23 Ekim 2024

11 - İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?

Selam…!

Nüfusu 13 milyon iken, İÇ VE DIŞ HIYANET ODAKLARInın işbirliğiyle ve elbirliğiyle bölünememiş bir Türkiyenin, nüfusunun 85 milyon olduğu günümüzde, hâlâ aynı İÇ VE DIŞ HIYANET ODAKLARInın işbirliğiyle ve elbirliğiyle BÖLÜNMEYE ÇALIŞILDIĞI günlerde yaşıyoruz. 

Merhum YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’ün “İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?” isimli kitabından, bugün de, 2 mühim kavramın ;

  • CİNLER,
  • CUMA GÜNÜ VE CUMA NAMAZI kavramlarının
  • nasıl YOZLAŞTIRILDIĞInı 
  • ve yozlaştırılmış olan bu 2 mühim kavramın
  • KUR’ÂN’DAKİ İSLAM DİNİ’ndeki 
  • ASIL VE GERÇEK hallerini, merhûmun engin ilim ve irfan birikiminden naklen, dikkatlerinize arzediyorum. 

Hüsn-i istifade edesüz inşaAllah.


Abdullah Erdemli

İsviçre

*******

CİNLER

Kur'an'da yaklaşık 30 yerde geçen cin sözcüğü bir cins ismi olup (tekili, cinnî ) gözle görülemeyen varlık anlamındadır.

Bu kökten tüm isim ve fillerin ortak yanı, duyu or­ganlarından gizli kalmayı ifade etmeleridir. 

Bundan da anlaşılır ki cin türü varlıklardaki görülmeme veya görülememe bunları ontolojik varlık olma özelliğinden yoksun kılmaz. 

Bu anlamıyla “c i n” kelimesi, bizim melek, şeytan ve cin diye andı­ğımız tüm varlıkların ortak adıdır. 

Ve bu şekliyle cin kelimesi ins (insan denen varlık) karşıtı olarak kullanılır.

Cennet sözcüğü de cin kökündendir. 

Ağaçları - dalları ve gölgesinin yoğunluğu yüzünden toprağı âdeta görünemez hale gelmiş bol yeşilli bahçe demektir

Kur'an'ın cin kavramı ile ilgili beyanlarını - ki bun­ların büyük kısmı Cin adlı surede toplanmıştır - incelediğimizde şu saptamaları yapabiliyoruz:


1. Cinler (melek, şeytan ve peri anlamlarıy­la), tarih boyunca, Allah'a ortak koşmada 

kul­lanılmıştır. Kur'an'ın indiği ilk muhatap toplumda da durum buydu. (bk. En'am, 100)


2. Cinler erdirici, yüksek değerler ilham edici, yüksek değerler yaratan kişileri koruyup kollayıcı, onlara destek gönderici kuvvetler olarak da düşünülmüşlerdir. 

Tarih boyunca birçok toplumda, dehâ da bir tür cin erdiriciliği olarak düşünülmüştür. 

Müşrik Mekke Arapları da şairleriyle kâhinlerini cinlerin koruma ve ilhamıyla iş gören farklı kişiler olarak görürlerdi.


3. Cinler de tıpkı insanlar gibi değişik top­lumlar oluşturan varlıklardır. 

Kur'an bu noktada cinler için hem ümmet tâbirini kullanmaktadır (bk. Araf, 38; Fussılet, 25; Ahkaf, 18)), hem de ma’şer ألمعشر (topluluk, toplum) sözcüğünü, (bk. En'am, 128, 130; Rah­man, 33). 

Cin ümmet - toplumunun iyileri de vardır, kötü­leri de...


4. Cin toplumlarına da, tıpkı insan toplum­ları gibi peygamberler gönderilmiştir, (bk. En'­ am, 130). 

Cinler son peygamber Hz. Muhammed'e vahyedilen Kur'an'ı da dinlemişlerdir. (Ahkaf, 29; Cin,1). 

Bu dinleyiş, Hz. Peygamber'e vahiy ile bildirilmiştir. 

Hz. Peygamber cinleri bizzat gözüyle görmemiştir. (Cin, 1). 


5. Cinler insanoğlu tarafından, iş ve değer üretmek için çalıştırılmıştır, (bk. Neml, 17, 39; Sebe', 12). 


Esasında, Kur'an'a göre tüm insan ve cin toplum­ları Allah için iş yapıp değer üretmek üzere yaratılmış­lardır. 

Görevleri budur. 

Bu bilgiyi veren Zâriyât Suresi 56. ayette kullanılan fiil "ya'budûn يعبدون" fiilidir. 

İbadet kökünden türeyen bu fiil hem bugün kullandığımız an­lamda ibadeti, hem de iş yapıp değer üretmeyi ifade et­mektedir. 

Çünkü ibadet sözcüğü esası bakımından İbranice'deki "aboda"dır ki iş yapmak, değer üretmek, ça­lışmak demektir. 

Bundan da anlaşılır ki K u r ' a n ' ı n ibadetle amaçladığı, sadece yakarış hali değil, yaratıcı - üretici tüm faaliyetlerdir. 

İns ve cinnin çalışmaları içinde göklerin ve yerin köşe - bucağını araştırma, delip geçme faaliyetleri de olacaktır, (bk. Rahman, 33). 

Şöyle veya böyle, cinler bazı nebiler tarafından iş ya­pıp değer üretmek üzere çalıştırılmışlardır. 

Bu çalışma­lar içinde bazı cisimlerini çok uzak mesafelere anında gönderme faaliyeti de vardır. 

Tam bu noktada cevabının ne olacağını bilemediğimiz şu ilginç soru akla gelebilir: 

Acaba Kur'an-ı Kerim'de cin, başka gezegenler­den dünyaya gelen veya gelecek olan varlıkla­rın ortak adı olarak da kullanılıyor m u ? 

H z . Süleyman'ın hizmetinde çalışan ve bir tür ışınlama gerçekleştiren "cin ifriti" ile Süleyman Peygamber arasındaki konuşma (Nemi, 39) bu bakımdan çok dikkat çekicidir.


BİD'ATLAR, HURAFELER


Cinlerin gaybı bildiğini sanmak:

Cinlerin gaybı bilmedikleri Kur'an'da açıkça ifade edilmiştir, (bk. Sebe', 14; Cin, 10). 


Cinlerin insana doğrudan musallat olabileceğine inanmak:

Cinlerin insana tasallutları, yine bir insan aracılığı iledir. 

Allah'a inanan insanın cinlerin hiçbir kötülü­ğünden korkmaması gerekir 

(Cin, 13).

Cin tasallutu diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu ba­hane ederek, insanları cin hayalleriyle perişan­lığa iten insan şerirlerinin işidir. 

Bu hayallere kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım insanlara sığınanlar, başlarına sarılmış belayı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, (bk. Cin, 6). 

Yani, cin tasallutu yoktur, ama cinleri bahane ederek insanları sömürenlerin tasallutu var­dır. 

Kur'an işte bu ikinci tasalluttan 

korun­mamızı istiyor.

Tanrı elçilerinin bile her devirde hem insan şeytan­larından hem de cin şeytanlarından düşmanları olmuş­tur, (bk. En'am, 112). 

Bunlar, o elçiler aleyhine birbirle­rine yaldızlı sözlerle destek verirler. 

Ama bunu kendi aralarında yaparlar, insana musallat olamazlar.

Cinler her türden insana vesvese verirler, (bk. Nâs, 6). 

Yani insanın içine kötü fikirler sokabilirler. 

Peygam­berler bu vesveselerden, Allah'ın gönderdiği vahiyle 

kur­tulurlar. 

Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu ise peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy ürünleri sa­yesinde olacaktır.

Yani cin hezeyanlarıyla rahatsız olup denge­yi bozmaktan kurtulmanın en güvenli yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan geçer. 

Bu yo­lun yerine üfürük, muska ve tılsım yolunu seçenler ise beladan kurtulamazlar...

********

CUMA GÜNÜ VE CUMA NAMAZI

Cuma (cum'a veya cumu'a) toplamak anlamın­daki cem’ kökünden türemiş bir isimdir. 

İslam'dan ön­ceki devirde "Arube" diye anılan 6. güne İslam devrin­de verilen addır. 

Müslümanların toplu halde ve bir mekânda kıldıkları namazı veya namaz kıl­malarını ifade ettiği için bu adı almıştır,

Kur'an bu kelimeyi bu anlamda olmak üzere, aynı adı taşıyan surenin (Cumua Suresi) 9. ayetinde kullan­makta ve aynı ayetle devamı olan ayet, tüm Müslüman­ları Cuma namazıyla yükümlü tutarak bu namazla ilgili düzenleme getirmektedir: 

“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, Allah'ı anmaya / Allah'ın zikrine koşun. Alışverişi bı­rakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha 

hayır­lıdır. Namaz kılınınca hemen yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın..."


Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Kur'an Cuma'yı bir tatil günü olarak değil, bir ibadet vakti olarak düzenlemektedir. 

O halde Kur'an'a dayanarak bir "Cuma namazı paydo­sundan söz edilebilirse de, bir "Cuma günü tatili"nden söz edilemez. 

Uydurma bazı rivayetlerle yüklenen yapay bazı yükümlülükler Cuma gününü bir tür tatil gibi algılamaya yol açmaktadır. 

Örneğin, Cuma günü yıkanmanın sevabından söz eden uydurma hadis­ler vardır. 

Bir tanesinde şöyle deniyor: "Cuma günü, bardağını bir dinara su satın alma pahasına da olsa yıkanınız." 

(bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/290)

Bizzat Peygamberimizin uygulaması göstermektedir ki, Cuma namazı Hicret sırasında farz kılınmıştır. 

Hicret sırasında Medine'ye bir saat uzaklıktaki Kuba semtine ulaşan Peygamberimiz burada kaldığı dört gün içinde arkadaşlarıyla sıkı bir biçimde çalışarak ilk mescit olan Kuba Mescidi'ni inşa etmiştir. 

Kuba'dan Cuma günü hareket etmiş ve Salim b. Avf kabilesinin yerleştiği Ranûna vadisine inip orada misafir kalmış­tı. 

İşte bu sırada Cuma vakti girmiş ve Hz. Peygamber ashabıyla birlikte İslam'ın ilk farz Cumasını oradaki bir namazgahta kılmıştır.

"Farz Cuma" dememiz sebepsiz değildir. 

Çünkü Hicret'ten önceki dönemde Medine'ye gelmiş bulunan Müslümanlar, Ehlikitap toplumun haftalık bir ibadetinin bulunduğunu dikkate alarak kendileri için de böyle bir ibadet olsun istemişler ve sonradan adı Cuma olarak be­lirlenen Arube gününü haftalık toplu ibadet günü olarak seçmişlerdi. 

Bu ibadete Es'ad b. Zürâre (ölm. 1/623) adlı sahabî imamlık ediyordu. 

Ancak bu ibadet bir farz ibadet değil, bir tatavvu' (sevap kazanmaya yönelik) ibadet idi. 

Daha doğrusu bu bir haftalık toplantı idi. 

Na­maz, bu toplantıyı sağlayan vesîle olarak değerlendiril­miştir. 

Nitekim "ilk Cuma imamı" diyebileceğimiz Es'ad b. Zürâre, o gün toplananlara bir küçükbaş hay­van kesip yemek vermekte idi. 

(bk. İbn Hemmâm; el- Musannef, 3/159 vd.)

Kur'an, Cuma namazının nasıl kılınacağından söz etmez. 

Bunun anlamı, bu namazın diğer namazlarla aynı olduğu, ancak adından da anlaşıldığı gibi bir toplantı namazı olduğu için, cemaatle kılınması gerektiği­dir. 

Cuma namazında okunan ve fıkıh kitaplarında "farz" olarak gösterilen hutbe Kur'an'da anılmamaktadır. 

Buna dayanarak şunu söylemek durumundayız: 

Hutbe, Cuma'nın farzlarından biri değildir. 

Hutbe, Peygamberimiz tarafından halka öğüt vermek için başlatılmış bir uygulamadır ve bu haliyle sünnettir.


BİD'ATLAR, HURAFELER

Cuma namazını iki rekâtın üstüne çıkarmak:

Cuma namazı bahsinde en büyük ve en tehlikeli bid'­at budur. 

Çünkü bu bid'at dinde ziyadeciliğin bir görü­nümüdür ve dinde ziyadecilik örtülü bir şirktir

H z . Peygamber dinde ziyadeciliği "şirretlik" ola­rak nitelendirmiştir.

Kur'an tarafından rekât sayısı belirtilme­miş bulunan Cuma namazı Hz. Peygamber tara­fından iki rekât olarak kılınmıştır. 

B u n u n önüne ve sonuna çeşitli adlar ve gerekçelerle eklenen diğer rekâtların tümü bid'attır. 

Allah'ın iki rekât farz kıldığı namazı on katına çıkarmak gibi bir cürettir. 

Bu günah işlenirken ileri sürülen gerekçe ise daha ürkütü­cüdür.


Şimdi bu ekleme namazları görelim:


1. Cuma'nın farzından önce kılınan iki veya dört rekât: 

Bunu, Cuma'nın ön sünneti diye tanıtanlar vardır. 

Tamamen yanlıştır, uydurmadır.

Bir defa, Hz. Peygamber'in böyle bir namazı mescit içinde kılmadığı kesindir. 

Evinde kılıp kılmadığı ise tartışmalıdır. 

Biz burada, evinde kıldığını değil, mescitte kılıp kılmadığını konuşuyoruz. 

İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye (ölm. 751/1350), eseri Zâdü'l-Me'âd'da Hz. Peygamberin mes­cide girer girmez doğruca mihraba geçtiğini ve Cuma namazından önce herhangi bir namaz kılmadığını, bunun aksini söyleyenlerin yalan söylediğini bildiriyor. 

Hadis alanının büyük üstadı Elbânî (ölm. 1999), Hz. Peygamberin Cuma'dan önce iki veya dört rekât kıldığı yolundaki rivayetlerin uydurma olduğunu ispatlamıştır, 

(bk. Elbânî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 3/45-47, 82-84). 

Biz de Elbânî ile aynı kanıdayız. 

Çünkü Hz. Pey­gamber, tatavvu'  (sevap kazanmaya yönelik) namazların tümünü mescid dışında, evinde kılmıştır. 

Cuma namazında bunun aksini yap­ması söz konusu olamaz.

Muvahhid (tevhîd ilkelerini esas alan) bilgin Ibnül- Cevzî (ölm. 597/1200), farz dışında herhangi bir namazı cami içinde kılmanın, ibadet ehline, İblis tarafından 

bu­laştırılan bir saptırma olduğunu bildirmektedir. 

Ona göre, böyle bir şey riyayı meşrulaştırmaktır, 

(bk. Telbîsü İblis, 164). 

Kaldı ki Peygamberimizin, Cuma'dan önce iki veya dört rekâtlık bir ön namaz kıldığını söyleyenler de bu­nun Cuma'nın sünneti olduğunu falan söylemiyorlar; sadece tatavvu' bir namaz kıldığını bildiriyorlar. 

Tatav­vu' her zaman ve her şartta kılınabilir. 

Bunun Cuma ile kayıtlı gösterilmesi yanlıştır. 

O halde Peygamberimiz böyle bir ön namaz kılmış olsa bile bu, Cuma'nın ön sünneti diye anılamaz ve Cuma'nın bir parçası gibi gös­terilemez. 

Adı üstündedir: Tatavvu'...

Tatavvu'u kılan kılar. 

Ve istediği kadar kılar. 

Bu bize, ilmihal kitaplarına Cuma'nın ön sünneti diye uy­durma ve ilave bir namaz ekleme hakkını vermez. 

Tat a v v u ' bir nafile namazdır; kendi başlığı altında anla­tılır.

Bu böyle yapılmamış, hileli ifadelerle Cuma'nın ön sünneti, son sünneti denerek iki rekâtlık namaz on altı rekâta çıkarılmıştır. 

Bu hile ve fesatlar yüzündendir ki Allah'ın hakkı iki rekât iken, bid'atların hakkı on dört rekâta çıkmıştır...

Bugün bize düşen, bu hile ve artırmaya karşı çıkmak için bu ekleme rekâtları kılmamaktır. 

Bunu kılmamak, bid'ata karşı çıkış olduğu için sevap kazandırır. 

Aksini yapmak, bu eklemeyi Cuma'nın bir parçası olarak gösteren bid'atçılığı desteklemek olduğu için bizi günaha sokar.


2. Cuma'nın farzından sonra kılınan on re­ k â t : 

Bunun ilk dördü, Cuma'nın son sünneti diye bir uydurma adla kılınmaktadır. 

Ondan sonraki dört rekât zuhr-i âhir adıyla kılınmakta, son iki rekât ise v a k ­t i n s ü n n e t i uydurma adıyla eda edilmektedir.

Bu ekleme namazları savunanlar şöyle de­mektedirler: 

“Eğer Cuma'nın edasında bir 

bo­zukluk, bir sıhhatsizlik varsa bu son kılınan on rekât o günkü öğle namazının yerine geçer. Çünkü Cuma'yı kılamamış olanlar öğle nama­zını kılmakla yükümlüdür. Biz işi garantiye alalım; Cuma'nın durumunda bir kuşku varsa öğle namazını kılmamış duruma düşmeyelim."

Bu savunma - gerekçe, yapılan eklemeden daha büyük bir hatadır. 

Bir kere, Cuma'nın sıhhatinde kuşku varsa onun iadesi gerekir. 

Ve sorulması gere­kir: 

Sıhhat şartları vücut bulmamış bir namaz nasıl kılınabilir? 

Cuma namazı, ya sıhhat şartları doğmuş ve kılınmıştır, yahut o şartlar doğmadığı için kılınmamıştır. 

Kılınmışsa öğle namazı gerekmez, kılınmamışsa (ki kuşku duyulması halinde kılınmamış sayılır) o zaman doğrudan öğle namazı kılmak gerekir. 

Öğle namazı ise on rekât değil, dört rekâttır. 

Yani hem yedek bir öğle namazı icat ediliyor, hem de ona altı rekâtlık bir ekleme yapılıyor. 

Kısacası, uydurmacılık zamlarının sonu bir türlü gelmiyor.


Biz şunu bileceğiz: 

Zuhr-i âhir, vaktin sünneti filan gibi uydurma adlarla namaz olmaz.

Esasen, bu ekleme namazları kılan sade Müslüman vatandaş bu fıkıh oyunlarını ne bilir ne de anlar. 

O, kıl­dığı ilave on rekâtı Cuma'nın bir devamı gibi görmekte ve kılmaktadır. 

Bunun anlamı, bu sade Müslümanların aldatıldıkları ve dinlerinin emri olan iki rekâtlık na­maz yerine on altı rekâtlık uydurma bir namaz kıldık­larıdır.

Bu insanlara işin gerçeği anlatılsa ve eğer istiyor­larsa Cuma'dan sonra evlerinde tatavvu'an (sevap ka­zanmak için) namaz kılabilecekleri söylense kim ne kaybeder? 

Kılan kılar, kılmayan kılmaz. 

Ama hiç kim­senin içinde Cuma'yı kıldım mı, kılmadım mı kuşkusu uyanmaz. 

Dinin istediği, Hz. Resul'ün yaptığı da budur.

Bid'atlara karşı verdiği etkili mücadele ile de tanı­nan Şafiî fakîhi Ebu Şâme, ünlü eseri el-Bâis'de bu inceliğe şöyle dikkat çekiyor: 

Cuma'nın sünneti diye bir şey yoktur. 

Hz. Peygamber Cuma'nın önünden ve sonundan bir namaz kılmışsa bu sıradan nafile namaz­dır. 

Bunu Cuma'ya eklemenin haklı yanı olamaz,

 (bk. Ebu Şâme; el-Bâis alâ inkâril- Bide'i vel-Havâdis, 287, 294). 


İşin özeti şudur: 

Hz. Peygamber, sadece Cuma'da de­ğil, diğer zamanlarda da farz dışındaki namazları camiye sokmamış, evinde kılmıştır. 

Bunu naklederken "evinde" sözcüğünü atlayarak Hz. Peygamber farzdan önce şu kadar, farzdan sonra da şu kadar kıldı diye bir oyun sergileniyor. 

Evet kıldı ama, evinde kıldı. 

Bu ikisi çok farklıdır. 

Evinde kıldı kaydını çıkardığınızda o tatavvu' namazlar birer farz gibi esas namaza ekleniyor ve ilmihal kitaplarına giriyor.

Konu, taklit ve ekleme devrinin kitapları yerine esas kaynaklardan verilse olay çözüme ulaşacak ve her şey yerli yerine oturacaktır. 

Ama taklitçi zümreler buna asla yaklaşmıyor.

Şimdi biz, o esas kaynakların bazılarından işin özünü nakleden bazı tespitleri aktaralım: 


Hadis ve fık­hın en önemli ilk kaynaklarından olan İbn Hemmâm (ölm. 211/826), eseri el-Musannefin "Cuma'dan Önce ve Sonra Namaz kılmak" adıyla açtığı bölümünde şunu bildiriyor:

 Hz. Peygamber'in Cuma'dan önce veya sonra cami içinde kıldığı bir namaz yok­tur. Cuma'dan önce evinde iki rekât kıldığı ri­vayeti var ki bu da ortaklaşa kabul edilen bir rivayet değildir, 

(bk. İbn Hemmâm, 3/ 65, 246-248). 

Daha geriye gidelim ve tevhidin tüm boyutlarında ti­tizliğini bildiğimiz Hz. Ömer'i dinleyelim: " C u m a namazı, bayram namazları, sefer halinde farz namazlar hep iki rekâttır. Peygamberiniz böyle kılmıştır. Bunun aksini yapıp iftira yoluna gi­denler hüsrana uğramıştır." 

(bk. İbn Hanbel, 1/38; Nesaî, taksîru's-salât; İbn Mâce, ikamet; Beyhakî, 3/199; Şîrâzî; el-Mühezzeb, 1/370). 


Hz. Ömer'in bu beyanı ardından şunu da bildirelim: 

Normal zamanlarda dört rekât kılınan farz namazlar yolculuk halinde zorunlu olarak (azîmeten) mecburen iki rekât kılınır. 

Normal zamanlarda iki rekât kılınan Cuma ise yolculuk halinde kılınmaz, (bk. İbn Hemmâm, 3/172-174) 

Bu, oruçtaki ruhsat durumu­nun aksine, bir azimet yani zorunluluktur. 

Yani sefer halinde olanlar Cuma namazı kılmazlar. Kı­larlarsa bu, farz olan Cuma olmaz, sıradan bir tatavvu' namaz olur. 

Böyle yapanlar, öğle na­mazını kılmak zorunda kalırlar.


Cuma kılmak için Kur'an ve sünnet dışı şartlar koymak:

Cuma namazı kılmak için fıkıh kitaplarında değişik mezheplerin görüşleri olarak şu şartların biri veya bir­ kaçı öne sürülür: 

Devletçe izin verilmiş bir cami olacak, şehir veya kasaba camii olacak, on, yirmi, otuz, kırk vs. sayıda cemaat olacak...

Bu şartların tümü uydurmadır, fakîhlerin kendi ta­sarruflarıdır. 

Üstelik birinin gerekli gördüğünü öteki gereksiz görür, çekişir dururlar. 

Yani bu şartlarla büyük bir kaos yaratılmıştır. 

Bu kaosa işaret eden müfessir Sıddîk b. Hasan Han (ölm. 1307/1889) diyor ki: 

Cuma namazı için varlığı öne sürülen devlet reisi izni, şehirde bulunmak şartı, belirli sayıda cemaat, tek ve büyük cami vesairenin tümü Kur'an ve sünnet dışıdır, hiçbirinin bir dayanağı yok­tur." (Sıddîk Hasan; Ravdatü'n-Nediyye, 1/134-136). 


Şimdi bu uydurma şartları bir bir gözden geçirelim:


1. izinli cami şartı: Siyasetçilerin, halkı kontrol için koydukları bir şarttır.

 Bırakın izinli camiyi, Cuma kılmak için herhangi bir cami, hatta belirli bir mekân şartı bile yoktur.

Aklı başında herkes biliyor ki, Cuma kılmak için izinli cami ve belgeli imam kaydı, yöneticilerin topluluk haline gelmiş insanları kontrol altında tutmalarına yö­nelik siyasal-yönetsel denetim kaygısının bir zorlamasıdır. 

Buna, yine siyasal-yönetsel mantık içinde olumlu bakılabilir. 

Ama bunu din emri haline getirip ilmihal kitaplarına yazarsanız o zaman buna uymak değil, karşı çıkmak din olur. 

Özellikle günümüzün özgür­lükçü dünyasında bunu yaşatmaya kalkmak, İslam'a kötülüktür. 

Yapılması gereken, herkesin istediği yerde Cuma namazını kılabileceğini halka duyurup göster­mektir.

Cuma, adından da anlaşıldığı gibi, cemaatle kılınan bir namazdır. 

O halde cemaat nerede bir araya 

ge­lirse (camide, evde, iş yerinde, kırda-bayırda, deniz kenarında, garajda, vs.) Cuma orada kı­lınır. 

Hatırlayalım ki Hz. Resul ilk Cuma'yı, hem de yaptırdığı ilk camiyi bitirdiği Cuma günü, camide değil, camiden uzaklardaki bir vadide kılmış-kıldırmıştır. 

Cuma kılmak için belirli ve devletten izinli bir cami gerekir di­yenler her şeyden önce Hz. Peygamber'e ters düşmüş olurlar.

Cemaat kaç kişidir? 

Cemaat şartının doğması için fıkhın genel kuralı olan üç kişinin varlığı yeterli­dir. On, yirmi, kırk vs. gibi rakamlar fıkıhçıların kendi görüşleridir, dinden hiçbir dayanağı yoktur.


2. Görevli imam şartı: Böyle bir şart da yoktur. İslam, ibadette lider fikrine karşıdır. 

Toplanan Müslü­manlar, eğer namazlarını cemaatle kılmak isterlerse iç­lerinden en uygun gördükleri birini imamlık için öne geçirirler. 

Eğer içlerindekilerden biri bilgili, iyi Kur'an okuyan vs. gibi meziyetlere sahipse. elbette onu 

yeğleye­ceklerdir. 

Ama bu da bir "olmaz ise olmaz" şart değildir.

Cuma'da da durum aynıdır. 

Cuma kılmak için toplanmış cemaatten biri imam olur. 

İmamlık yapmak için görevli olmak, mektepli-medreseli olmak, bilgin olmak gibi şartlar yoktur. 

Mevcut kişilerin içinden biri imam olur.

Burada sorun gibi gösterilen bir konu da hut­benin okunmasıdır. 

Şunu hemen belirtelim ki, hutbe okumak Cuma'nın farzı değildir. Fakîhlerin, itti­fak ettikleri bir konudur ama bu, hutbenin Allah tarafın­dan konmuş bir Cuma şartı gibi gösterilmesi için yeterli olamaz.

Hutbe sünnettir. 

Çünkü Peygamberimiz okumuş­tur. Hutbenin mutlaka yerine getirilmesi gere­keni ise Allah'a hamd etmekten ibarettir. 

Nasi­hat ve öğüt kısmı olmasa da olur. 

Gerekli olan, Al­lah'a hamd kısmını ise, namazı kıldıran kişi hiçbir 

sı­kıntıya düşmeden yerine getirir. Bugün hutbe okuyanla­rın sergiledikleri merasim, inişler - çıkışlar, dönüşler, dualar vs. tümden Emevî uydurmasıdır. 

Bu uydurma merasimlere bakarak hutbe okumanın bir ihtisas işi gibi algılanması yanlıştır.

Hutbenin dinsel hikmeti, Cuma vesilesiyle toplanan kişilerin yüzyüze konuşup görüşmelerine imkân sağla­maktır. 

Bunu yapmak için onların bir kısmının âlim olması gerekmiyor. 

Hutbenin namaza bağlı kısmını 

Al­lah'a hamd ile bitirip namaz sonrasında (eğer vakitleri ve niyetleri varsa) oturup sohbet ederler, fikir alışverişinde bulunurlar, birbirlerinin dertlerini dinlerler. 

İşte esas İslamî hikmet buradadır. Birilerinin nutuk atıp öte­kilerin kös kös dinlemesinde değildir.


O halde Müslümanlar, kadın-erkek, bulun­dukları her yerde üç kişilik bir cemaate ulaş­maları halinde Cuma namazı kılabilirler. 

O yana - bu yana dolaşmaya, cami aramaya, belirli bir camide toplanıp yolları - geçitleri tıkamaya ihtiyaç yoktur.

Biz, gerçek anlamda Cuma namazının zamanla bu Kur'ansal -  Muhammedi yapısına ulaşacağından, çünkü bunun bir hayatî zorunluluk haline gelmiş bulunduğun­dan eminiz. 

Elverir ki, Müslüman kitleler, uydurmacı devirlerin uydurma ilmihal kitaplarından yakalarını kurtarma bilinç ve cesaretine ulaşabilsinler.


3. İç ezan okumak: Bu konuda bilgi için bu eserin Ezan maddesine bakınız.


Hutbe ile ilgili bid'atlar ve saptırmalar:

Cuma namazı bahsinde sergilenen bid'at ve saptırma­ların oldukça büyük bir kısmı hutbe konusu etrafında kümelenmektedir. 

Bunları şu şekilde verebiliriz:


1. Hutbeyi Cuma'nın farzı olarak göstermek:

Yukarıda başka bir vesile ile de söylediğimiz gibi, hutbe Cuma'nın farzlarından biri değildir, Peygamberimizin bir sünnetidir.

 (Hasan el-Basrî'nin aynı görüşü için bk. Kal'aci; Fıkhu'l-Hasan el-Basrî, 1/379-380). 

Cuma nama­zını düzenleyen Kur'an ayetleri hutbe diye bir yükümlü­lüğe değinmemektedir.


2. Hutbeyi, cemaatin AN LA YA MA YA CA ĞI bir dille okumak: Hutbe, bir topluluk namazı olan Cuma için toplananlarla bir anlamda bir sohbettir. 

Bu sohbetin, ce­maatin bildiği dille olması aklın ve dinin bir gereğidir.

Bunun aksini yapmak akıl ve din dışı bir uygulamayı kutsallaştırarak cemaatin hakkını ihlal etmektir.

Hutbeler, Allah'a hamd ve Peygamberimize salât ve selâm kısmı da dahil, cemaatin bildiği dille yapılmalıdır.


3. Hutbeyi minber, kürsü gibi yüksek bir yerden okumak, bu çıkış sırasında dualar okumak, hutbe bitince ayrı bir dua etmek: 

Bu da peygamberimizin sünnetine aykırıdır, (bk. Ebu Şâme, 265-270). 

 Din görevlisini, özel ve farklı bir adam duru­muna getiren bu uygulama, tevhit mabedinin ahengini bozmaktadır. 

Hz. Peygamber, hutbelerini cemaat içinde ayağa kalkarak okumuştur. Yaşlandığı dönemde, hutbe okurken yorulduğu için bir hurma kütü­ğüne yaslanıyordu. 

Daha sonra bunun yerine, 

yaslan­ması için marangozlar tarafından yapılan sandığa ben­zer ahşap bir dayanak kondu.

Hutbeyi oturarak okuyan ilk kişi, Emevî kralı Muaviye b. Ebu Süfyan (ölm. 60/679) olmuştur. 

Çok yağ­landığı ve feci şekilde göbek bağladığı için ayakta 

du­ramadığı ve hutbeyi oturarak okuduğu belirtiliyor, (bk. Süyûtî; Târîhu'l-Hulefa, 227)

Ne ilginçtir ki Muaviye'nin göbeğinden duyduğu sıkıntı yüzünden başlatılan bu uygulama o günden sonra İslamîleşmiş ve Hz. Peygamberin sünnetinin yerini almıştır. 

Bugün mabetlerimizde bu Muaviye sün­neti esas alınmaktadır.


4. Hutbeyi uzatmak: 

Hz. Peygamberin hutbesi sa­dece birkaç cümleden ibaretti, (bk. Ebu Davûd; Sünen)


5. Hutbede öğüt olarak Kur'an dışında bir şeyler okumak: 

Hutbede eğer cemaate öğüt verilecekse bunların Kur'an ayetlerinden seçilmesi Peygamberimizin açık uygulamasıdır, (bk. Müslim, Nesaî, İbn Hanbel). 

Allah'tan daha iyi ve güzel kim öğüt verebilir? 

Ve Kur'an, tanrısal öğütlerle doludur. 

Esasen Kur'an'ın ad­larından biri de “Tezkire” yani “öğüt veren kitap”tır.

Yıllardan beri Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal din kurumu olan Diyanet İşleri'ne uyarıda bulunuyoruz: 

Hutbelerde Peygamberi­mizin sünnetini işletip öğüt olarak Kur'an ayetleri okutun. 

Bunun hiçbir zorluğu yoktur. Hatipler, temiz bir Türkçe ile yapılmış Kur'an tercümesinden seçtikleri öğüt yüklü bir veya birkaç ayeti cemaate okuyup hutbeyi bitirsinler. 

Onun-bunun yazdığı sözleri cemaate dinletme­yin. 

Böyle devam ederse her hatip kendi işine gelen şeyleri söylemeye başlar ve bir zaman ge­lir ki camiler politik nutukların atıldığı parti lokallerine döner.

Ne yazık ki bu uyarımız dinlenmedi ve Peygambe­rimizin açık bir sünneti dışlandı.


6. Hutbeyi Cuma namazından önce okumak:

Sünnete uygun olan, Cuma hutbesinin, tıpkı bayram hut­beleri gibi, namazdan sonra okunmasıdır. H u t b e n i n namazdan önce okunması bir Emevî bid'atıdır ve ne yazık ki kurallaşmış, dinleşmiştir.

 (Bu bid'atı ilk başla­tanın kimliği hakkındaki tartışma için bk. ibn Hem­mâm; el-Musannef, 283-285).  

Ünlü Hanefî fakîhi Serahsî'nin eseri el-Mebsût'tan izleyelim: 

“Resul ve dört halife döneminde hutbe namazdan sonra oku­nurdu. Emevîler bunu namazdan önceye aldı­lar. Çünkü onlar hutbelerinde helal olmayan şeyler söylerlerdi. Halk bunları dinlememek için namazdan sonra camiyi terk ederdi. Hut­beyi, farz olan namazdan önceye aldılar ki, halk onları mecburen dinlesin." 

(Serahsî; el- Mebsût, 2/37). 

Bu konuda fıkıh profesörü Yunus Vehbi Yavuz'un bir makalesi için bk. "Kur'an Mesajı Dergi­si", yıl: 1998, sayı: 6)

Serahsî'nin bu beyanı bize şunu da göstermektedir: 

Hutbe, Cuma'nın farzı değildir. Olsaydı, saha­bîler farzı kılar kılmaz camiyi terk edemez­lerdi ve Emevî kodamanları da hutbenin yerini değiştirme ihtiyacı duymazlardı.

Halkın kendilerini bir sürü gibi dinlemelerini sağ­lamak ve sağlamlaştırmak için "Hutbeyi Kur'an dinler gibi dinlemek gerekir" dayatmasını ilmi­hallere soktular. 

İşi iyice sağlama bağlamak için bir de şöyle bir hadis uydurdular: 

“Hatip minbere çıktığın­da artık ne namaz kılınır ne de kelam edilir." 

(bk. Elbânî; ez-Zaîfa, 1/199). 

Uydurmacılar öylesine şaşırmışlar ki, uydurdukları hadis içine kendilerini ele verecek kanıtı koyduklarının farkında bile olmamışlar: 

Hz. Peygamber hatibin min­bere çıkmasından nasıl söz eder? 

Onun minbere çıkıp hutbe okuması şöyle dursun, mescidinde minber diye bir şey yoktu. 

Hutbelerini hep cemaatin içinde ayağa kalka­rak, ileriki yaşlarında ise bir hurma kütüğüne dayana­rak okumuştur.


7. Hutbeden önce müezzinlerin ezan (iç ezan) ve bazı ayetler okumaları, salât ve selâm ge­ tirmeleri: 

Bunlar da Emevî bid'atlarındandır.

 (Bu ko­nuda geniş bilgi için bk. Ebu Şâme, 265-270; Ali Mahfuz, 168; bu eser, Ezan maddesi). 

Bayram hutbelerinden önce tekbir getiril­mesi de aynen böyle bir bid'attır. (bk. Ali Mah­ fuz, 179)


Bu hutbe meselesi, Emevî yozlaştırmasının en tipik göstergelerinden biridir. 

Adliye Nazırı ve din bilgini izmir Mebusu Mehmed Seyit Bey (ölm. 1925)in bu yozlaştırmayla ilgili tarihsel bir konuşmasının bir öze­tini eserimizin Giriş kısmına koymuş bulunuyoruz.


8Cuma'nın sadece erkeklere farz olduğunu söyleyerek kadınların Cuma kılmasını engellemek:

Bu uygulama da İslam dışı bir uygulamadır. 

Kur'an, Cuma namazı emrini herkes için eşit vermiştir. 

Diğer ibadetleri veren buyruklarda hangi ifadeler, hangi kipler kullanılmışsa, Cuma namazını emreden ayetlerde de aynı ifade ve kipler kullanılmıştır. 

Kadının Cuma na­mazı emrinden hariç tutulduğunu gösteren bir Kur'an beyanı varsa "Cuma kadına farz değildir." diyenle­rin onu ortaya getirmeleri gerekir.

Böyle bir beyan yoktur. 

Ama tam tersini gösteren ayetler ve Peygamber uygulamaları vardır.

Kadınların Asrısaadet'te erkeklerle aynı yerde, hatta aynı kaptan abdest alıp aynı yerde Cuma ve bayram namazlarını kıldıkları tüm kaynakların ortak beyanlarındandır. 

(Örnek olarak bk. İbn Hemmâm, 3/302)

Sonraki zamanların kadını dışlayan anlayışları yü­zündendir ki "Kadınlar fitne çıkarır" gerekçesiyle kadınların Cuma ve bayram namazlarına katılmaları önlenmiştir.

Şimdilerde şu da söyleniyor: 

“Camiler erkeklere bile yetmiyor, bir de kadınlar Cuma ve bayram namazı kılmaya kalkarsa halimiz nice olur?"

Bu, İslam dışı uygulamalara İslam dışı gerekçe bul­manın tipik örneklerinden biridir. 

Cuma, Kur'an ve sünnetin verilerine göre kılınsa yani belli camiler, belli görevliler şart koşulmasa, bu sözlere lüzum kalmaz. 

Çünkü herkes Cuma'sını, cemaatin oluştuğu herhangi bir mekânda (evde, iş yerinde, kırda, çayırda) kılar. 

Ama isteyen kadınlar da gidip büyük veya küçük camilerde kılarlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder