05- İSLÂM NASIL YOZLAŞTIRILDI?
**********
Yaşar Nûri Öztürk’ün aynı isimli kitâbından, sırasıyla yaptığım paylaşımlarımın 5.cisidir.
********
BİD'AT
VAHYİN DİLİYLE BİD'AT
Bid'at kelimesinin kökü olan "bed' bir nesneyi yeniden peyda eylemek manasınadır." (Âsim Efendi; Kamus Tercümesi, B.D. Ayn maddesi). Kökün, Arapça'daki if’âl kalıbına aktarılmasıyla vücut bulan ibda' yine Kamus Müterciminin ifadesiyle "örneği ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, üretmek demektir."
Güzel sanatlardaki özgün üretimlere, özellikle şiir üretimine işte bunun içindir ki ibda' etmek denmiştir.
Güzel sanatlara bedi'iyyât denmesi de bundandır.
Eskiden güzel sanatlar eğitiminin yapıldığı kuruma Dârul Bedai' (güzel sanatlar okulu veya akademisi) denirdi.
Bed' kökünün ifti'al kalıbına aktarılmasıyla elde edilen ibtida' sözcüğü de yeni bir şey vücuda getirmek anlamında kullanılmakla birlikte daha çok, hoşa gitmeyen şeylerin ortaya çıkarılmasını ifade eder.
Kur'an, ibtida' sözcüğünü bu anlamda Hadîd Suresi 27. ayette kullanmıştır.
Yeniden vücuda getirmenin olumsuz yönlerini ifade için bid' sözcüğü de kullanılmaktadır. Türkçemizdeki " t ü r e d i " sözcüğü bunun tam karşılığıdır.
Biraz daha ağır konuşursak bid' kelimesini "zıp çıktı" diye de tercüme edebiliriz.
Kur'an, bid'at kökünden sözcükleri dört yerde kullanmıştır.
Bunların ikisi olumlu değer ifadesi için, diğer ikisi ise istenmeyen değerlerin ifadesi içindir.
Olumlu kullanım, el-bida' kökünden gelen ve Allah'ın sıfatlarından biri olan el-Bedî' sözcüğüdür ki, biri Bakara 117, ötekisi En'am 101. ayettedir.
Ve ikisinde de el-Bedî' kelimesi Allah'ı tanımlamak için şu tamlamada kullanılmaktadır :
"Yerlerin ve göklerin Bedî'i O'dur."
Bir sıfat olarak Bedi', daha önce aynısı veya benzeri olmayan şeyi veya şeyleri yaratan, vücuda getiren anlamındadır.
Allah, göklerin ve yerin Bedî'idir ki bir şeye "Ol!" dediğinde o şey hemen oluverir.
İstenmeyen değerleri ifade için kullanımın biri isim, biri fiildir.
İsim kullanım, Ahkaf 9. ayette, Hz. Peygamber'in ne olmadığını ifade eden bir beyyine halindedir.
Fiil kullanım ise kökün Arapça'daki ifti'al kalıbına aktarılmasıyla elde edilen ihtida' kelimesidir, (bk. Hadîd, 27)
Üzerinde olduğumuz bid'at kavramının ruhu, Ahkaf Suresi 9 ile Hadîd Suresi 27. ayette verilmiştir. Birinci ayette Kur'an, bid'at açısından Hz. Peygamber'in durumunu değerlendiriyor.
- O, türedi bir peygamber olarak ortaya çıkmamıştır.
- O, tanrısal iradenin planı ve faaliyeti üzere gönderilen ışık ve aydınlık rehberi peygamberlerden biridir.
İkinci ayet olan Hadîd 27'de ise bid'at, kavramsal ve kurumsal açıdan ele alınmakta ve peygamberler tarihinde bu türediliğe örnek olarak Hristiyan ruhban sınıfının icat ettiği (ve sonra da ilkelerine saygılı olmadıkları) ruhbaniyet (monastisizm)gösterilmektedir.
Bid'atın omurgasını tanımamızı sağlayan Hadîd 27 gösteriyor ki bid'atlar :
1. İyi niyetle, Hak rızasını kazanmak gayesiyle icat edilebilirler ; bu onların bid'at olmasını engellemez.
2. Bid'at olarak ortaya çıkarılan şeye bir süre sonra bizzat onu icat edenler bile uyamazlar.
Böylece, Kur'an dini açısından dikkatler şu iki noktaya çekilmektedir :
Bu dinin ;
- ne Peygamberi bir türedidir,
- ne de kavramları ve kurumları...
Bu bir dindir ki, Yaratıcı onu ilk insanla başlatmış ve asırlar boyunca insanı onun değişmez, zaman üstü ilkeleriyle eğitmiştir.
Bu ilkeler tüm peygamberlerin mesajında aynıdır.
Kur'an bu mesajları toplayan kitaptır.
Kur'an'ın din dediğine eklemeler yapan, türedilik yapar ve türedi bir din icat eder.
Tamamlanan, kemale eren ve adına İslam denen bir dinin (bk. Mâide, 3) türedi kişi, kurum ve kavramlara ihtiyacı yoktur.
Niyet ne olursa olsun, bu dine ekleme yapmaya kalkan türedilik yapmış olur.
Kamus Mütercimi Âsim Efendi (ölm. 1819)nin, eserinde verdiği bid'at tanımı, bu Kur'ansal inceliklerle bid'atın filolojik yapısını kucaklaştıran bir güzelliktedir.
Şöyle tanımlıyor bid'atı Âsim Efendi :
“Kemale erdirildikten sonra dinde ortaya çıkan nesneye bid’at denir. Bir deyişe göre ise dinde, Peygamber Aleyhisselam'dan sonra ortaya çıkan tutkulara ve davranışlara bid’at denir. Daha çok, dinde ortaya çıkan eksiltme veya artırmalar için kullanlır."
Bid'atı tanıtırken dinin kemale ermesi esprisini omurgaya oturtan bu tanım, Arap dilinin anıt bilginlerinden biri olan İbni Manzûr (ölm. 711/1311) tarafından da verilmiştir. Ona göre de "Bid'at, dinde, kemale erdirilişten sonra ortaya çıkan, icat edilen şeydir."(bk. Lisânü'l-Arab, ilgili mad.)
Kur'an'ın verileri ışığında lügat bilginlerinin yaptıkları açıklamalar dikkate alındığında bid'at, dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine yapılan ekleme veya bunlarda vücuda getirilen eksiltmedir.
Buna göre, bid'at, din bünyesinde söz konusu olur. Hayatın diğer alanlarındaki yeniliklerin bid'at kavramıyla irtibatlandırılması tam bir saptırmadır.
Hatta, diyanet denen ve dine getirilen beşerî yorumları içeren alandaki yeniliklerde bid'at kavramı içine girmez.
Bid'atin söz konusu edilebilmesi için " d i n " bünyesinde yeni icatların olması gerekir.
Başka bir deyişle, bid'at, tanrısal alana müdahale ile ortaya çıkan bir olumsuzluktur.
Dinin insana bıraktığı beşerî alandaki yenileşmeler, bu yenileşme adına yapılan müdahaleler yanlış dahi olsa bid'at adını almaz.
Bid'at, Allah'ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektir.
Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz : Bid'at, vahyin oluşturduğu tevhîd geleneğine aykırı kabuller icat etmektir.
Bunun içindir ki biz, tevhîd geleneğini, putperest Arap gelenekleriyle kirleten Emevîleri bid'at üretiminin babası saymaktayız.
Hz. Ali (ölm. 41/661), tevhidi tahrip eden B e n u Ümeyye'nin (Emevîlerin) bu yanına değinirken şöyle diyor :
“Onlar fitne denizlerine daldıkça daldılar ve resuller yolunu bırakarak bid'atları aldılar." (Nehcü'l- Belâğa, hutbe 154)
Tevhîd geleneğini yıkan Emevîlerin bu tahriplerinin açtığı yaranın acısı sahabî nesli tarafından değişik vesilelerle gündeme getirilmiştir. Bid'at konusunun ilk eserlerinden birini yazmış olan Turtûşî (ölm. 520/1126)’den birkaç satır alalım : Peygamberimizin hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik (ölm. 90/708) birgün ağlayarak şöyle diyordu :
“Resul'den öğrendiklerimiz içinde bozulmayan tek şey şu namaz kalmıştı ; onu da tanınmaz hale soktular."
"Sahabî Ebud Derda (ölm. 32/652)ya sordular :
‘Resul, bugünkü uygulamalarımıza baksa beğenmeyeceği bir şeyimizi görür müydü?'
Cevap verdi :
‘Beğeneceği bir şeyimizi görür müydü diye sorsana!'
Tâbiûn neslinin en büyüğü kabul edilen H a s a n el-Basri (ölm. 110/728 ) şöyle diyor :
‘Resul şu mescidlerinizin önünde durup baksa, kıble dışında değişmeyen bir şey bulamazdı...!' (Turtûşî; Kitâbul- Havâdis vel-Bida', 112-113)
Din olmayan geleneklerin kabullerine ters, yeni kabuller oluşturmak bid'at olmaz.
Bunun içindir ki bid'at konusunu en iyi anlatanlardan biri olan Bâkırî, bid'atı "dinde olmayan şeyi dine sokmaktır" şeklinde tanımladıktan sonra şu yolda konuşmuştur : Bid'at, dinin tevkîfi (içtihada kapalı) meselelerinde söz konusu olur ; âdetlerde ve mubahlarda olmaz.
Eskiden yazı divitle yazılırdı, şimdi bilgisayarla yazılıyor.
Bunun bid'atla bir ilgisi yok... (bk. Bâkırî, 69)
Bundan şunu da anlarız :
Bid'atı ;
- bid'at-i hasene (güzel bid'at) ve
- bid'at-i kabîha (çirkin bid'at) olarak ikiye ayırıp,
- sonra da güzel-çirkin kavgası yapmak temelden yanlıştır.
- "Güzel bid'at" tâbiri, birçok olumsuzluğun gözden kaçmasına yol açan bir maske tâbirdir.
Ortaya getirilen bir yenilik dinde olmayan bir şeyi icat etmektedir ; bunun güzeli olmaz.
D i n e ekleme yapmanın güzeli olacağını söylemenin kendisi bid'attır.
Bir bid'atı ölçüt yaparak başka bir bid'atı tanımlayamayız.
Ortaya getirilen yenilik, dinle ilgili değil de hayatın başka alanlarıyla ilgili ise, onun bid'at kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur.
Örneğin, "Yemeği parmakla değil de çatal kullanarak yemek bid'attır, ama güzel bid'attır" sözü bir bühtandır.
Çünkü, dinin yemeğin nasıl yeneceğine, hele hele parmaklarla yeneceğine ilişkin bir hükmü yoktur ki, çatal ve bıçak kullanarak yediğimizde dine bir yenilik sokmuş olalım.
Ve örneğin, "Dişleri fırça ve macunla temizlemek bid'attır ama, güzel bir bid'attır" demek de yanlıştır.
Çünkü din, diş temizliğinin şekline ilişkin bir kural getirmemiştir. Dişlerinizi temizleyin diyen Hz. Peygamberin amacı da "dişlerin temizlenmesidir, ağza filan veya falan ağaç dalının sokulması değil.
Birisi çıkıp diş temizliği yapmayın derse, işte bu bir bid'attır, ama dişleri şu veya bu âletle temizlemenin bid'atla bir ilgisi yoktur.
Diş temizliğini dal parçası fetişizmine dönüştürmek bir talihsizliktir.
Bid'at, eski örflerin yerine yeni örfler koymanın adı değildir ; bil’akis, dinin tespitlerinin yerine eski veya yeni herhangi bir örfü koymanın adıdır.
Bazıları ne hikmetse eski örflere bağlılığı bid'at saymazken, yeni örflere en küçük bir itibarı hemen bid'at ilan eder.
Oysa ki, örfün dinleştirilmesi her hal ve şartta bid'attır. Bunun bir kısmı günah bid'atı olur, bir kısmı şirk bid'atı...
Ama "güzel bid'at" asla ve asla olmaz...
O halde Müslüman için bid'atın göstergesi, Kur'an'da yer almamaktır.
Çünkü Allah'ın dininin kaynağı Kur'an'dır.
Onun dışındaki kaynaklar dinin değil, diyanetin kaynağıdır.
Ve diyanet beşerî bir kurum olduğu için o alandaki yenilikler bid'at değildir.
Ne yazık ki bid'atla ilgili yüzyıllardır yazıp çizenlerin birçoğu, bu kavramı, beşerî olan-ilahî alan ayrımı yapmadan, "öncekilerin kabullerine ters düşen şey" olarak değerlendirdiler ve sonuçta bid'atla mücadele adı altında yeni ve daha yıkıcı bid'atlar ürettiler.
Bunların birçoğu, başkalarını bid'atla itham ederken, kendi mezhebinin kabullerini bile esas alabilmişlerdir.
Örneğin, bid'at konusunda yazanların en ünlülerinden olan Muhammed b. Vaddâh el-Kurtubî (ölm. 287/900) ve Turtûşî, mezhepleri olan Maliki fıkhını esas almış, bu fıkhın kabullerine ters düşen şeyleri bid'at olarak görme yönüne gitmişlerdir.
Eskiye ters düşmenin bid'at olarak nitelendirilmesinin getirdiği yıkım, özellikle sünnet diye önümüze çıkarılan örflerin dinleştirilmesinde belirginleşir.
Bu noktada en dirayetli kalemlerin bile zaafa düştüklerini, bazan kendi ölçülerine ters düşmeyi göze alacak kadar eskiye bağlılık gösterdiklerini görüyoruz.
Örneğin, bid 'at konusunun en ünlü isimlerinden olan Şâtıbî (ölm. 790/1388), değil uydurma hadislere, zayıf hadislere bile karşı olduğu halde bid'atlarla mücadele için yazdığı eseri el-I'tısam'da birçok zayıf hadisi kullanmıştır. (Bu konuda bk. Atıyye, 9-12)
Çağdaş yazar Atıyye, Şâtıbî ile ilgili bu saptamayı yapıyor, ama arkasından aynı yola kendisi sapıyor.
Bakın ne yapıyor : İmamın (devlet başkanının) K u r e y ş kabilesi dışından da olabileceğini iddia etmeyi bid'ata örnek olarak gösteriyor, (bk. Atıyye, 347 vd.) Gerçekten şaşırtıcıdır!
Atıyye, bid'atla savaşayım derken şirke yelken açıyor.
Çünkü devlet başkanının Kureyş kabilesi dışından olamayacağını söylemek İslam'ın evrenselliğini yıkıp onu Şintoist bir hanedan dinine döndürmek olur ki, bunun adı şirktir.
Aynı zât, Mutezile mezhebinin akılcı yorumlarının tümünü bid'at kabul etmektedir.
Türk din hayatında bid'ata karşı çıkmak adına ortaya çıkıp en yıkıcı bid'atları üreten kişi ve zümreler epeycedir.
Bunlara göre bid'at, öncelikle eski kabullere aykırılıktır. Daha net bir çerçevede bakılınca bid'at bu insanların mensup oldukları fırkanın kabullerine ters her şeydir.
Bunlar için olay, "biz ve ötekiler" olayıdır; din bunun sadece dokunulmazlığını sağlayan bir araçtır.
Bu fırka zihniyeti, dinde bölücülük (bk. Müminûn Suresi, 52-54) esprisinden hareket ettiği için onun bu yaklaşımı kendi içinde "anlaşılabilir" bir yaklaşımdır.
Bizi esas üzen, ilim ve içtenliğinden kuşku duymadığımız bazı kişilerin, andığımız fırkacılara destek olabilecek yorumlar üretmesi, kanaatler sergilemesidir.
Böylesi yorum ve kabullerle, değerli bilgiler içeren eserlerini, bir tür "hurafe kuyusu"na çeviren rahmetli Ömer Nasuhi Bilmen (ölm. 1971), bid'atı bakın nasıl tanımlıyor :
“Din hususunda sahabe-i kiram ile tâbiûnun iltizam ve delil-i şer'ınin iktiza etmediği muhdes şeylerdir."
Bu talihsiz tanımın günümüz Türçesiyle ifadesi şudur :
"Bid'at, din konusunda yüce sahabîlerle onları izleyen kuşağın esas almadığı ve dinsel kanıtların gerektirmediği sonradan ortaya çıkmış şeylerdir." (Bilmen; Istı- lâhât-ı Fıkhıye Kamusu, 2/9)
Bu tanıma göre, vahyin kanıtlarıyla, sahabe ve onları izleyen neslin tavır ve kabulleri aynı değerdedir.
Peki, o zaman Allah ve Peygamber diye diretmemizin anlamı nedir? Sözün burasında Allah ile aldatma ustalığının : "O insanların kabul ve tavırları Kur'an ve sünnete zaten aykırı olmaz ki..." şeklindeki malum sloganı devreye sokuluyor.
Akıl ve izan ise bize hemen şunu söylüyor :
Peki, madem onların dedikleriyle Kur'an ve sünnet arasında bir fark yoktur diyorsunuz, öyleyse, Kur'an gibi tartışmasız bir kanıt-kaynak ortada dururken, o kişilerin söz ve kabullerini neden devreye sokuyorsunuz? Ve onların kabulleri Kur'an ve Peygamber'e böylesine uygun idiyse tutuştukları kavga ve savaşlarda binlercesi neden katledildi?
“O, içtihat farkıydı!" diyorlar.
Peki, öyleyse, böylesi facialara sebep olabilen o içtihatları nasıl ve neden dokunulmaz kılıyorsunuz?
Ömer Nasuhi merhum, biraz önceki İslam dışı tanımıyla da hızını alamıyor.
Kur'an-Peygamber ikilisine eklediği sahabe-tâbiûn ikilisine ilaveten, mezhepler panteonunu da devreye sokarak şöyle diyor :
“Mezâhib-i islamiyyeden birine intisap iddiasında olup ta Eh-li sünnet vel cemaatin akidelerine muhalif itikadda bulunan şahsa da mübtedi' denir." (aynı yer).
Yani, İslam mezheplerinden birine bağlı olduğunu söyleyip te ehli sünnet vel cemaat (her ne demekse)’ın inançlarına aykırı inançlar taşıyan kişiye de bid'atçı denir."
Kısacası, B i l m e n ' e göre ;
Elimizdeki fıkıh kitaplarında din olarak önümüze konan şeylerin herhangi biriyle ilgili olarak "acaba” dediğiniz anda bid'atçı olursunuz.
Böyle bir anlayışı Kur'an vahyi ve onun dini adına kabul etmek Kur'an'a saygısızlık olur.
Eğer bu fıkıh kitaplarında söylenenler din ise, o zaman Kur'an'a ihtiyaç kalmaz!
Zaten bu zihniyetin din meselesinde işi fiilen getirdiği nokta da budur.
Bunların din dediğine din dediğimiz andan itibaren, hâşâ, Kur'an olsa da olur, olmasa da...
Sözün özü şudur :
Bid'at aleyhinde yazanların çoğu, vahyin verilerini değil, kendi mezhep, ırk veya bölgelerinin örflerini esas alarak, başkalarını bid'atla itham ettiler.
Bid'atı Kur'an'a aykırılık olarak asla tanıtmadılar.
Yani bid'atla mücadele adı altında bir tür YOZLAŞTIRMA yaptılar.
Bunu yaparken de en yıkıcı bid'atların babası olan Arap-Emevî kodamanlarınınkabullerini öne çıkardılar.
Bu öne çıkarmayı "ashabın görüşleri, SELEF’İN YOLU" yaftalarıyla gerçekleştirdiler.
Örneğin, bid'at konusunun en ünlülerinden biri olan Türkmâni tam bir Arap örfleri meddahı görünümü arz etmektedir.
Tüm eski örfleri din saymakta ve bunlara karşı çıkışları bid'at olarak damgalamaktadır.
Bu mantığa göre, günümüzün bid'atlara karşı çıkışta en güvenilir zihniyeti Afgan TÂLİBÂN zihniyeti olacaktır...
Çünkü eski kabulleri en büyük titizlikle koruyan zihniyet odur.
Bid'atın belirlenmesinde Kur'an'ı esas almamanın sonuçları çok kötü olmaktadır.
Bilmekteyiz ki, geleneksel kabul, "Bid'atın küfrü gerektirenini sergileyen mürted olup katledilir; küfrü gerektirmeyenini sergileyen ise ta'zîr ile cezalandırılır."demektedir, (bk. Âmir; et-Ta'zîr, 321-324)
Şimdi bu belirleme neye göre yapılacaktır?
Eğer siz, bir mezhebin kabullerini küfür-iman konusunda ölçü alırsanız, işin içine bir miktar da siyaset katan herkes, hoşuna gitmeyen herkesi "Küfrü mucip bid'at sergilemiştir" diye suçlayıp mürted ilan edebilir.
Bunun örnekleri yüzlercedir.
Sünnete bağlılığı, herkes tarafından kabul edilen Ömer b. Abdülazîz (ölm. 101/720), minberlerden Ehlibeyt'e lanet okunması geleneğini kaldırdığında "sünnete aykırı davranmakla suçlanmıştı.
Bu suçlamayı yapan zihniyete göre, sünnet, Emevîlerin yerleştirdikleri âdetler idi ; bid'at ise bu âdetlere aykırı hareket etmekti.
Günümüzde, din üzerinden siyaset yapan zihniyetlerin siyasal hasımlarını yıpratmada kullandıkları yöntem, Ömer b. Abdülaziz'e uygulanan suçlama yönteminin aynıdır.
Bu zihniyet, her gün birkaç siyasal rakibini mürted ilan etmektedir.
İşte İslam dünyasının rahat yüzü görmemesinin sebeplerinden biri de budur.
Ve birçok sebep gibi bunun arkasında da, dinin Kur'an dışında yapılandırılmasıvardır.
Allah'ın dininde eksiltme veya artırma yoluyla değiştirme olarak ortaya çıkan bid'atın en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir.
Bu iyi niyet zemini, bid'atın toplumda revaç bulmasına sebep olmakta, bunun sonucunda da sapma sessizce yerleşmekte ve dine eklenen âdet ve alışkanlıklar dinleşmektedir.
Bid'at konusunda yazanların en ünlülerinden biri olan İmam Süyûtî (ölm. 911/1505 ) bu konuda yakınışını şöyle dile getiriyor :
- Bid'atların bir kısmını, halkın ibadet ve Allah'a yaklaşma zannıyla yaptıkları oluşturmaktadır.
- Oysaki, esasında bunların terk edilmesi ibadettir....
- Cahiller bunların görüntüsünün ibadeti andırmasına aldanarak, esasında yasak olan fiilleri ibadet yerine koymaktadır.
- Burada aldatıcı olan, 'daha çok ibadet etme' hırsıdır.
- İşte bu hırs, insanları, ibadet görüntüsü veren bu yasakları icraya itmektedir.
- Bu tür ibadetlerin haram olanı vardır, mekruh olanı vardır...
- Hz. Ömer (ölm. 23/643), C u m a namazının ardından iki rekât ilave namaz kılan bir adamı engelleyip mescitten uzaklaştırmıştır..." (Süyûtî; Bid'atlar, 55-57)
Acaba Ömer, günümüzde Cuma'ya ilaveten on dört rekât namaz kılınan camileri görseydi ne yapardı?!
"Daha çok ibadet" tutkusu nereden kaynaklanıyor?
- Daha çok ibadet arzusu başkadır,
- daha çok ibadet tutkusu başkadır.
- Daha çok ibadet arzusu, samimi bir arzudur ve o arzunun bizzat kendisi, sahibini ibadet şovu yapmaktan alı-koyar.
- İbadet tutkusu ise marazî bir haldir ve sahibine şov yaptırır.
Bu şova engel olmak ve şovcuların açtıkları yaradan ibadet arzusu taşıyanların zarar görmesini engellemek için tek yol vardır : İbadetin, özellikle "daha çok ibadet’in, insanlar nezdinde bir seçkinlik ve itibar aracı olmasını engellemek...
Bu yapılırsa şovcu şov yapamaz, gerçek dindar ise rahat eder.
Ve ibadet, kendisinden beklenen sonucu verir.
Bunun aksi yapılır, ibadet bir yükselme ve itibar görme aracı haline getirilirse, riya din hayatını kaplar.
Bunun sonucu ; yapay ibadetler icat edilmesi veya bilinen ibadetlerin ilaveler, zorlaştırmalarla "daha çok itibar sağlayıcı" hale getirilmesidir.
Şâtıbî bu noktayı, kendisine yakışır bir ferasetle yakalamış ve çok güzel de ifade etmiştir.
Diyor ki :
“Birçok mendup (zorunlu olmayan, edep tavrına uymak için yapılan) davranışlar, ısrar yüzünden vacib’e (yapılması zorunlu olana) dönüşmüştür..."
(Muvafakat, 3/332)
Haftada iki yüz rekât "tesbih namazı" (!) kılmak bir tür velilik göstergesi yapılırsa, tesbih namazcılığı başını alır gider ve bir süre sonra da tesbih namazı İslam'ın bir şartı gibi algılanır hale gelir.
Bunun varacağı yer, birçok vacibin terk yüzünden mubahlaşması yani serbest hale gelmesidir.
Çare, aşırı ibadeti kullar arasında bir üstünlük ve seçkinlik belgesi olmaktan çıkarmaktır.
İbadetin belirleyeceği üstünlük Allah ile kul arasında kalmalıdır.
Bizler, İNSANLARI KAMUYA, İNSAN HAKLARINA İLİŞKİN TAVIRLARINA BAKARAK DEĞERLENDİRMELİYİZ.
Çünkü o alanda riyakârlık ve bedavacılık işlemez.
Bir değer ya vardır, ya yoktur.
Bir adam imzaladığı çekleri ya ödüyordur, yahut ödemiyordur.
Bu ödemenin sahtesi, şov aracı yapılanı olmaz.
Ama, bir adam namazı gerçekte kılmadığı halde, kılıyor görünebilir, orucu gerçekte tutmadığı halde, tutuyor görünebilir.
Ağzıyla "Allah" derken zihniyle şeytan diyebilir.
Bu hal önce âdetleşir, sonra da dinleşir.
Adetler dinleştikçe, din de âdetleşir.
Bunun sonu dinin tahribi ve saygınlığının yok olmasıdır.
Bid'atı ortaya sürenin iyi niyeti Allah katında onu kurtarır mı, kurtarmaz mı?
Bunu tartışabilirsiniz.
Ama, bid'at yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşamaya kalkışanların vücut verdikleri günahların yükünün, bid'atı icat edenlerin boynuna bineceğini tartışamazsınız.
Çünkü Kur'an, ilimsizlik yüzünden insanların sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insanların günahlarına ortak olacaklarını çok açık bir biçimde bil dirmiştir :
“Onlar, kıyamet günü, kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir. Bakın, ne kötü şey yükleniyorlar." (Nahl, 25)
Metodolojist Ebu İshak İbrahim b. Muhammed eş-Şâtıbî, bid'atlar konusunun temel eserlerinden biri sayılan el-İbtısam'ında bid'atı ; En'am 140. ayette tanıtılan “Allah'a iftira” çerçevesi içine sokmuş, hatta daha da ileri giderek En'am 137. ayetle irtibatlandırıp, bir tür şirk gibi algılamıştır.
Şâtıbî'ye göre bid'atın esası En 'am 137, 140 ve Zümer Suresi 3. ayette kristalleşmektedir.
Yani Şâtıbî'ye göre, bid'at, bir şirk kurumudur ve esası da Allah'a iftira ederek dine haram-helal, iyi-kötü eklemektir.
Bu ilave kabuller onları uyduranlar tarafından süslenip püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar tarafından benimsenip hayata geçirilmektedir, (bk. Şâtıbî; el-I'tısam, 1/126- 139)
Şâtıbî işin burasında şunu da belirtiyor : Bid'atçılık, lanetlenmeyi gerektiren istisnaî cürümlerden biridir, (bk. el-I'tısam, 117)
Şâtıbî'ye Ehlibeyt imamlarından destek vardır :
İmam Ebu Cafer Muhammed b. Ali el-Bâkır (ölm. 101/720), bid'atçıların yaptıklarını Kehf Suresi 103-104. ayetlerde anılan zümrenin yaptıklarıyla irtibatlandırarak bid'atın bir tür şirk olduğunu ima etmektedir, (bk. Bâkırî; Bid'at, 21)
Bu yaklaşım, bid'atçılara hak ettiklerinden fazla yüklenmek değil midir?
Şâtıbî buna olumsuz cevap veriyor. Çünkü, bid'atçı, dinde olmayan şeyi dine sokarak, ulûhiyetin hakkına tecavüz etmekte, eklediği kabulleri dinleştirerek bir tür şârî’ (dinde kural koyucu) sıfatı kullanmaktadır.
Şâtıbî burada din konusunun en müthiş tespitlerinden birini yapıyor.
Diyor k i: "Ma'sıyet (günah) ma'-sıyet olarak kaldıkça Allah'a iftira değildir; ama ma'sıyet teşrî (dinde kural koyma) aracı yapılırsa, Allah'a iftira olur. " (bk. el-I'tısam, 2/41)
Böyle olunca da elbette ki şirk olur.
Şâtıbî'nin bu ölümsüz sözleri bizi bir noktanın daha altını çizmeye götürmektedir :
Allah ile aldatarak, din’i, halkı sömürme aracı yapanlar ma'sıyet (günah) ehlini dinsizlikle suçlarlarken, Allah'a iftira etmek demek olan bid'at üretimini dine hizmet gibi göstererek, insanlık dünyasının en yıkıcı zulmünü sergilemektedirler.
Şâtıbî'ye göre bid'atın kök salarak dinleşmesini kolaylaştıran illetlerden biri de taklitçiliktir.
Şâtıbî bu tespitinde Hz. Ali'den esinlenmiş görünüyor.
Hz. Ali, bid'atçılıkla taklitçilik arasında kopmaz bir ilişki olduğuna yüzyıllar önce dikkat çekmiştir.
Diyor ki : "Ey insanlar! Fitnenin doğuşu, izlenen boş ve iğreti arzularla icat edilen hükümler yüzündendir. Bu hükümlerde Allah'ın kitabına aykırılık vardır; bunlarda kişiler diğer kişileri taklïd eder." (bk. Bâkırî, 20)
Şâtıbî, az önce anılan yerde şunu da ileri sürmektedir :
Bid'at, genellikle iyi niyetle ortaya sürüldüğü için, icat edene önceleri toplumda itibar sağlar, ama işin sonu rezillikle noktalanır.
Bu son aşamada bid'atçılar sıkışır ve takıyye (ikiyüzlülük) yoluna giderler.
Yani bid'atçılar aynı zamanda en yaman takıyyecilerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder