24 Ekim 2024

12 - İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?

Selam…!

Saltanat dincilerinin İslamın yozlaştırılmasına yönelik kullandığı ve istismar ettiği siyasi ve idari kavramlarından DARULHARB - DARULİSLAM kavramlarını, Yaşar Nuri Öztürk’ün “İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?” isimli kitabından KUR’ÂN’DAKİ İSLAM ışığında irdeleyelim. 

***********

DÂRÜLHARP

Dârülharp (karşıtı, dârülislam) harp yurdu, harp alanı demek. 

Geleneksel fıkıhın bununla kastettiği, "topraklarında küfür yönetiminin egemen oldu­ğu ülke" veya "kâfir liderin emir ve yönetimi­nin yürürlükte olduğu ülke"dir.

Klasik fıkıh, eski dünyanın şartlarının da itişiyle dârülharp kavramını, zaman zaman günümüz hukuk sistemlerindeki "yabancı ülke" anlamında kullan­mıştır. 

Dünya onlar için ikiye ayrılmıştır: Dârülislam yani Müslümanların egemen olduğu parça, dârülharp yani küfrün egemen olduğu parça... 

Burada omurga nokta, Müslümanların kahır ve zulüm altında inleme­leri ve dinlerine ait hükümlerin hiçbir yürürlük imkânı bulmamasıdır. 

Klasik fukaha bu noktada ilginç bir 

yak­laşımla dârülharp toprakları "dârü'l-kahr" (bk. Serah- sî; el-Mebsût, 30/33) veya "dârü'l-kahr ve'l-galebe" (bk. Cürcânî; Şerhu's-Siraciye, Kahire, tarihsiz, s. 82) olarak adlandırmışlardır ki, zulüm ve despotizmin ege­men olduğu ülke demektir. 

Hükümlerin eksik uygu­lanması veya belli bir anlayışın yorumlarına uygun olarak uygulanmaması bir ülkeyi dârül­harp yapmaz.

Buna karşılık, dârülislam yerine "dârü'l-ahkâm" (kuralların egemen olduğu ülke, hukuk ülkesi) tâbiri kullanılmıştır. 

İslam ahkâmı denmeyip sadece ahkâm denmesi dikkat çekicidir.

Dârü'l-ahkâm; kuralların, normların işle­diği ülke demektir. 

Karşıtı olan "dârü'l-kahr" ise keyfîliğin, adaletsizlik ve kuralsızlığın egemen olduğu despotik yönetim demek olur. 

Bu incelik unutulmaz ve Serahsî'nin bu deyimle dikkat çektiği hususlar göz önünde bulundurulursa, bunun günümüzde "hukuk dev­leti" kavramının tam karşılığı olduğu anlaşılır. 

Böyle olunca da "dârü'l-kahr" deyiminin karşılığı da huku­kun üstünlüğünün bulunmadığı yönetim olacaktır..

İslam'ın evrenselliği, zaman ve mekânüstülüğü, adının ve esasının barış olduğu da dikkate alınırsa şu sonuca varmakta tereddüt kalmaz kanısındayız: 


DÂRULİSLAM, bugünkü Müslümanlar için "hukuk dev­leti" niteliği taşıyan her yönetimdir. 


DÂRULHARB ise hukuk devleti olmayan, hukukun üstünlüğüne yer vermeyen yönetimlerin yürürlükte olduğu coğrafyalar­dır. 


Bu noktadan hareket eden Prof. Dr. Ahmet Yük­sel Özemre, bize göre de isabetli bir yaklaşımla, Hristiyan Batı ülkelerinin dârülharp sayılamayacağını sa­vunmaktadır,(bk. Özemre; İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 181-185).  


Esasen, günümüz İslam dünyasının diğer ülkelerle ilişkileri dârülharp ve dârülislam kavramlarını, Özemre'nin dediği noktaya getirmiş ve Müslümanlar arasında da uygulamada bir oy birliği doğmuştur. 


Aksi olsaydı, A l m a n y a başta olmak üzere Batı ülkelerinde çalışan üç milyonu aşkın Müslüman insan Cuma kıla­maz, oruç tutamaz, nikâh kıyamaz, hatta kelime-i şehadet getiremezdi.


Özetlersek ;

Darülharp-dârülislam deyimlerini Kur'an ve sünnet kaynaklı olmadıkları için yok sayabileceğimiz gibi, günümüz şartlarına uygun olarak ulaşılan itti­faklara göre yeniden tanımlama imkânına da sahibiz. 


Unutulmaması gereken nokta şudur: 

İslam'ın değerleri açısından "günah işleyen yönetim" dârülharp 

ad­landırması için gerekçe olmaz. 


Bunun aksine bir yol tu­tarak, siyasal hasımlarını zor durumda bırakmak veya Müslüman kitleleri saflarına çekmek için dârülharp kavramını "islam açısından günahları ve 

eksik­leri olan yönetim" şeklinde tanımlamak, Müslüman­ları fitne ve fesada sürüklemek ve bu fikri savunanları dünyanın önünde rezil etmekten başka bir işe yaramaz.


Eğer bugün bir dârülharp tanımı yapacaksak şu iki noktanın kaçınılmazlığını unutmayacağız:


1. İnkâr, yani İslam'ın inkâr edilmesi: Al­lah'ın, Kur'an'ın ve Peygamberin reddi,


2. İslam değerlerine ve Müslümanlara karşı savaş, baskı ve zulüm uygulanması.

Başkalarına dayatılmayan inkâr ve hükümlerin uy­gulanmaması, rahmetli Elbânî'nin tabiriyle bir "küfr-i inkârî" yaratmayıp sadece "küfr-i amelî" olarak kalıyorsa, genişliği ve sayısı ne olursa olsun, ülkenin dârülharp ilan edilmesi için yeterli değildir. 

Şafiîlere göre, dârülislam haline gelmiş bir ülke daha sonra istila edilse ve bu istila altında uzun yıl­lar da kalsa artık dârülharp olarak anılamaz.


Türkiye söz konusu olduğunda ise dârülharp için söz konusu edilen noktaların hiçbiri yoktur. 


Dârülharbin saptanmasında yönetim ve egemenliğin kimlerin elinde bulunduğuna bakmak ilk adımdır. 

Böyle baktığınızda yönetimin eksikleri ve günahlarının olması, hüküm vermek için yetmez. 

Yönetimin küfür, hatta - Hanefî fakîhlerine - göre, şirk üzere olması gerekir, (bk. Serahsî; el-Mebsût, 10/114). 

Hanefî fıkhının temel kayna­ğı sayılan 

el-Mebsût'ta, Serahsî (ölm. 483/1090) şunu söy­lüyor: 

İmamı Âzam'a göre, Müslüman yurdunun darülharbe dönüşmesi için şu üç şartın varlığı kaçınılmazdır: 


1. Müslümanların yurtlarına bitişik bir Müslüman yurdu bulunmamak, 


2. Kendi imanına uygun olarak iman eden bir tek Müslüman ve kendi imanına göre iman eden bir tek Ehlikitap kalmamak, 


3. Ülkede şirk ah­kâmı geçerli olmak." (Serahsî; el-Mebsût, anılan yer.)


Türkiye'de yönetim Allah'ı, Kur'an'ı ve Peygamber'i inkâr edenlerin elinde değildir. 


İslam açısından ihmal­lere gelince, bu ihmallerin olmadığı bir yönetim Hz. Peygamber'den sonra hiçbir İslam ülkesine nasip olma­mıştır ve olmayacaktır. 


Bu böyle olduğundandır ki ;

İs­lam'ı siyaset aracı yapanlar dârülharp sömürü­sünde başarılı olmak için önce devleti, yöneti­mi, sonra da hesaplarına uymayan Müslüman­ çları kâfir-zındık ilan etmekte, böylece yapay bir dârülharp yaratarak sergileyecekleri kin ve şiddet siyasetine dayanak hazırlamaktadırlar.


Öte yandan ittifak noktalarından biri olarak şunu da görüyoruz: 


Bir ülkenin dârülharplığı ile dârülislamlığına hükmetmede tartışma çıksa, yani ülke, dârülislam olmaya ilişkin özelliklerle dârülharp sayılmaya ilişkin özel­likleri aynı anda taşıyor olsa hüküm, dârülis­lam kabul etme yönünde olacaktır. 


Bunun maslahata (kamu yararına) ve ihtiyata daha uygun olduğu düşünülmüştür.


Biz, öncelikle şunu bilmeliyiz: 


BU DARULHARB ve DARULİSLAM DEYİMLERİNİN HİÇBİRİ KUR’AN VE HADİSLERDE YER ALMAZ. 


Bunun tar­tışmasız sonucu şudur: 


Bu deyimler siyasal-yönetsel deyimlerdir; dolayısıyla devirden devire, coğrafyadan coğrafyaya, şartların değişmesine göre değişir. 

Zaten İslam hukukçularının bu 

kavram­larla ilgili meselelerin büyük çoğunluğunda ittifak ede­mediklerini görüyoruz..

Kavramın, siyasal istismara son derece müsait ol­duğunu da düşünürsek, günümüz dünyasında her­hangi bir Müslüman ülkeyi, fıkıhtaki içtihat farklarından yararlanarak dârülharp göster­mek hiç de zor değildir. 

Ve İslamı siyaset ve şiddet aracı yapanların yolu-yöntemi de budur.


Bu yöntemin uygulandığı ülkelerden biri de Türki­ye'dir. 


Bu neden yapılmaktadır? 


Cevap, dârülharp olan bir toprakta İslam hükümlerinden rahat­lıkla kaçma imkânının bulunduğunu bilmekte yatıyor. 

Bir ülkeyi dârülharp ilan ederseniz, ceza huhukukundan ibadetlere kadar, tüm alan­larda dinsel yükümlülük kalkmaktadır. 


Türki­ye'ye bakalım : 

Yüz bin civarında caminin ibadete açık olduğu ve devletin din işleri için yüzlerce trilyon harca­dığı bir ülkeyi dârülharp ilan ettiğinizde ;

- faiz yemekten zina yapmaya, 

- Cuma namazı kılmamaktan cinayet iş­lemeye kadar 

- her fiil ve davranışınız yaptırım dışı 

ka­lacaktır. 


Bu olgu, din üzerinden siyaset yapanlara sınır­sız bir imkân ve rahatlık getirmektedir. 

Onlar, dârül­ harp teranesiyle bir yandan istediklerini din dışı ilan edip devlete ve ülkeye karşı mücade­leyi meşrulaştırırken öte yandan adına konuştukları dinin tüm hükümlerinden sıyrılmak gibi bir şansa sahip oluyorlar...


Bütün bunlardan sonra da kendilerini dârülislam için mücadele eden cihat erleri olarak tanıtarak Müslü­manlar nezdinde seçkinlik kazanma gayreti içine gire­biliyorlar.


Oysaki dârülharp kavramıyla ilgili meselelerin ço­ğunda tartışan klasik fıkıhçıların çok az yakaladıkları ittifak noktalarından biri şudur: 

Dârülharp olan bir toprak, Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve üzerinde İslam hükümlerinin uygulanma­sıyla dârülislam haline gelir.


Kur'an ve sünnet dışı olmakla birlikte, eski Müslü­man toplumların siyasal ve yönetsel şartların itişiyle kullandıkları dârülharp kavramını, Türkiye'yi tahrip etme misyonlarının zaferi için istismar eden 

zihniyetle­rin, iddia, inat ve ithamları dışında hiçbir bilimsel ve aklî dayanakları yoktur. 


Onlarla ilgili olarak söylemek istediklerimizi, Ahmet Yüksel Özemre'nin dârülharp kavramını açıklayan sayfalarından birkaç satırla veri­yoruz:


"Türkiye'yi dârülharp ilan edip Cuma na­mazı kılmayan, Kur'an'ın faizle ilgili haramlaştırıcı ayetlerine rağmen apaçık faizle iş gö­ren ve Müslümanlığı da kimseye bırakmayan bazı cemaatler var ki onlara Allah hidayet et­sin, cehalet ve sapıklıklarından bir an önce id­rake gelsinler derim. 

Türkiye asla bir dârül­harp değildir. Camiler açıktır. Kimsenin ibade­tine kanunî bir engel yoktur. 

Cuma namazını engelleyen de yoktur. 

Türkiye'yi bir dârülharp olarak görmek aklın, temkinin, temyizin, adaletin işi değil, olsa olsa bazı kayıtlardan 

kur­tulmak için nefs-i emmâre’nin (sürekli kötülüğü emreden insan egosu) telkin ettiği kuruntu­nun bir sapıklığıdır, o kadar!.."


"Fransa'yı veya Türkiye'yi dârülharp ilan edenler ya Kur'an ve sünneti dikkate alamayacak kadar cehalet içinde bulunmaktadırlar, ya da düpedüz vehimlerinin esiridirler. 

Yahut da bunu, Cuma namazından kurtulmak, rahat ra­hat % 130 faiz almak, dinî yaptırımlardan 

kur­tulmak için bahane etmektedirler." 

(Özemre, İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 11184-185)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder