değerlerinin insana açtığı kredilerin belli bir grubun çıkarı için tekele alınması olur.
Son olarak şunu da söyleyelim:
Siyaset dinciliği, politik çıkarları uğruna din ve iman değerlerinin zedelenmesinden, hatta telef edilmesinden rahatsız olmamaktadır.
Siyaset dincisi, siyasal çıkarı için dinle imanla zerre kadar ilgisi olmayanlarla sarmaş-dolaş olabildiği, kader birliğine gidebildiği halde, dini adına en seçkin değerleri üreten, ama kendisine politik destek vermeyen insanlara amansız biçimde düşman olabilmektedir.
Siyaset dincisinin hayatında ve davranışında belirleyici unsur, Allah'ın rızası ve dinin saygınlığı değil, siyasal hesap ve çıkardır.
Burada bir gözlemimizi anlatmak istiyoruz:
Türkiye'nin değişik yörelerinde yıllarca Alevî-Şiî düşmanlığı yapmış, hatta Ali adından bile rahatsız olduğunu ifade etmiş "hocaefendiler" tanıdık.
Bunlar günün birinde koyu Ali’ci-Şiî’ci kesildiler ve bazı siyasal odakların
gönlünü almak için eskiden neredeyse ilahlaştırdıkları Ömer'e, Ebubekir'e dil uzatmaya başladılar.
Neden?
Çünkü İran'da bir Şiî ihtilal oldu ve Türkiye'de bu "hocaefendiler"in bağlı olduğu siyaset odakları o Şiî ihtilalin öncüleriyle siyaset birliğine girdi.
Şimdi bu efendilerin din hassasiyetleri ne oldu?
Pek çok insan sormak ihtiyacı duymuştur:
Bunların din nutukları Allah için mi, siyasal hesaplar için mi?
Aynı tutarsızlık, devrim sonrasında İran tarafından da sergilenmiştir.
İslamî devrimi hararetle
destekleyenlerden olarak biz, bu tutarsızlıkları görerek korkunç hayal kırıklıklarına uğradık.
Ne yazık ki İran, siyasal rant uğruna dünyanın her tarafında, o arada Türkiye'de de en hızlı Yezîdcilerle işbirliği yapmaktan çekinmeyen bir tavır izlemektedir.
Nerede kaldı Ehlibeyt davası, nerede kaldı Emevî'nin İslam'ı perişan
ettiğinden asırlardır yakınan anlayış!..
Gaye din ise, bu tavrın izahı mümkün değildir.
Gaye siyasal çıkar ise, o zaman da, bu tavra din demek mümkün değildir.
Demek oluyor ki dinin siyasal çıkar aracı yapılması din adına hayal kırıklığı, yozlaştırma ve hüsrandan başka bir şey getirmemektedir.
Bunun böyle olduğunu, tüm dünya ile birlikte biz de izlemekteyiz...
***************
RABLEŞTİRME
Din adamlarının veya din sınıfının rableştirilmesi de Kur'an'ın şikâyetlerinden biridir.
Kur'an, nebileri rableştirmenin giderek din büyüklerini rableş- tirmeye varacağına dikkat çekmiştir.
Hz. İsa'yı, H z . Uzeyr'i "övüyoruz, yüceltiyoruz" teranesiyle
rableştirenler (bk. Tevbe, 30), bir adım sonra da hahamlarını, ruhbanlarını rableştirmişlerdir.
Bu bir süreçtir ki bir kez girdiniz mi şeytan size onu mutlaka tamamlatır.
Yani nebilerin rableştirilmeleri, kaçınılmaz bir biçimde din temsilcilerinin rableştirilmesiyle sonuçlanır.
İsa ve Uzeyr'in hemen arkasından
hahamlar ve rahipler rableştirilmiştir. (bk. Tevbe, 31)
Kur'an âdeta şunu ilan ediyor: Peygamberleri rableştiren hasta şuuraltı, onlardan boşalan yere birilerini oturtmak istemektedir.
O birileri din sınıfının önde gelenleridir.
Onun içindir ki Kur'an, Tevbe Suresi'nin 30. ayetinde nebilerin rableştirilmesinden, 31. ayetinde de din sınıfının rableştirilmesinden söz etmiştir.
Ne yazık ki Kur'an'ın tanıttığı ve yıktığı bu bela, sonraki zamanlarda İslam'ın bünyesine de sokulmuş ve önce İsrailiyât uydurmalarıyla Hz. Peygamber rableştirilmiş, onun ardından da süreç işleyerek, din adına yüce bilinen kişiler (sahabîler, tabiîler, şeyhler, mezhep imamları, seyyidler, şerifler, vs.)
rableştirilmiştir.
İslam dünyası bu rableştirmenin zehirli kahırları altında asırlarca inim inim inlemiştir ve ne yazık ki inlemeye devam etmektedir. Yüzlerce örtülü yedek ilah, binlerce maskeli sahte peygamber, dirisiyle veya ölüsüyle, ümmetin kaderine hükmetmektedir.
Dinde yozlaşmanın belirginleşmesi, başka bir deyişle bid'atların dini kuşatmasıdin adamlarının rableştirilmesiyle gerçekleşir.
Dinde yozlaşmanın son aşaması, bu aşamadır.
Dinde sahte hüküm makamlarının doğması, yapay yasakların ve sevapların vücut bulması bu aşamadadır.
Çünkü din adamlarının hoş gördüklerinin helal, çirkin gördüklerinin ise haram ilan edilmesi de bu aşamadadır.
Hahamların ve rahiplerin rableştirilmesinden yakınan Tevbe 31. ayet indiği zaman Peygamber Aleyhisselam'a sordular:
“Hahamların ve rahiplerin
rableştirilmesi nasıl olur?"
Buyurdu ki: "Bu rableştirme halkın onlara ibadet etmeleri, tapmaları şeklinde olmaz; onların helal ilan ettiğini helal bilmek, haram dediklerini de haram bilmekle olur."
(bk. Tirmizî, tefsîru Suretü't-Tevbe: hadis no: 3095))
Şimdi biz soralım :
Onların haram dediğinin haram, helal dediğinin helal kabul edilmesi nasıl olur?
İşte reçete bu sorunun cevabındadır.
Hiç kimse inkâr edemez ki, bugünün insanı için, din büyüklerinin az önce değindiğimiz yolla rableştirilmeleri ashabın, tâbiûnun, mezhep imamlarının tarikat liderlerinin, hatta bazı siyasal şeflerin sözlerini buyruk kabul etmek şeklinde vücut bulmaktadır.
Onlar ne demişse doğrusu odur; içtihadın şaşmazını onlar yapmış, ilhamın sapmazını onlar yakalamıştır.
Din, onların dediği ve yazdığıdır...
İşte bu anlayış ve kabul, Kur'an'ın Tevbe 31. ayetinin getirdiği ve o ayetle ilgili olarak Resul'ün gösterdiği beyyinenin dikkat çektiği felaketin ta kendisidir.
Bu felaket bugün Müslümanların nefesini kesmekte, bilime, akla, mutluluğa, onura, huzura ve nihayet Allah'ın dinine giden yolları dikenlemektedir.
Müslümanların tüm gayretlerini sonuçsuz bırakan, dökülen terleri işe yaramaz hale getiren bela bu beladır.
Bu bela, insanı insan yapan üstünlükleri çürütmekte, özgürlük, irade, yaratıcılık ve üreticilik gibi yüceltici değerleri köreltmektedir.
"Sakın raiyyeleşmeyin!" diyen bir Kitâb’ın iman çocukları böyle bir belanın girdabında kıvranırken nasıl olur da insanlık kervanının önüne geçebilirler!?
Bu, her şeyden önce o kitabın ilkelerine aykırıdır.
Varlık ve hayatın kanunlarına zaten aykırıdır...
Kısacası, islam dünyası, Allah'ın berisinden rabler edinmeyi sürdürdüğü sürece sürünmeyi de sürdürecektir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder