27 Ekim 2024

14- İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?

DUA

Dinsel deneyim, insanlığın en eski deneyimidir. 

Bu deneyimin esası olan dua, bugün varlığını iki ölçütle is­patlamakta ve yaşatmaktadır: 

Bunların ilki felsefî ölçüt, ikincisi pratik-pragmatik ölçüttür. 

Buna göre, esasına ilişkin sözü ne olursa olsun, bilim ve felsefe duayı insan hayatının bir parçası olarak kabul etmektedir.

Kur'an'ın beyanlarından anlıyoruz ki dua faaliye­tinde insana Yaratıcı tarafından mutlaka cevap 

veril­mektedir: 

“Rabbiniz şöyle buyurmuştur: 'Dua edin bana, karşılık vereyim size..." (Mümin, 60) 

“Anın beni ki anayım sizi..."

 (Bakara, 152) 


Bun­dan da anlaşılır ki duada acelecilik, erken kabul beklemek duanın ruhuna aykırı olduğu gibi, Allah karşısında küstahlığın da göstergesidir.


Dua edene bir şekilde cevap gelmesi, İkbal'in de ifade ettiği gibi, şuurlu bir benlikle yüz yüze olduğumu­zun kanıtıdır

(bk. İkbal; Reconstruction, 18-19).


Dua, bir birlik ve kaynaşma halidir; onu rastgele is­teklerden, alışılmış başvurulardan ayırmak gerekir. 

O, varlığın esasıyla içsel bir temastır. 

Bununla bir­likte sıradan istekler yığınından oluşan sözde dualar da vardır.


Dua konusunu en iyi anlatanlardan biri olan Alexis Carrel (ölm. 1944), duadan söz ederken şöyle diyor:


 "Bir iş ve hareketle de dua edilebilir." 


Kur'an daha da ileri bir noktaya dikkat çekiyor: 


Bütün iş ve hareket­ler, bütün oluşlar birer duadır. 


Durum bu olunca, bilimsel ve düşünsel faaliyetler, duanın sadece bir şekli değil, en gelişmiş, en kutsal şeklidir.


Yine İ k b a l ' e ku­lak verelim: 

"Gerçek şu ki, bilimsel arayış ve araştırmaların tamamı, esasında duanın bir başka şeklinden ibarettir. Doğayı bilimsel yol­la inceleyen kişi, bir anlamda dua eden misti­ğe benzer." 

(İkbal; Reconstruction, 86).


Bütün iş ve oluşların dua olarak kabul edilmesinin temelinde Hz. Peygamber'in şu sözü de vardır: 


"B ü t ü n yeryüzü bana mabet yapılmıştır." 


Bütün yeryüzü mâbetse, bütün iş ve oluşlar da elbette ki dua olacaktır...


Kur'an'ın amacı, bütün hayatı bir büyük dua haline getirmektir. 

O halde biz iki türlü duanın var­lığını kabul etmek zorundayız: 

1. Fiilî veya halî dua, 

2. Sözlü veya kâlî dua. 

Fiilî dua, varlık yasa­larına uygun olarak çalışmak, değer üretmek, sözlü dua da bu üretim sırasında Yaratıcı ile gönül ilişkisini 

sür­dürmektir. 

Bundan çıkarılacak sonuç şu olur: Fiilî dua yapılmadan sözlü dua anlam ifade etmez. 

Tarla ekilip sulanmadan, Allah'tan ürün vermesi istenemez. 

Ormanlar zenginleştirilip yeşillik artırılmadan yapılan YAĞMUR DUASI işe yaramaz...


Dua konusunda sapmaların esasını, duayı yalnız ve yalnız Allah'a özgülememek 

oluştur­maktadır. 

Bu sapma bir şirk ifadesidir ve ne yazık ki Müslümanların temiz inançları içine girmiş, onları pe­rişan etmiştir.


Bununla kastedilen nedir?


Kur'an, dinin, ibadetin ve duanın yalnız Allah'a özgülenmesi gerektiğini ısrarla bildiriyor. 

Duada yakarış makamı Allah, yalnız Allah olacaktır. 

Ve bu makama yönelişte herhangi bir aracı kullanılmayacaktır: 

“D e ki: 'Hiç kuşkusuz, ben, rabbime dua ederim ve hiç kimseyi O'na/duama ortak yapmam." 

(Cin, 20) 

“Sadece ve sadece O'na dua ederim, sadece ve sadece O'nadır varış ve yöneliş. 

(Ra'd, 36).


Duayı Allah'a özgülemenin üç temel anlamı vardır:

1. Allah'tan başkasını yakarış mercii olarak seçmemek, 

2. Allah'a duada Allah dışında bir varlığı aracı yapmamak, 

3. Duada niyabet (vekâlet) verme yoluna gitmemek.

Bizim bu Kur'ansal verilerden özellikle Cin Suresi 20. ayetten çıkardığımız tevhid inceliklerinden biri de şudur: 


Namazlarda, Hz. Peygamber ve ailesini öven, onları ibadetin bir şekilde içine sokan dua bölümleri (Tahiyyât'ın bir kısmı, ALLAHÜMME SALLİ ve ALLAHÜMME BARİK vs. duaları) na­maz bünyesinden çıkarılmalıdır.


Bu, iki açıdan gereklidir:


1. Bu bölümlerle eğer Peygamberimiz ve ailesi Allah'a ibadete ortak ediliyorsa bu bizi şirk uçurumuna götürür. 


Durumu kurtarmak için "Biz bunu sadece saygımızı ifade etmek maksa­dıyla yapıyoruz" şeklinde bir savunmaya gitmek tev­hid ilkeleri açısından hiçbir anlam ifade etmez. 

Biz, Al­lah'a ibadetten söz ediyoruz. Namaz bunun en hayatî gös­tergesi ve tecelli alanıdır. 

Tevhid dininin temel ibadetini, temel ilkelere ters uygulamalara sahne yapıp sonra da " s a y g ı " gerekçesiyle işin içinden çıkmak mümkün de­ğildir.

Allah: "Bana ibadetin içine başka hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi sokmayacaksınız!" (Hac, 26; Anke- bût, 8; Lukman, 15) diye emir veriyor. 

Nasıl oluyor da bu emre istisnalar getiriliyor! 

O istisnaların vahyi dayana­ğı nedir? 

Kur'an: "Eğer saygı maksadıyla olursa Hz. Muhammed'i ibadet içine sokabilirsiniz." demiş midir? 


Dememişse, birtakım kıyaslarla Cin Sure­si 20. ayetin tevhid ilkesi neden dışlanıyor? 

Bu konuda: "Hz. Peygamber'in uygulaması böyle idi." şek­linde bir savunmayı da asla kabul etmeyiz. 


Hz. Pey­gamber'in, namazlarında kendisi ve ailesi için dualar ettirdiğini, övgüler yaptırdığını kabule Kur'an'ın nübüvvet anlayışı izin vermez. 

Bu­nun aksini gösteren rivayetler Kur'an dışıdır, kabul edilemez. 


Namazın bu şekilde kılınışı, Hz. Peygamber'den sonrasının uygulamalarından biridir.


2. Eğer bunlar, Peygamberimize ve ailesine dua için okunuyorsa burada dikkatli olmak ge­rekir: 


Bir kere, Peygamber ve ailesinin bizim duamıza ihtiyacı olduğu kanaatine asla gidi­lemez. 

Peygamber ve ailesine salât ve selâm edilir ki, o, duadan farklı bir saygı ifadesidir. 


Nitekim, "Peygamberimizin ruhuna hediye" adı al­tında Kur'an okumak veya okutmak da yasaklanmıştır”. 


Bu bir cür'et olarak görülmüştür. 

Bunun böyle olduğunu göstermek için Osmanlı Şeyhülislamı ibn Kemal (ölm. 940/1533) bağımsız bir risale yazmıştır, 

(bk. Bu kitap, Kur'an Okumak mad.)


Kısacası, "Ben yalnız Allah'a dua ederim" de­menin Kur'ansal yerine oturması için "Ben duama Allah dışında bir kişiyi veya bir şeyi aracı y a p m a m" demek ve Allah'a dua etmek için birini vekil yapmamak da şarttır. 

Aksi halde, tevhid sulandırılmış, örtülü şirke gidilmiş olur.

Kur'an Allah'a ibadet ve dua değil, YALNIZ VE YALNIZ Allah'a ibadet ve dua istemektedir, 

(bk. Fatiha, 5).

Bu ikisi ipince bir farkla birbirinden ayrılır. 

Ama unutulmamalıdır ki o çok ince fark, tevhidi şirkten ayıran omurga noktanın ta kendisidir.

Bu Kur'ansal inceliğin dışına nasıl çıkıldığını an­lamak için herhangi bir camiye, mevlid merasimine veya 

tekke-dergâh duasına kulak vermek yeterlidir. 

Bu dualarda bir kere kendisine örtülü vekâlet verilmiş bir "duacı-duahan" devreye sokulmuştur. 

O dua okur, öte­kiler amin der. 

Bir kere bu tevhid dışıdır. 

Dua için lider belirlemek duaya vekâlet sokmak olur. 

Hep birlikte dua ederiz, ama eşit insanlar olarak yaparız bunu. 

Dua eden­lerden birine liderlik, başbuğluk vermek onu aracı 

yap­maktır. 

Bu gerçeğe dikkat çekmek içindir ki 

Ş â t ı b î , cemaatle kılınan namazdan sonra imamın dua ederek cemaate amin dedirtmesini bid'atlar içine koymuştur. 

Hz. Peygamberin namazlarında da bu uygulama yoktur. (Şâtıbî; Muvafakat, 1/349, 360). 


Bu dualarda sık sık şu Kur'an dışı sözlere de rastla­nır: 

Filan kişinin, falan dağın, filan nehirin, falan gü­nün, şu mekânda yapılan duaların ... hürmetine 

duala­rımızı kabul et. 

İşte bu sözlerin tümü Cin Suresi 20. ayete açıkça terstir.

Bid'atlara karşı verdiği büyük mücadele ile tanınan Şafiî fakıhı Ebu Şâme (ölm. 665/1266), adına "TA’RÎF" denen ilginç bir örnek veriyor. 

Bu sapmanın esası şudur: 

Hacılar Arafat'a çıktıkları günün akşamı bir yerde, genelde mescidlerde toplanıp Arafat'ta yapılan duaların aynısını tekrar ederler. 

Bu tekrarlama, duanın daha önce Arafat'ta yapılmış olması yüzünden kabul edilecek diye inanılır.

Ebu Şâme, bu uygulamanın daha tâbiûn nesli içinde başladığını, bunu gören bazı müminlerin, TA’RÏF yapılan mabetlere gitmediğini bildiriyor. 

(bk. Ebu Şâme, 117-120).


Ebu Şâme aynı yerde, Receb, Şaban aylarında ya­pılan duaların makbuliyetine inanmanın da İslam dışı olduğuna dikkat çekiyor, 

(bk. s. 231).


BİD'ATLAR, HURAFELER


Belli dilde veya dillerde yapılmış duaların makbul olduğuna inanmak:


Böyle bir şeye inanmak bid'at, böyle bir şeyi din diye yaymak küfürdür.

Duada vekâlete yer vermenin şaşmaz göstergelerin­den biri de ona-buna ısmarlama hatim, kelime-i tevhid, Yâsîn vs. okutmaktır. 

Bunun sebebi ise insanların kendi dillerinde dua etme imkânlarının birtakım oyunlarla ellerinden alınmış olmasıdır. 

Makbul dua Arapça yapı­lacağına göre, bu işi Arapça bilen veya okuyan birine yaptırmak en iyisidir diye düşünülmüştür.

İnsanların birbiri için dua etmeleri elbetteki mak­buldür, hayırlıdır. 

Ama bu, ısmarlamakla, vekâlet 

ver­mekle değil, dua edenin gönlünden gelmekle, hatta bi­zim haberimiz olmadan bizim için dua edilmesiyle ger­çekleşir. 

Bunun için lider olmaya, duahan adı taşımaya, vekâlet almaya, hele hele para almaya asla ihtiyaç yok­tur.


Şunu asla unutmamalıyız:


 İbadette vekâlet ol­maz. 


Dua, ibadetin özü-iliği olduğundan duada da vekâlet olmaz. 

(bk. Şâtıbî; Muvafakat, 2/230 vd.).


Dua ve ibadette aracılık kurumu, 

hangi isim altında yürütülürse yürütülsün örtülü şirktir. 


Çünkü bu, en iyi niyetle oluşturulanı da dahil, Allah'a yakarış ve yakınlaşmayı şu veya bu şekilde komisyona bağlamaktadır. 

Allah'a yakarış ve yakınlaşma­nın komisyona bağlı olduğu bir sistem, katık­sız şirktir.


İslam dünyası belki de asırlardır komisyon veya haraç vererek dua ettiği içindir ki, Allah onun dualarını kabul etmiyor.


Tam bu noktada şunun altını da çizelim: 


İbadette ve­kâlet tevhide aykırı olduğu içindir ki biz, v e k â l e t e n hacca gitmeyi de İslam dışı görürüz. 


Hiç kimse, Allah'a olan kulluk borcunu, gerekçesi ne olursa olsun, bir başkasına vekâlet vererek yerine getiremez. 

Gücü yetmemek, yapamamak bu konuda mazeret değildir. 

Gücü yetmeyen Allah'tan affını diler. 

Tevhidin göster­diği yol budur. 

Ötekisi bir ticarî yoldur, komisyon 

yolu­dur.


Sapmalar başlığı altında gösterebileceğimiz uygula­maların bazıları da şunlardır: 


İbadet yerlerine, ca­milere Allah'ın dışında adlar (kişi, ayet, ya­karış levhaları asmak) sokmak, kutsal ilan edilen bazı eşyayı teberrük (bereketlenme) aracı yapmak...

Adına sakalı şerîf dedikleri kılların, hırka-ı şerîf dedikleri hatıra eşyanın öptürülmesi, etrafında cemaatin döndürülmesi, bu tevhid dışı uygulamanın en sık rastlananlarıdır. 


Bir eşyanın veya bir kılın bir peygambere, örneğin Hz. Muhammed'e ait olması onun 

ma­bede sokulup kutsallaştırılmasını, ibadet ve yakarış nes­nesi yapılmasını mazur gösteremez. 


Böyle bir uygula­manın tevhid ilkeleriyle uyuşur yanı yoktur. 

Tevhidin ölçülerine yakalanmamak için, "Biz onu ibadet kas­tıyla öpüp kutsamıyoruz, Peygamberimize 

say­gımızı ifade için yapıyoruz" demekse günahı giz­lemeye ve bu yolla yaygınlaştırmaya kalkmanın ta 

ken­disidir ve kabahattan daha kötü bir özürdür.

Tevhid böyle pazarlıklara izin vermez. 

Tevhid pa­zarlık kurumu değildir, teslimiyet kurumudur. 

Ve teslimiyet yalnız Allah'a olacaktır. 

İslam'ın mânası zaten bu teslimiyettir. 

Bu varsa İslam vardır, yoksa yoktur.


Üstün sayılan kişilerin kabirlerinde, yaşadıkları mekânlarda duaya önem atfetmek de duayı Allah'a özgüleme ilkesini tahrip eder.


Dua için belli mekânlara üstünlük vermek de aynı sonucu doğurur. 

Vahyin bildirdiği belirli mekânlar ve zamanlar elbette ki müstesnadır. 

Kabe gibi, farz namaz vakitleri gibi...


Önceden hazırlanmış metinlerle dua etmek:


Dua, insanın içinden gelen samimi istekleri, takdis­leri Allah'a arzıdır. Bunun, esası bakımından 

kelime­lerle ilgisi yoktur. 

Allah bizi anlamak için keli­melere ihtiyaç duymaz.

Bununla birlikte kelimelerin dua için kullanılması yasak veya kötü değildir. 

Ancak bu kelimelerin hiç de­ğilse duayı eden kişinin gönlünden kopması gerekir.


Başkaları tarafından yazılmış metinleri bir teyp veya papağan gibi okumak duanın tanrısal gerçeğine aykırıdır. 


Çeşitli dinlerde, o arada İslam dünyasında yüzlerce yazılı dua kitabı, risalesi vardır. 

Bunların varlığı, insanın dua gerçeği açısından büyük bir yanılgı ve aldanış içinde olduğunu gösterir.


Ezberleme dua tutkusu din hayatını bir "kalıp du­alar" istilasına uğratmıştır. 


Sofra duası, hacet du­ası, kısmet duası, abdesthane duası, cinsel ilişki duası... 


Bu bir sapmadır. 

Allah ile içten ve şuurlu beraberlik olan " i h s a n 'ı yok edip, onun yerine bazı cümle veya kelimeleri yerleştirme şeklinde bir hüsran­dır.


Önceden yazılmış metinlerle duanın tek istisnası, vahyin getirdiği ayetlerdeki dua cümlelerinin okunmasıdır. 


Bu durumda da okunan cümlelerin anlamlarının okuyan tarafından mutlaka bilinmesi ve sözlerin, iç dünyamızda etkisinin fark edilmesi gerekir. 

Aksi halde o metinleri okumak dahi dua olmaz.

Kur'an'ın dua ifadeleri taşıyan ayetleri bu açıdan önemlidir. 

Ancak şu noktanın altını çizmek durumun­dayız: 

Kur'an'daki dua ayetleri de esasında bize dua etmede yol gösterme, ufuk açma, ışık tutma hikmetine yöneliktir; duanın boyutlarını gösteren ayetlerdir. 

Yoksa onlar dışında kelimelerle dua edile­mez gibi bir anlam asla taşımazlar. 

Dileyen her insan, içinden gelen, yüreğinden kopan kelimelerle dua eder. 

Ama dileyen, Kur'an'ın dua ayetlerini okuyarak (elbette ki anlamı üzerinde düşünmek şartıyla) dua edebilir.

Kur'an dışında oluşturulan ve adına " ed’iye- i me'sûre: etkili dualar" denen dua metinleri, hiçbir üstünlük taşımaz. 

Tam tersine, onları, makbul olma şansı veya garantisi taşıyan dualar gibi kabul etmek, insanı şirk alanının içine çeker. 

Tehlikeli bir tavırdır. 

Bu tehlikeli tavır yerine Cenabı Hakk'a içimizden gelen yakarışları, kendi benliğimizden kopan kelimelerle arz etmek çok daha İslamî ve çok daha erdiricidir.

Burada insanları aldatan temel saplantı şudur: 

Ke­limeleri iyi ve isabetli seçemezsem ne olacak?.. 


İşte bu, dua gerçeğine yabancılığın en büyük göstergesidir ve bunun tamamen tersi doğrudur.

Duayı, bir edebiyat metni hazırlamak, hele hele bu metinle not alacakmış gibi bir tavra girmek çok yanlıştır. 

Kelimeler kırık-dökük, hatalarla dolu olabilir. 

Bunun zararlı olması bir yana yararları da vardır. 

Çünkü insanın, Yaratıcı karşısındaki boyun büküktük, acizlik ve niyaz haline daha uygundur.

Dinin hakikatini bilenler bilirler ki en makbul dualar, kelimeleri dil kaygılarına düş­meden seçerek saf ve berrak bir yürekle içle­rinden geleni Allah'a arz edenlerin dualarıdır: 

Entellektüel kurnazlıklara bulaşmamış saf ve doğal insanların, hastaların, yaşlıların, zorda-darda kalmışların, küçük çocukların duaları...

Dua bir kelime ve şekil işi değil, bir samimiyet ve gönül işidir.


Belli şekillere uyarak dua etmenin duanın kabulünde etkili olacağını sanmak:

Dua bir iç dünya olayıdır. 

Onun kelimelerle ölçül­mesi mümkün olmadığı gibi, bedenin şöyle veya böyle, şurada veya burada durmasıyla da ilgisi yoktur. 

Allah bedene-kalıba bakmaz, yüreğe ve samimiyete bakar. 

Elleri şöyle veya böyle tutmak, diz çökerek veya ayakta yakarmak, başın açık veya kapalı olması vs. 

du­anın kabulünde etkili olmaz. 

Kişinin o andaki durumu­na göre o şekillerden, o görüntülerden biri ortaya çıkar. 

Önemli olan ruh halidir. 

Allah'a teslimiyeti derinleşti­ren yakarış hali, sükûnet hali, içten yöneliş hali... 

Budur önemli olan... 

Ellerin, başın, ayakların şöyle veya böyle durması hiçbir anlam taşımaz. 

İmam İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) dua ederken elleri havalara kaldırmanın bir gereklilik olmadığını söylemekle kalmamış, bunun mekruh olduğuna da dik­kat çekmiştir, (bk. Kal'aci; Fıkhu'n-Nehaî, 1/468)

Hz. Peygamber, dua etmekte olan birinin, gözlerini göklere diktiğini gördü; ona şöyle dedi: "İndir 

gözle­rini, O'nu asla göremezsin!" Ellerini iyice yukarı kaldırarak dua eden birine de şunu söylemiştir: "İndir ellerini, O'na asla ulaşamazsın. !" (bk. Bâkırî, 59- 60)

Bu sözlerin bize kazandıracağı tevhid inceliği şudur:

Allah'ı dağda-taşta, şurada-burada arama, içine dön, orada ara! O, oradadır ve hep orada­dır... Şah damarını dışarda aramak ne kadar abes ise, Allah'ı dışarda aramak da o kadar abestir.


Duayı sadece sıkıntı ve zorluk zamanlarına özgülemek:

Dua, sıkıntı ve zorluk zamanlarında başvurup keyif­li, mutlu zamanlarımızda unutacağımız bir yol olmama­lıdır. 

Duayı bu şekle sokup samimiyetsiz, aşksız bir ticarî ilişkiye dönüştürenlerden Kur'an'ın şikâyeti vardır, (bk. Yûnus, 12, 21-23; İsra, 67; Fussılet, 50-51; Fecr, 15). 


Şunu unutmamalıyız: 

Mutluluğu Allah'a ifade etmek ve insanla paylaşmak en ideal duadır. Unutmayalım ki, sıkıştığı zaman inleyip sız­lamak hayvanlarda da vardır. 

İnsanın duası farklı olmak gerekir...


Duayı sadece korku veya sadece ümit belirişi haline getirmek:

Bunun birincisi Allahı dehşet objesi yapma yanlışlı­ğını, ikincisi ise ciddiyetsizlik ve şaklabanlık 

hastalı­ğını besler. 

Duada ümitle korku iç içe ve yan yana ola­caktır.


Duada bağırıp çağırarak haddi aşmak:

Böyle bir tutum, bizzat Peygamberimiz tarafından "sınırı aşmak, azgınlık" olarak tanımlanmıştır. 

Allah gırtlak kuvvetine değil, içimizdeki sa­mimiyete bakar. 

Bazan, kelimelerin eşlik etmediği sessiz ağlayışlar, hatta seslerin eşlik etmediği göz yaş­ları en etkili duaların ta kendisi olur

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder