EL KESME (Sh. 192-197)
El kesme diye bilinen ceza, Kur'an'ın mülkiyet hakkına tecavüz için öngördüğü cezadır.
Mülkiyet hakkı insanın temel haklarından biridir.
İslam fukahasının ortak kabullerine göre, dinin korumayı amaçladığı temel haklar beş tanedir.
Makâsıd-ı hamse (dinin beş amaç değeri) denen bu hakların biri de malı muhafaza yani mülkiyeti ve mülkiyet hakkını korumaktır.
Bu temel insan hakkı, ihlali söz konusu olduğunda elbette ki maddî yaptırımı gerekli kılar.
Hemen tüm hukuk sistemlerinde bu yaptırım, ağır yaptırımlardan biri olarak yer alır.
Kur'an'ın anlayışında da böyledir.
Bu konuyu düzenleyen ayet şöyle diyor:
“Hırsızlık yapan erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kat' edin! Allah Azizdir, Hakimdir. Kim, zulmünden sonra tövbe eder, halini düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok affedici, çok merhametlidir."
(Mâide, 38-39)
Bu ayetten çıkarılacak hükümler şunlardır:
1. Hırsızlık edenin cinsiyetine bakılmadan elleri kat' edilecek yani "kesilecek"tir,
2. Suçunun ardından tövbe edip durumunu düzeltme kararı verenlerin elleri kat' edilmeyecektir, gerekli görülürse bunlar bağışlanacaktır.
İslam adına asırlardır tartışılan konuların önemlilerinden biri olarak dikkat çeken bu beyyinede omurga nokta "ellerin kat' edilmesi" olmuştur.
Nedir ellerin kat' edilmesi?
Kanı ve şiddeti pek seven gelenekçi yaklaşım bu ifadeden tek şey anlar:
Hırsızlık edenin elini kesip atmak...
Bu anlayışla, 20. yüzyılın sonunda sefalet ve adaletsizliğin kol gezdiği M o g a d i ş u kentinde aç kaldığı için simit çalan bir delikanlının elini sokak ortasında kesip atar.
Ve böylece zulüm işlemekle kalmaz, MÜSLÜMANLARI VE İSLAMI DÜNYANIN ÖNÜNDE REZİL EDER.
Kur'an'ın istediği bu mudur?
Mülkiyet böyle mi korunur?
O zavallı çocuğu aç bırakan düzenin esas hırsızlarını kim cezalandıracaktır?
Allah o çocuğun
cezalandırılmasını mı istemektedir, yoksa onu aç bırakan esas hırsızların mı?
Geleneksel tabuculuk bunlara cevap aramakla uğraşmaz;
O, FOSİLLEŞMİŞ FIKIH KİTAPLARINDA yazılı kuralı bulur ve uygular.
Onun için din ve dindarlık budur...
BİD'ATLAR, HURAFELER
* Ayetteki esneklik alanını görmezlikten gelmek:
Elin kat'ına ne anlam verirsek verelim, bir kere, ayetin kamu otoritesine tanıdığı esneme imkânını ortaya koymak zorundayız.
O imkân şudur:
Mülkiyete tecavüzü söz konusu olan kişi veya kişilere uygulanacak yaptırımda kanun koyucu, affetmekle eli kat' etmek arasında serbest bırakılmıştır.
Şartlara göre, bu iki uç arasında kalacak imkânlardan birini kullanabilir.
Amaç, hırsızlığın serbestleşmesine engel olmaktır.
Bu engel olmanın aracını, zamana, zemine, şartlara göre kamu otoritesi, kanun koyucu belirleyecektir.
Engel olma; azarlamaktan hapis cezasına, dövmekten, çalışarak tazmine kadar bir çok yaptırım içerir...
Öyle durumlar olur ki, hırsız trilyonlar götürmüş, toplumun kanını emmiştir.
Onun cezası en üst düzeyden elin kat'ı ile verilir.
Ama öyle durumlar olur ki hırsız karnını doyurmak için çalmıştır; yakalanır, ağlar, inler, halini arz eder, pişmanlığını bildirir; kulağını çeker serbest bırakırsınız.
Nitekim Hz. Ömer'in kıtlık ve açlık yıllarındaki hırsızlık olaylarında böyle davrandığı bilinmektedir.
Ömer, daha da ileri giderek bir olayda, Kur'an'ın esas hikmetini yakalayan şu müthiş tavrı sergilemiştir:
Aç kaldığı için çalan işçileri serbest bırakmakla kalmamış, çalınanın tutarını, onları aç bırakan işverene ödetmiş, hatta ondan bir miktar da para alarak açlık yüzünden çalan adamlara vermiştir.
Ayetteki elin kat'ı için "kesme"yi esas alırsak ne olur?
Orada da ayrı bir esneklik alanıyla karşılaşıyoruz.
O esneklik alanını kullanmaz isek, ikinci bir saptırmaya gideriz ki o da şudur:
* Elin kat'ını, eli tamamen kesip atmak olarak dondurmak:
Elin kat'ı, eli kesip atmakla hırsızın elini hırsızlıktan uzak tutacak tedbirleri almak arasında bir esneklik alanı arz etmektedir.
Kanun koyucu veya kamu otoritesi bu alan içindeki imkânlardan birini kullanmakta serbesttir.
Bu bizim teklifimiz veya zorlama bir yorumumuz değildir; fıkıh ve tefsir mirasının içinde asırlardır yer tutmuş bir İslam gerçeğinin ifadesidir.
Şimdi şu üç tesbiti birlikte izleyelim:
A-) Kur'an ilimlerinde otorite sayılanlardan biri olan Süyûtî (ölm. 911/1505), üzerinde olduğumuz Mâide 38. ayet için şöyle diyor:
"Yed (el) sözcüğü bu organın;
1. Bileğe kadar olan kısmını,
2. Dirseğe kadar olan kısmını,
3. Omuza kadar olan kısmını aynı anda ifade ettiği gibi, kat' (kesmek) sözcüğü de
1. Kesip atmayı,
2. Yaralayıp kan akıtmayı aynı anda ifade eder.
Bunlardan hangisinin esas olduğu açık değildir." (Süyûtî; el-İtkan, 2/55)
Anlaşılan o ki bu ayetle, kamu yönetiminin önünde açılmış bir esneklik alanı söz konusudur.
Kanun koyucu bu alanda, hırsızlık suçundan caydıracak çok değişik yaptırımları yasalaştırabilir.
Mâide 38, bir tek norm vermiyor, belirlenecek normlar için olmazsa olmaz sınırları gösteriyor.
B-) Ayetteki elin kat'ı deyimi, "çok anlamlı" bir deyimdir.
Yani tefsir ve tahsise (muhtemel hükümlerden birine özgülemek) açıktır.
Başka bir ifadeyle bu ayet, taşıdığı bu deyim yüzünden müfesser (yorumlanası) bir ayettir.
Ve Kur'an, ayete bu niteliği veren deyimi Yûsuf Suresi'nde, hem de iki kez yorumlamıştır.
Başka bir deyişle Yûsuf Suresi'nde, Mâide 38 müfesser ayetinin müfessiri (yorumlayıcı ayeti) olan iki ayet vardır:
31 ve 50. ayetler.
Bu ayetlerin ikisinde de elin kat'ı tâbiri kullanılmaktadır.
Ne için?
M ı s ı r kralının karısı tarafından verilen şölende, meyva yerken dalgınlıkla ellerini kesen kadınların bu " k e s m e " eylemlerini anlatmak için...
O kadınların ellerinin kesilip atılmadığında, hatta parmaklarının kesilip atılmadığında kuşku yok.
Onlar ellerini kestiler, yani ellerinin bir yerlerini kesip kanattılar.
Kur'an'ın bu müfessir ayetlerine dayanarak ve hiçbir sıkıntıya düşmek zorunda kalmayarak diyebiliriz ki ;
Mâide 38'deki el kesmenin anlamı, hırsızın elinin bir şekilde kanatılıp hırsızlığına tanık olacak biçimde işaretlenmesidir.
Toplum içinde caydırıcılık bakımından bu cezalandırmanın en ideal yollardan biri olduğunu hukukla uğraşan herkes kabul eder.
Zaten cezanın amacı da caydırmaktır, sakat, özürlü hale getirmek değil...
Hem Kur'an'ın ruhuna, hem de teşriî mantığa uygun olan da budur.
Yerine konması her zaman ve bazan kolaylıkla mümkün olan bir çalıntı mal için, yerine konması asla mümkün olmayan insan organının kesilip atılmasını Kur'an'a ve teşriî mantığa yakıştırmak ; zorlamakla bile mümkün olmayacak kadar büyük bir SAPTIRMADIR.
C-) Ayetteki kat' sözcüğü; bir işten alıkoyma, uzak tutma, yaptığına son vermeanlamlarına da geliyor.
Nitekim sünnet bünyesinde bu
kullanıma bizzat Hz. Resul'de rastlıyoruz:
Hayber ganimetleri dağıtılırken kendisine verileni az bularak Hz. Peygamber'i edepsiz bir dille eleştiren ünlü şair Abbas b. Mirdâs es-Sülemî (halife Osman döneminde ölmüştür) için Resul: "إِقْطَعُوا عَنَّا لِسَانَهُ - Ikta'û 'anna lisâ- nehû: Şunun dilini bizden kesin!" buyurdu.
Bunun üzerine adama biraz daha verip ağzını kapadılar,
(bk. Cas- sâs; Ahkâmu'l-Kur'an, 2/608)
Demek oluyor ki, "kat'" sözcüğü, özellikle ceza alanında kullanıldığında, uzaklaştırmak, yaptığı işe son vermek anlamını taşıyabiliyor.
Ve o halde, elin kat'ı için, kamu otoritesi tarafından hırsızın hırsızlığına son vermek için, onu herhangi bir biçimde başka bir işle meşgul etmek yöntemi de uygulanabilir.
Buna, kanun koyucu karar verecektir.
Önemli olan bu imkânın kanun koyucuya verilmiş olmasıdır.
Son olarak şunu da ekleyelim:
Geleneksel fıkhın, Kur'an'dan onay alamayacak tesbitlerine
dayanarak, günümüz hukuk sistemlerinin hırsızlık suçuna verdikleri cezaları "İslam dışı, din dışı" ilan etmek bilimsel ve İslamî bir yol değildir.
O cezaların en azından pek çoğu, Kur' an'ın teşriî mantığına ve ruhuna uygunluk bakımından geleneksel fıkıhtan çok daha tutarlı, çok daha takdire layıktır.
Kur'an'ın muamelatla (hukuk alanıyla) ilgili hükümlerini örfî fıkhın penceresinden değil de, saf hukuk mantığı, dinin makasıd hükümleri ve insan hakları açısından değerlendirme noktasına gelenler bunun böyle olduğunu anlamakta gecikmezler.
***********
EMR BİL MÂRUF
(Örfleşmiş Olanı Anlatmak)
(Sh. 198-203)
Bu deyimde yer alan “emr”, söylemek, anlatmak anlamında İbrânîce bir köktür.
“Buyurmak" anlamı bu köke SONRADAN eklenmiştir.
Arap lügatleri bu gerçekten hiç söz etmeden, “emr”i sadece "buyurmak" anlamıyla verirler.
Böyle olunca da “emr”in her geçtiği yerde baskı, yaptırım ve zorlama akla gelir.
Oysaki işin esası, “emr”in söyleyip duyurmak anlamıdır.
Kur'an, “emr”i, kavl (söz) anlamında da kullanarak bu gerçeğe dikkat çekmiştir,(bk. Yâsîn, 82 ve Nahl, 40)
Kur'an'da, özellikle insan hakları, aile hayatı (evlenme, boşanma, nafaka vs.) ile ilgili ayetler sık sık “mâruf” ile iş görmeyi emreden ifadeler taşımaktadır.
Mâruf, örf kökünden gelen bir kelimedir. "Ö r f l e ş miş, örf olarak benimsenmiş söz, işlem ve ka b u l " demektir.
İbadet ve iman hayatı dışındaki konularda kural koyarken kaçınılmaz biçimde dikkate almamız gereken "maslahat" (kamu ihtiyaç ve yararı), örf dikkate alınmadığında anlam ifade etmekten çıkar.
Kamusal-hukuksal alanda vahyin köşetaşı niteliğindeki temel ilkeleri korunmak şartıyla, günlük hayatın muamelat denen faaliyetlerinin hemen tümü maslahata göre çözülecektir.
Kur'an'ın muamelat ile ilgili kuralları daha çok, örnekleme ve ufuk açma türündendir.
Fıkhın ukûbat (suçlar ve cezalar) kısmındaki suç ve cezaların büyük çoğunluğu, ayet ve hadislere değil, devlet reisinin ta'zîr denen belirlemelerine dayanmaktadır.
Yani örf kaynaklıdır.
Osmanlı hukukunun TAMAMINA YAKINI bu türden bir hukuktur.
Yani şerîatten çok, PADİŞAHIN iradesinden kaynaklanan örfî bir hukuktur.
Din hiçbir yönetimde, o arada Osmanlı yönetiminde, SİYASETİN, YANİ YÖNETİCİ İRADENİN üstüne çıkarılmamıştır.
Bazıları bunun böyle olduğunu açıkça söyler, bazıları söylemez; bazıları da lafı sağa-sola eğip bükerek söyler...
Örfün hukuk kaynağı olması normaldir, ama örfî kabullerden hareketle vücut verilen normlar, dinin temel ilkelerini saf dışı edecek bir konuma getirilmemelidir.
Ne yazık ki, örneğin ta'zîr suçlarında bu yapılmış ve yönetimler, ta'zîr kurum ve kavramını bir tür zulüm ve despotizm aracı olarak kullanmışlardır.
Osmanlı düzenindeki SİYASETEN KATL bunun en kahırlı örneklerini önümüze koymuştur.
Bu zulüm ve dehşet yaratıcı SİYASAL SAPTIRMALARI bir kenara bırakırsak, muamelat alanının çok değişken çehresi her gün, maslahat dikkate alınarak örfleşmiş kabullere göre norma bağlanacaktır.
Kur'an, örfü bir hukuk kaynağı olarak benimsemektedir.
“Örf ile emret!" (Araf, 199) ayeti bu konuda temel ilkedir.
Ancak şunu da unutamayız:
Kur'an ;
- 51 ayetle doğrudan,
- 100'ü aşkın ayetle de
dolaylı olarak,
- atalar örfünü dinleştirmeyi,
- dokunulmaz ilan etmeyi
- putperestliğin bir uzantısı
olarak göstermektedir.
Acaba bir çelişme mi söz konusudur?
Çelişme yoksa çözüm nedir?
Bizce, çelişme yoktur.
Kur'an'ın istediği ve söylediği şudur:
- Örfü bir hukuk kaynağı olarak alabilirsiniz, almalısınız.
- Ama örfü dinleştiremezsiniz.
- İbadet ve iman alanına sokamazsınız.
- Muamelat alanında da zaman üstü kılamazsınız.
- Örf sürekli değişir,
- çünkü maslahat ve muamelat sürekli değişir.
- Ama esas anlamıyla din (ibadet, iman ve bir de muamelatın “makâsıd” yani temel amaçlar kısmı) asla değişmez.
- O alan, Yaratıcı tarafından tüm zamanlara hitap edecek bir biçimde yapılandırılmıştır.
Kur'an'ın istediği şudur:
Örfü iman, ibadet ve makasıd (temel amaçlar) alanına sokmayın, hukuk (maslahat-muamelat) alanında da ebedî kılmaya kalkmayın.
BİD'ATLAR, HURAFELER
* Örfün zaman-mekân üstü ilan edilip dokunulmaz kılınması:
Örfü dokunulmaz-değizmez kılmak, "Mübarek ecdadımız, selef-i sâlihîn böyle buyurmuştur, aksi olmaz" teranesiyle hayatın ve insanın yolunu tıkamak Kur'an'ın ruhuna terstir; şirk belirişidir.
Vahyin ve bilimin verileri dışındaki tüm kabuller değişkendir; zamana-zemine göre yeniden gözden
geçirilmelidir.
Peygamberimizin uygulamalarının büyük kısmı da örf cümlesindendir. Yani onların da tümü değişmez değildir.
Aksini savunmak, Allah ile peygamber arasında, yani tanrısal ile beşerî arasında fark görmemek olur.
Kur'an böyle bir anlayışı, dinin ruhu olan tevhide zıt görür.
Örfün yöreselliğini de unutmamalıyız.
Örf, ortak değer kabul edildiği zeminde hüküm ifade eder.
Eğer ortak-evrensel insanlık örfleri söz konusu ise, bu elbette ki herkesi bağlayacaktır.
Örneğin "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi" bu türden bir örf belgesidir.
Bu belge tüm insan toplumlarını bağlar.
Günümüzde, din üzerinden siyaset yapmayı bir tür cihad olarak algılayanların din bahsinde en büyük yanılgıları budur.
Onlar din mirası içindeki kabullerle dini eşitleyerek geçmiş zamanın ve eski toplumların hayat standartlarını "şeriat" haline getiriyorlar.
Bunun sonucu, gerçek din ile beşerî kabullerin birbirine karışması ve bu kabullere yöneltilen ithamlardan dinin zarar görmesi oluyor.
Bunun günahı, dini temsilde çıkarlarını ve egolarını işe katan ÖRFPEREST POLİTİKACILARININDIR.
Günümüzde dine en büyük zararı işte bu politikacılar vermektedir, kanısındayız.
* Mâruf ile emretmenin sadece yerel örflerle emretmek şeklinde değerlendirilmesi:
Mâruf ile emretme, çok az konuda yerel örfle iş yapmak olabilir. Evrensel bir din olan İslam'ın örf anlayışı, onun çapına uygun olarak elbette ki evrensel örflere yollamayı öncelikli kılar.
Bunun bir anlamı da şudur:
İslam, hiç kimseye kendi toplumunun örfünü din veya hukuk yapma yetkisi vermez.
Bu gerçek göz ardı edildiği içindir ki bugünkü İslam dünyası, Arap örflerinin egemenliğine girmiş ve birçok konuda Arap örfüyle din eşitlenir olmuştur.
Günümüzde sürekli ortaya sürülen ve kutsallığı ilan edilen "şeriat", Kur'an'ın evrensel ilkelerinden çok, yüzyıllar içinde oluşmuş Arap örf ve yorumlarının bir toplamıdır.
Bugün insanlık camiasının ortak-evrensel kabulü haline gelen değerler, yani öncelikle mâruflaşan değerler insan hakları ile ile ilgili kabullerdir.
İnsan hakları her devirde ve her yerde peygamberlerin getirdiği mesajın temel hedeflerinin ifadesidir.
Vahyin insan hayatına sokmak istediği en hayatî değerler insan hakları başlığı altında toplanabilecek değerlerdir.
Kur'an'ın özü ve amacı da budur.
Hz. Peygamber, insan haklarının tüm zamanların ve mekânların temel amacı olduğunu gösteren muhteşem sözlerinden birini, İslam öncesi devirde üyesi olduğu ünlü "Hilfu'l-Fudûl" (ERDEMLİLER PAKTI) derneği ile ilgili bir soruyu yanıtlarken söylemiştir.
Mazlumları-ezilenleri korumayı amaç edinen bir grup insanın oluşturduğu Hilfu'l-Fudûl'a neden katıldığı sorulduğunda şöyle diyor: "Böyle bir derneğe İslam devrinde de çağrılsam katılırdım. Böyle bir şeyi en değerli nimetlere bile değişmem." (İbn Han- beFden naklen İbn Kesîr)
Günümüz dünyasında mâruf kavramının ifadesi sayılabilecek çok önemli belgeler-bildirgeler oluşturulmuştur.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bunların başında gelmektedir.
Ne ilginçtir ki, bu evrensel mâruflar belgesinin altında İslam ülkelerinin sadece bir tanesinin imzası vardır: Türkiye...
Bu nokta bizce, Türkiye'nin gerçek İslam açısından taşıdığı anlamı, önemi ve işgal ettiği yeri göstermede altı birkaç kez çizilecek önemdedir.
* Ortak insanlık değerlerine ters düşmeyi din sanmak:
Mâruf, öncelikle ortak insanlık kabulleri olunca, hiçbir Müslüman'ın, insanlık toplumundan kopmaya, insanlığın ortak kabullerine aykırılığı din gibi algılamaya hakkı yoktur.
Örneğin, hiç kimse insan haklarının gereksizliğini, kadın haklarının Batı'nın bir uydurması olduğunu, Ortadoğu despotizmlerinin iyi bir yönetim şekli olabileceğini İslam adına ileri süremez.
Aynen bunun gibi, hiçbir Müslüman yönetim, ortak insanlık değerlerinin (örneğin insan haklarının) ihlalini bir "iç mesele" sayarak insanlık toplumunun bu konudaki müdahalelerine karşı çıkamaz.
Çünkü bugünkü dünyada, insan hakları konusu, ülkelerin bir iç hukuk sorunu olmaktan çıkmış, büyük insanlık toplumunun gözetim ve denetimine açık bir konu haline gelmiştir.
“Mâruf’uemr” ilkesi de bunu gerektirmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder