30 Ekim 2024

16 - İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?

EL KESME (Sh.  192-197)

El kesme diye bilinen ceza, Kur'an'ın mülkiyet hak­kına tecavüz için öngördüğü cezadır. 

Mülkiyet hakkı insanın temel haklarından biridir. 

İslam fukahasının ortak kabullerine göre, dinin korumayı amaçla­dığı temel haklar beş tanedir. 

Makâsıd-ı hamse (dinin beş amaç değeri) denen bu hakların biri de malı muhafaza yani mülkiyeti ve mülkiyet hakkını korumak­tır. 

Bu temel insan hakkı, ihlali söz konusu olduğunda el­bette ki maddî yaptırımı gerekli kılar. 

Hemen tüm hu­kuk sistemlerinde bu yaptırım, ağır yaptırımlardan biri olarak yer alır. 

Kur'an'ın anlayışında da böyledir.


Bu konuyu düzenleyen ayet şöyle diyor: 


“Hırsızlık yapan erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kat' edin! Al­lah Azizdir, Hakimdir. Kim, zulmünden sonra tövbe eder, halini düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok affedici, çok merhametlidir." 

(Mâide, 38-39)


Bu ayetten çıkarılacak hükümler şunlardır: 

1. Hır­sızlık edenin cinsiyetine bakılmadan elleri kat' edilecek yani "kesilecek"tir, 

2. Suçunun ardından tövbe edip durumunu düzeltme kararı verenlerin elleri kat' edilmeye­cektir, gerekli görülürse bunlar bağışlanacaktır.


İslam adına asırlardır tartışılan konuların önemli­lerinden biri olarak dikkat çeken bu beyyinede omurga nokta "ellerin kat' edilmesi" olmuştur. 


Nedir elle­rin kat' edilmesi?


Kanı ve şiddeti pek seven gelenekçi yaklaşım bu ifa­deden tek şey anlar: 


Hırsızlık edenin elini kesip at­mak... 


Bu anlayışla, 20. yüzyılın sonunda sefalet ve ada­letsizliğin kol gezdiği M o g a d i ş u kentinde aç kaldığı için simit çalan bir delikanlının elini sokak ortasında kesip atar. 


Ve böylece zulüm işlemekle kalmaz, MÜSLÜMANLARI VE İSLAMI DÜNYANIN ÖNÜNDE REZİL EDER.


Kur'an'ın istediği bu mudur? 


Mülkiyet böyle mi ko­runur? 

O zavallı çocuğu aç bırakan düzenin esas hırsız­larını kim cezalandıracaktır? 


Allah o çocuğun 

cezalan­dırılmasını mı istemektedir, yoksa onu aç bırakan esas hırsızların mı?


Geleneksel tabuculuk bunlara cevap aramakla uğ­raşmaz; 


O, FOSİLLEŞMİŞ FIKIH KİTAPLARINDA yazılı kuralı bulur ve uygular. 


Onun için din ve dindarlık budur...


BİD'ATLAR, HURAFELER


Ayetteki esneklik alanını görmezlikten gelmek:

Elin kat'ına ne anlam verirsek verelim, bir kere, ayetin kamu otoritesine tanıdığı esneme imkânını orta­ya koymak zorundayız. 


O imkân şudur: 

Mülkiyete te­cavüzü söz konusu olan kişi veya kişilere uygu­lanacak yaptırımda kanun koyucu, affetmekle eli kat' etmek arasında serbest bırakılmıştır. 


Şartlara göre, bu iki uç arasında kalacak imkânlardan birini kullanabilir. 

Amaç, hırsızlığın serbestleşmesine engel olmaktır. 

Bu engel olmanın aracını, zamana, zemine, şartlara göre kamu otoritesi, kanun koyucu belir­leyecektir. 


Engel olma; azarlamaktan hapis ceza­sına, dövmekten, çalışarak tazmine kadar bir­ çok yaptırım içerir...


Öyle durumlar olur ki, hırsız trilyonlar götürmüş, toplumun kanını emmiştir. 

Onun cezası en üst düzeyden elin kat'ı ile verilir. 

Ama öyle durumlar olur ki hırsız karnını doyurmak için çalmıştır; yakalanır, ağlar, inler, halini arz eder, pişmanlığını bildirir; kulağını çe­ker serbest bırakırsınız. 

Nitekim Hz. Ömer'in kıtlık ve açlık yıllarındaki hırsızlık olaylarında böyle davrandı­ğı bilinmektedir. 


Ömer, daha da ileri giderek bir olayda, Kur'an'ın esas hikmetini yakalayan şu müthiş tavrı sergilemiştir: 


Aç kaldığı için çalan işçileri serbest bırakmakla kalmamış, çalınanın tuta­rını, onları aç bırakan işverene ödetmiş, hatta ondan bir miktar da para alarak açlık yüzün­den çalan adamlara vermiştir.


Ayetteki elin kat'ı için "kesme"yi esas alırsak ne olur?


Orada da ayrı bir esneklik alanıyla karşılaşıyoruz. 

O esneklik alanını kullanmaz isek, ikinci bir saptır­maya gideriz ki o da şudur:

Elin kat'ını, eli tamamen kesip atmak olarak dondurmak:

Elin kat'ı, eli kesip atmakla hırsızın elini hırsızlık­tan uzak tutacak tedbirleri almak arasında bir esneklik alanı arz etmektedir. 

Kanun koyucu veya kamu otoritesi bu alan içindeki imkânlardan birini kullanmakta ser­besttir.


Bu bizim teklifimiz veya zorlama bir yorumumuz de­ğildir; fıkıh ve tefsir mirasının içinde asırlardır yer tutmuş bir İslam gerçeğinin ifadesidir.


Şimdi şu üç tesbiti birlikte izleyelim:

A-) Kur'an ilimlerinde otorite sayılanlardan biri olan Süyûtî (ölm. 911/1505), üzerinde olduğumuz Mâide 38. ayet için şöyle diyor:


"Yed (el) sözcüğü bu organın; 

1. Bileğe kadar olan kısmını, 

2. Dirseğe kadar olan kısmını, 

3. Omuza kadar olan kısmını aynı anda ifade et­tiği gibi, kat' (kesmek) sözcüğü de 

1. Kesip at­mayı, 

2. Yaralayıp kan akıtmayı aynı anda ifade eder. 


Bunlardan hangisinin esas olduğu açık değildir." (Süyûtî; el-İtkan, 2/55)


Anlaşılan o ki bu ayetle, kamu yönetiminin önünde açılmış bir esneklik alanı söz konusudur. 


Kanun koyucu bu alanda, hırsızlık suçundan caydıracak çok değişik yaptırımları yasalaştırabilir. 


Mâide 38, bir tek norm vermiyor, belirlenecek normlar için olmazsa olmaz sınırları gösteriyor.


B-) Ayetteki elin kat'ı deyimi, "çok anlamlı" bir deyimdir. 

Yani tefsir ve tahsise (muhtemel hükümlerden birine özgülemek) açıktır. 

Başka bir ifadeyle bu ayet, taşıdığı bu deyim yüzünden müfesser (yorumlanası) bir ayettir. 

Ve Kur'an, ayete bu niteli­ği veren deyimi Yûsuf Suresi'nde, hem de iki kez yo­rumlamıştır. 

Başka bir deyişle Yûsuf Suresi'nde, Mâide 38 müfesser ayetinin müfessiri (yorum­layıcı ayeti) olan iki ayet vardır: 

31 ve 50. ayet­ler.

Bu ayetlerin ikisinde de elin kat'ı tâbiri kullanıl­maktadır. 

Ne için? 

M ı s ı r kralının karısı tarafından verilen şölende, meyva yerken dalgınlıkla ellerini ke­sen kadınların bu " k e s m e " eylemlerini anlatmak için... 

O kadınların ellerinin kesilip atılmadığında, hatta parmaklarının kesilip atılmadığında kuşku yok. 

Onlar ellerini kestiler, yani ellerinin bir yerlerini kesip kanattılar.

Kur'an'ın bu müfessir ayetlerine dayanarak ve hiçbir sıkıntıya düşmek zorunda kalmayarak diyebiliriz ki ;

Mâide 38'deki el kesmenin anlamı, hırsızın elinin bir şekilde kanatılıp hırsızlığına tanık olacak biçimde işaretlenmesidir

Toplum içinde caydırıcılık bakımından bu cezalandırmanın en ideal yollardan biri olduğunu hukukla uğraşan herkes kabul eder. 


Zaten cezanın amacı da caydırmaktır, sakat, özürlü hale getirmek değil...


Hem Kur'an'ın ruhuna, hem de teşriî mantığa uygun olan da budur. 


Yerine konması her zaman ve bazan kolaylıkla mümkün olan bir çalıntı mal için, yerine konması asla mümkün olmayan insan organının kesilip atılmasını Kur'an'a ve teşriî mantığa yakıştırmak ; zorlamakla bile mümkün olmayacak kadar büyük bir SAPTIRMADIR. 


C-) Ayetteki kat' sözcüğü; bir işten alıkoyma, uzak tutma, yaptığına son vermeanlamlarına da geliyor. 

Nitekim sünnet bünyesinde bu 

kul­lanıma bizzat Hz. Resul'de rastlıyoruz:

Hayber ganimetleri dağıtılırken kendisine verileni az bularak Hz. Peygamber'i edepsiz bir dille eleştiren ünlü şair Abbas b. Mirdâs es-Sülemî (halife Osman döneminde ölmüştür) için Resul: "إِقْطَعُوا عَنَّا لِسَانَهُ - Ikta'û 'anna lisâ- nehû: Şunun dilini bizden kesin!" buyurdu. 

Bunun üzerine adama biraz daha verip ağzını kapadılar,

 (bk. Cas- sâs; Ahkâmu'l-Kur'an, 2/608)


Demek oluyor ki, "kat'" sözcüğü, özellikle ceza ala­nında kullanıldığında, uzaklaştırmak, yaptığı işe son vermek anlamını taşıyabiliyor. 

Ve o halde, elin kat'ı için, kamu otoritesi tarafından hırsızın hırsızlığına son vermek için, onu herhangi bir biçimde başka bir işle meşgul etmek yöntemi de uygulanabilir. 

Buna, kanun koyucu karar verecektir. 

Önemli olan bu imkânın ka­nun koyucuya verilmiş olmasıdır.


Son olarak şunu da ekleyelim: 


Geleneksel fıkhın, Kur'an'dan onay alamayacak tesbitlerine 

da­yanarak, günümüz hukuk sistemlerinin hırsız­lık suçuna verdikleri cezaları "İslam dışı, din dışı" ilan etmek bilimsel ve İslamî bir yol de­ğildir. 


O cezaların en azından pek çoğu, Kur'­ an'ın teşriî mantığına ve ruhuna uygunluk ba­kımından geleneksel fıkıhtan çok daha tutarlı, çok daha takdire layıktır.


Kur'an'ın muamelatla (hukuk alanıyla) ilgili hü­kümlerini örfî fıkhın penceresinden değil de, saf hu­kuk mantığı, dinin makasıd hükümleri ve in­san hakları açısından değerlendirme noktasına ge­lenler bunun böyle olduğunu anlamakta gecikmezler.

***********

EMR BİL MÂRUF 

(Örfleşmiş Olanı Anlatmak)

(Sh. 198-203)


Bu deyimde yer alan “emr”, söylemek, anlatmak an­lamında İbrânîce bir köktür. 

“Buyurmak" anlamı bu köke SONRADAN eklenmiştir. 

Arap lügatleri bu gerçekten hiç söz etmeden, “emr”i sadece "buyurmak" anlamıyla ve­rirler. 

Böyle olunca da “emr”in her geçtiği yerde baskı, yaptırım ve zorlama akla gelir. 

Oysaki işin esası, “emr”in söyleyip duyurmak anlamıdır. 

Kur'an, “emr”i, kavl (söz) anlamında da kullanarak bu gerçeğe dikkat çek­miştir,(bk. Yâsîn, 82 ve Nahl, 40)

Kur'an'da, özellikle insan hakları, aile hayatı (evlen­me, boşanma, nafaka vs.) ile ilgili ayetler sık sık “mâruf” ile iş görmeyi emreden ifadeler taşımaktadır.

Mâruf, örf kökünden gelen bir kelimedir. "Ö r f l e ş ­miş, örf olarak benimsenmiş söz, işlem ve ka­ b u l " demektir. 

İbadet ve iman hayatı dışındaki konularda kural koyarken kaçınılmaz biçimde dikkate al­mamız gereken "maslahat" (kamu ihtiyaç ve yararı), örf dikkate alınmadığında anlam ifade etmekten çıkar. 

Kamusal-hukuksal alanda vahyin köşetaşı niteliğin­deki temel ilkeleri korunmak şartıyla, günlük haya­tın muamelat denen faaliyetlerinin hemen tü­mü maslahata göre çözülecektir. 

Kur'an'ın mu­amelat ile ilgili kuralları daha çok, örnekleme ve ufuk açma türündendir. 

Fıkhın ukûbat (suç­lar ve cezalar) kısmındaki suç ve cezaların büyük çoğunluğu, ayet ve hadislere değil, devlet reisinin ta'zîr denen belirlemelerine dayan­maktadır. 

Yani örf kaynaklıdır.


Osmanlı hukukunun TAMAMINA YAKINI bu türden bir hukuktur. 


Yani şerîatten çok, PADİŞAHIN iradesinden kaynaklanan örfî bir hukuk­tur.


Din hiçbir yönetimde, o arada Osmanlı yönetiminde, SİYASETİN, YANİ YÖNETİCİ İRADENİN üstüne çıkarılmamıştır. 

Bazıları bunun böyle olduğunu açıkça söyler, bazıları söylemez; bazıları da lafı sağa-sola eğip bükerek söyler...

Örfün hukuk kaynağı olması normaldir, ama örfî kabullerden hareketle vücut verilen normlar, dinin te­mel ilkelerini saf dışı edecek bir konuma getirilmeme­lidir. 


Ne yazık ki, örneğin ta'zîr suçlarında bu yapıl­mış ve yönetimler, ta'zîr kurum ve kavramını bir tür zulüm ve despotizm aracı olarak kullanmışlardır. 

Os­manlı düzenindeki SİYASETEN KATL bunun en kahırlı örneklerini önümüze koymuştur.

Bu zulüm ve dehşet yaratıcı SİYASAL SAPTIRMALARI bir kenara bırakırsak, muamelat alanının çok değişken çehresi her gün, maslahat dikkate alınarak örfleşmiş kabullere göre norma bağlanacaktır.

Kur'an, örfü bir hukuk kaynağı olarak benimsemek­tedir. 

“Örf ile emret!" (Araf, 199) ayeti bu konuda te­mel ilkedir. 


Ancak şunu da unutamayız: 


Kur'an ; 

  • 51 ayet­le doğrudan, 
  • 100'ü aşkın ayetle de 

dolaylı olarak, 

  • atalar örfünü dinleştirmeyi,
  • dokunulmaz ilan etmeyi 
  • putperest­liğin bir uzantısı 

olarak göstermektedir.


Acaba bir çelişme mi söz konusudur? 

Çelişme yoksa çözüm nedir?


Bizce, çelişme yoktur. 

Kur'an'ın istediği ve söylediği şudur: 

  • Örfü bir hukuk kaynağı olarak alabilirsiniz, al­malısınız. 
  • Ama örfü dinleştiremezsiniz. 
  • İbadet ve iman alanına sokamazsınız. 
  • Muamelat alanında da zaman üstü kılamazsınız. 
  • Örf sürekli değişir, 
  • çünkü maslahat ve muamelat sürekli değişir. 
  • Ama esas anlamıyla din (ibadet, iman ve bir de muamelatın “makâsıd” yani temel amaçlar kısmı) asla değişmez. 
  • O alan, Yaratıcı tarafından tüm zamanlara hitap edecek bir biçimde yapılandırılmıştır.

Kur'an'ın istediği şudur: 

Örfü iman, ibadet ve makasıd (temel amaçlar) alanına sokmayın, hukuk (maslahat-muamelat) alanında da ebedî kılmaya kalkmayın.


BİD'ATLAR, HURAFELER


Örfün zaman-mekân üstü ilan edilip dokunulmaz kılınması:


Örfü dokunulmaz-değizmez kılmak, "Mübarek ec­dadımız, selef-i sâlihîn böyle buyurmuştur, ak­si olmaz" teranesiyle hayatın ve insanın yolunu tıka­mak Kur'an'ın ruhuna terstir; şirk belirişidir.


Vahyin ve bilimin verileri dışındaki tüm kabuller değişkendir; zamana-zemine göre yeniden gözden 

geçi­rilmelidir. 


Peygamberimizin uygulamalarının büyük kısmı da örf cümlesindendir. Yani onla­rın da tümü değişmez değildir. 


Aksini savunmak, Allah ile peygamber arasında, yani tanrısal ile beşerî arasında fark görmemek olur. 


Kur'an böyle bir anlayışı, dinin ruhu olan tevhide zıt görür.


Örfün yöreselliğini de unutmamalıyız. 

Örf, ortak değer kabul edildiği zeminde hüküm ifade eder. 

Eğer ortak-evrensel insanlık örfleri söz konusu ise, bu elbette ki herkesi bağlayacaktır. 

Örneğin "İnsan Hakları Ev­rensel Bildirgesi" bu türden bir örf belgesidir. 

Bu belge tüm insan toplumlarını bağlar.


Günümüzde, din üzerinden siyaset yapmayı bir tür cihad olarak algılayanların din bahsinde en büyük ya­nılgıları budur. 


Onlar din mirası içindeki kabullerle dini eşitleyerek geçmiş zamanın ve eski toplumların ha­yat standartlarını "şeriat" haline getiriyorlar. 

Bunun sonucu, gerçek din ile beşerî kabullerin birbirine karış­ması ve bu kabullere yöneltilen ithamlardan dinin zarar görmesi oluyor.


Bunun günahı, dini temsilde çıkarlarını ve egolarını işe katan ÖRFPEREST POLİTİKACILARININDIR. 


Günümüzde dine en büyük zararı işte bu politikacılar vermektedir, kanı­sındayız.


Mâruf ile emretmenin sadece yerel örflerle emretmek şeklinde değerlendirilmesi:


Mâruf ile emretme, çok az konuda yerel örfle iş yap­mak olabilir. Evrensel bir din olan İslam'ın örf anlayı­şı, onun çapına uygun olarak elbette ki evrensel örflere yollamayı öncelikli kılar.

Bunun bir anlamı da şudur: 

İslam, hiç kimseye kendi toplumunun örfünü din veya hukuk yapma yetkisi vermez. 


Bu gerçek göz ardı edildiği içindir ki bugünkü İslam dünyası, Arap örflerinin egemenliğine girmiş ve birçok konuda Arap örfüyle din eşitlenir olmuştur.


Günümüzde sürekli ortaya sürülen ve kutsallığı ilan edilen "şeriat", Kur'an'ın evrensel ilkelerinden çok, yüzyıllar içinde oluşmuş Arap örf ve yorumlarının bir toplamıdır.

Bugün insanlık camiasının ortak-evrensel kabulü haline gelen değerler, yani öncelikle mâruflaşan değer­ler insan hakları ile ile ilgili kabullerdir.

İnsan hakları her devirde ve her yerde peygamberle­rin getirdiği mesajın temel hedeflerinin ifadesidir. 

Vahyin insan hayatına sokmak istediği en ha­yatî değerler insan hakları başlığı altında top­lanabilecek değerlerdir. 


Kur'an'ın özü ve amacı da budur. 


Hz. Peygamber, insan haklarının tüm zamanla­rın ve mekânların temel amacı olduğunu gösteren muh­teşem sözlerinden birini, İslam öncesi devirde üyesi ol­duğu ünlü "Hilfu'l-Fudûl" (ERDEMLİLER PAKTI) der­neği ile ilgili bir soruyu yanıtlarken söylemiştir. 


Mazlumları-ezilenleri korumayı amaç edinen bir grup insa­nın oluşturduğu Hilfu'l-Fudûl'a neden katıldığı sorul­duğunda şöyle diyor: "Böyle bir derneğe İslam dev­rinde de çağrılsam katılırdım. Böyle bir şeyi en değerli nimetlere bile değişmem." (İbn Han- beFden naklen İbn Kesîr)


Günümüz dünyasında mâruf kavramının ifadesi sa­yılabilecek çok önemli belgeler-bildirgeler oluşturul­muştur. 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bunla­rın başında gelmektedir. 


Ne ilginçtir ki, bu evrensel mâruflar belgesinin altında İslam ülkelerinin sadece bir tanesinin imzası vardır: Türkiye... 


Bu nokta bizce, Tür­kiye'nin gerçek İslam açısından taşıdığı anlamı, önemi ve işgal ettiği yeri göstermede altı birkaç kez çizilecek önemdedir.


Ortak insanlık değerlerine ters düşmeyi din sanmak:


Mâruf, öncelikle ortak insanlık kabulleri olunca, hiçbir Müslüman'ın, insanlık toplumundan kopmaya, insanlığın ortak kabullerine aykırılığı din gibi algıla­maya hakkı yoktur. 


Örneğin, hiç kimse insan haklarının gereksizliğini, kadın haklarının Batı'nın bir uy­durması olduğunu, Ortadoğu despotizmlerinin iyi bir yönetim şekli olabileceğini İslam adına ileri süremez.


Aynen bunun gibi, hiçbir Müslüman yönetim, ortak insanlık değerlerinin (örneğin insan haklarının) ihlalini bir "iç mesele" sayarak insanlık toplumunun bu konudaki müdahalele­rine karşı çıkamaz. 


Çünkü bugünkü dünyada, insan hakları konusu, ülkelerin bir iç hukuk sorunu olmaktan çıkmış, büyük insanlık top­lumunun gözetim ve denetimine açık bir konu haline gelmiştir.


“Mâruf’uemr” ilkesi de bunu gerektirmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder