Selam…!
Saltanat dincilerinin İslamın yozlaştırılmasına yönelik kullandığı ve istismar ettiği siyasi ve idari kavramlarından DARULHARB - DARULİSLAM kavramlarını, Yaşar Nuri Öztürk’ün “İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?” isimli kitabından KUR’ÂN’DAKİ İSLAM ışığında irdeleyelim.
***********
DÂRÜLHARP
Dârülharp (karşıtı, dârülislam) harp yurdu, harp alanı demek.
Geleneksel fıkıhın bununla kastettiği, "topraklarında küfür yönetiminin egemen olduğu ülke" veya "kâfir liderin emir ve yönetiminin yürürlükte olduğu ülke"dir.
Klasik fıkıh, eski dünyanın şartlarının da itişiyle dârülharp kavramını, zaman zaman günümüz hukuk sistemlerindeki "yabancı ülke" anlamında kullanmıştır.
Dünya onlar için ikiye ayrılmıştır: Dârülislam yani Müslümanların egemen olduğu parça, dârülharp yani küfrün egemen olduğu parça...
Burada omurga nokta, Müslümanların kahır ve zulüm altında inlemeleri ve dinlerine ait hükümlerin hiçbir yürürlük imkânı bulmamasıdır.
Klasik fukaha bu noktada ilginç bir
yaklaşımla dârülharp toprakları "dârü'l-kahr" (bk. Serah- sî; el-Mebsût, 30/33) veya "dârü'l-kahr ve'l-galebe" (bk. Cürcânî; Şerhu's-Siraciye, Kahire, tarihsiz, s. 82) olarak adlandırmışlardır ki, zulüm ve despotizmin egemen olduğu ülke demektir.
Hükümlerin eksik uygulanması veya belli bir anlayışın yorumlarına uygun olarak uygulanmaması bir ülkeyi dârülharp yapmaz.
Buna karşılık, dârülislam yerine "dârü'l-ahkâm" (kuralların egemen olduğu ülke, hukuk ülkesi) tâbiri kullanılmıştır.
İslam ahkâmı denmeyip sadece ahkâm denmesi dikkat çekicidir.
Dârü'l-ahkâm; kuralların, normların işlediği ülke demektir.
Karşıtı olan "dârü'l-kahr" ise keyfîliğin, adaletsizlik ve kuralsızlığın egemen olduğu despotik yönetim demek olur.
Bu incelik unutulmaz ve Serahsî'nin bu deyimle dikkat çektiği hususlar göz önünde bulundurulursa, bunun günümüzde "hukuk devleti" kavramının tam karşılığı olduğu anlaşılır.
Böyle olunca da "dârü'l-kahr" deyiminin karşılığı da hukukun üstünlüğünün bulunmadığı yönetim olacaktır..
İslam'ın evrenselliği, zaman ve mekânüstülüğü, adının ve esasının barış olduğu da dikkate alınırsa şu sonuca varmakta tereddüt kalmaz kanısındayız:
DÂRULİSLAM, bugünkü Müslümanlar için "hukuk devleti" niteliği taşıyan her yönetimdir.
DÂRULHARB ise hukuk devleti olmayan, hukukun üstünlüğüne yer vermeyen yönetimlerin yürürlükte olduğu coğrafyalardır.
Bu noktadan hareket eden Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, bize göre de isabetli bir yaklaşımla, Hristiyan Batı ülkelerinin dârülharp sayılamayacağını savunmaktadır,(bk. Özemre; İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 181-185).
Esasen, günümüz İslam dünyasının diğer ülkelerle ilişkileri dârülharp ve dârülislam kavramlarını, Özemre'nin dediği noktaya getirmiş ve Müslümanlar arasında da uygulamada bir oy birliği doğmuştur.
Aksi olsaydı, A l m a n y a başta olmak üzere Batı ülkelerinde çalışan üç milyonu aşkın Müslüman insan Cuma kılamaz, oruç tutamaz, nikâh kıyamaz, hatta kelime-i şehadet getiremezdi.
Özetlersek ;
Darülharp-dârülislam deyimlerini Kur'an ve sünnet kaynaklı olmadıkları için yok sayabileceğimiz gibi, günümüz şartlarına uygun olarak ulaşılan ittifaklara göre yeniden tanımlama imkânına da sahibiz.
Unutulmaması gereken nokta şudur:
İslam'ın değerleri açısından "günah işleyen yönetim" dârülharp
adlandırması için gerekçe olmaz.
Bunun aksine bir yol tutarak, siyasal hasımlarını zor durumda bırakmak veya Müslüman kitleleri saflarına çekmek için dârülharp kavramını "islam açısından günahları ve
eksikleri olan yönetim" şeklinde tanımlamak, Müslümanları fitne ve fesada sürüklemek ve bu fikri savunanları dünyanın önünde rezil etmekten başka bir işe yaramaz.
Eğer bugün bir dârülharp tanımı yapacaksak şu iki noktanın kaçınılmazlığını unutmayacağız:
1. İnkâr, yani İslam'ın inkâr edilmesi: Allah'ın, Kur'an'ın ve Peygamberin reddi,
2. İslam değerlerine ve Müslümanlara karşı savaş, baskı ve zulüm uygulanması.
Başkalarına dayatılmayan inkâr ve hükümlerin uygulanmaması, rahmetli Elbânî'nin tabiriyle bir "küfr-i inkârî" yaratmayıp sadece "küfr-i amelî" olarak kalıyorsa, genişliği ve sayısı ne olursa olsun, ülkenin dârülharp ilan edilmesi için yeterli değildir.
Şafiîlere göre, dârülislam haline gelmiş bir ülke daha sonra istila edilse ve bu istila altında uzun yıllar da kalsa artık dârülharp olarak anılamaz.
Türkiye söz konusu olduğunda ise dârülharp için söz konusu edilen noktaların hiçbiri yoktur.
Dârülharbin saptanmasında yönetim ve egemenliğin kimlerin elinde bulunduğuna bakmak ilk adımdır.
Böyle baktığınızda yönetimin eksikleri ve günahlarının olması, hüküm vermek için yetmez.
Yönetimin küfür, hatta - Hanefî fakîhlerine - göre, şirk üzere olması gerekir, (bk. Serahsî; el-Mebsût, 10/114).
Hanefî fıkhının temel kaynağı sayılan
el-Mebsût'ta, Serahsî (ölm. 483/1090) şunu söylüyor:
“İmamı Âzam'a göre, Müslüman yurdunun darülharbe dönüşmesi için şu üç şartın varlığı kaçınılmazdır:
1. Müslümanların yurtlarına bitişik bir Müslüman yurdu bulunmamak,
2. Kendi imanına uygun olarak iman eden bir tek Müslüman ve kendi imanına göre iman eden bir tek Ehlikitap kalmamak,
3. Ülkede şirk ahkâmı geçerli olmak." (Serahsî; el-Mebsût, anılan yer.)
Türkiye'de yönetim Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i inkâr edenlerin elinde değildir.
İslam açısından ihmallere gelince, bu ihmallerin olmadığı bir yönetim Hz. Peygamber'den sonra hiçbir İslam ülkesine nasip olmamıştır ve olmayacaktır.
Bu böyle olduğundandır ki ;
İslam'ı siyaset aracı yapanlar dârülharp sömürüsünde başarılı olmak için önce devleti, yönetimi, sonra da hesaplarına uymayan Müslüman çları kâfir-zındık ilan etmekte, böylece yapay bir dârülharp yaratarak sergileyecekleri kin ve şiddet siyasetine dayanak hazırlamaktadırlar.
Öte yandan ittifak noktalarından biri olarak şunu da görüyoruz:
Bir ülkenin dârülharplığı ile dârülislamlığına hükmetmede tartışma çıksa, yani ülke, dârülislam olmaya ilişkin özelliklerle dârülharp sayılmaya ilişkin özellikleri aynı anda taşıyor olsa hüküm, dârülislam kabul etme yönünde olacaktır.
Bunun maslahata (kamu yararına) ve ihtiyata daha uygun olduğu düşünülmüştür.
Biz, öncelikle şunu bilmeliyiz:
BU DARULHARB ve DARULİSLAM DEYİMLERİNİN HİÇBİRİ KUR’AN VE HADİSLERDE YER ALMAZ.
Bunun tartışmasız sonucu şudur:
Bu deyimler siyasal-yönetsel deyimlerdir; dolayısıyla devirden devire, coğrafyadan coğrafyaya, şartların değişmesine göre değişir.
Zaten İslam hukukçularının bu
kavramlarla ilgili meselelerin büyük çoğunluğunda ittifak edemediklerini görüyoruz..
Kavramın, siyasal istismara son derece müsait olduğunu da düşünürsek, günümüz dünyasında herhangi bir Müslüman ülkeyi, fıkıhtaki içtihat farklarından yararlanarak dârülharp göstermek hiç de zor değildir.
Ve İslamı siyaset ve şiddet aracı yapanların yolu-yöntemi de budur.
Bu yöntemin uygulandığı ülkelerden biri de Türkiye'dir.
Bu neden yapılmaktadır?
Cevap, dârülharp olan bir toprakta İslam hükümlerinden rahatlıkla kaçma imkânının bulunduğunu bilmekte yatıyor.
Bir ülkeyi dârülharp ilan ederseniz, ceza huhukukundan ibadetlere kadar, tüm alanlarda dinsel yükümlülük kalkmaktadır.
Türkiye'ye bakalım :
Yüz bin civarında caminin ibadete açık olduğu ve devletin din işleri için yüzlerce trilyon harcadığı bir ülkeyi dârülharp ilan ettiğinizde ;
- faiz yemekten zina yapmaya,
- Cuma namazı kılmamaktan cinayet işlemeye kadar
- her fiil ve davranışınız yaptırım dışı
kalacaktır.
Bu olgu, din üzerinden siyaset yapanlara sınırsız bir imkân ve rahatlık getirmektedir.
Onlar, dârül harp teranesiyle bir yandan istediklerini din dışı ilan edip devlete ve ülkeye karşı mücadeleyi meşrulaştırırken öte yandan adına konuştukları dinin tüm hükümlerinden sıyrılmak gibi bir şansa sahip oluyorlar...
Bütün bunlardan sonra da kendilerini dârülislam için mücadele eden cihat erleri olarak tanıtarak Müslümanlar nezdinde seçkinlik kazanma gayreti içine girebiliyorlar.
Oysaki dârülharp kavramıyla ilgili meselelerin çoğunda tartışan klasik fıkıhçıların çok az yakaladıkları ittifak noktalarından biri şudur:
Dârülharp olan bir toprak, Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve üzerinde İslam hükümlerinin uygulanmasıyla dârülislam haline gelir.
Kur'an ve sünnet dışı olmakla birlikte, eski Müslüman toplumların siyasal ve yönetsel şartların itişiyle kullandıkları dârülharp kavramını, Türkiye'yi tahrip etme misyonlarının zaferi için istismar eden
zihniyetlerin, iddia, inat ve ithamları dışında hiçbir bilimsel ve aklî dayanakları yoktur.
Onlarla ilgili olarak söylemek istediklerimizi, Ahmet Yüksel Özemre'nin dârülharp kavramını açıklayan sayfalarından birkaç satırla veriyoruz:
"Türkiye'yi dârülharp ilan edip Cuma namazı kılmayan, Kur'an'ın faizle ilgili haramlaştırıcı ayetlerine rağmen apaçık faizle iş gören ve Müslümanlığı da kimseye bırakmayan bazı cemaatler var ki onlara Allah hidayet etsin, cehalet ve sapıklıklarından bir an önce idrake gelsinler derim.
Türkiye asla bir dârülharp değildir. Camiler açıktır. Kimsenin ibadetine kanunî bir engel yoktur.
Cuma namazını engelleyen de yoktur.
Türkiye'yi bir dârülharp olarak görmek aklın, temkinin, temyizin, adaletin işi değil, olsa olsa bazı kayıtlardan
kurtulmak için nefs-i emmâre’nin (sürekli kötülüğü emreden insan egosu) telkin ettiği kuruntunun bir sapıklığıdır, o kadar!.."
"Fransa'yı veya Türkiye'yi dârülharp ilan edenler ya Kur'an ve sünneti dikkate alamayacak kadar cehalet içinde bulunmaktadırlar, ya da düpedüz vehimlerinin esiridirler.
Yahut da bunu, Cuma namazından kurtulmak, rahat rahat % 130 faiz almak, dinî yaptırımlardan
kurtulmak için bahane etmektedirler."
(Özemre, İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 11184-185)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder