02 Aralık 2024

48- İSLAM NASIL YOZLAŞTIRILDI?

HOW HAS ISLAM BEEN CORRUPTED?

كيف تم تحريف و إفساد الإسلام؟

(Sh. 513-527)


PEYGAMBERLER VE PEYGAMBERLİK

PROPHETS & PROPHETHOOD


الأنبياء و النبوة

Peygamberlik (nübüvvet, risâlet - The Prophethood, The Messengership - ألنبوة، ألرسالة), Allah'ın, insanı doğruya, güzele, mutluluğa kılavuzlamada araç yaptığı temel kurumdur. 

Allah'ın insana lütuf ve merhametinin en ileri göstergesidir.

Peygamberler, sadece sözlü tebliğde bulunmak, sadece öğüt vermekle yetinmezler. 

Onlar, aynı zamanda Kur'an'ın da ifade ettiği gibi, "üsve-i h a s e n e - The Good Example -  الأُسوةِ الحسنة" yani izlenebilecek en güzel canlı modellerdir. 

Bunun içindir ki peygamber, tanrısal

âlemden haber getiren insan-modeldir. 

Kur'an, peygamberleri "b e ş e r" varlıklar olarak göstermekte, onların bu

insan-model yanları üzerinde ısrarla durmaktadır. 

Bu sebepsiz değildir. İnsan-model yerine, melek-model konsaydı,

peygamber, insanlar tarafından izlenebilecek varlık olmaktan çıkar, sadece kutsanan, sevilen, övülen bir soyut tatmin aracı olurdu.

Kur'an, bu ikinci anlamda bir peygamberlik kavramının varlığından söz etmekte, ama onu şirkin bir ürünü olarak göstermektedir.


PEYGAMBERLER VE PEYGAMBERLİKLE İLGİLİ BİD'ATLAR, HURAFELER


* Peygamberleri Allah'ın elçisi

konumundan Allah'ın ortağı konumuna doğru çekmek:


İnsanoğlunun Allah'ı en çok öfkelendiren günahlarından biri, belki de birincisi budur. 

Bu günah, Allah'ın en çok tiksindiği şirki dinleştirmekte, Allah'ın en çok

sevdiği elçilerini araç ve aracı yapmak şeklinde bir zulüm sergilediğindendir ki, Cenabı Hakk'ın gazabını özellikle tahrik etmektedir.

Kur'an'ın en çok savaştığı olumsuzluklardan biri de budur. 

Bu olumsuzluk Kur’an’da sayfalar boyu tanıtılmış ve müminlerin, bundan uzak durmaları ısrarlı bir biçimde istenmiştir.

Bu zulüm, kendi içinde ikinci bir günahı taşımaktadır ki o da şudur: Hak elçileri olan peygamberler, Allah'ın ortağı konumuna doğru çekilirken bahane olarak "peygamberlere saygı" yaftası kullanılmaktadır.

Kur'an'ın öncelikle bu sapıklığa savaş açtığını görüyoruz. 

Nebileri insan üstü varlıklar, melek vesaire gibi görmek ve göstermek isteyen zihniyet, şirk olarak nitelendirilmekte ve bu şirkin hezeyanlarına karşı nebilerin birer insan olduğuna vurgu yapılmaktadır.

(Bu konuda özellikle bk. Furkan, 7-9)


This great sin is committed when a community initially begins to see their own prophet as superior to other prophets, and it becomes evident when that community turns their prophet into an angel and praises him as a superhuman being.


Bu övgülerin bir kısmı, ne yazık ki, peygamberlerin bizzat kendilerine isnat edilen yalanlarla dinleştirilir. 

Bu hep böyle olmuştur...

Hristiyanlarca Allah'ın oğlu ilan edilen Hz. İsa'ya Kur’an’ın şu soruyu sorması, İsa'dan kuşku duyulması yüzünden değil, insanoğlunun, peygamberleri ilahlaştırırken bizzat onları araç yapma namertliğinin belgelenmesi içindir.

Hz. İsa'nın Allah'ın değil, Meryem'in oğlu olduğuna, onu Allah'ın oğlu ilan etmenin şirke götüreceğine vurgu yaparak söze başlayan ayetler şöyledir:


"Allah sordu: 'Ey Meryem oğlu İsa! Allah'ın yanında beni ve annemi de iki Tanrı olarak kabul edin' diye insanlara sen mi söyledin!? İsa dedi: 'Hâşâ! Tespih ederim seni. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek benim haddime değildir. Eğer onu söylemişsem sen onu elbette bilirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin ama ben senin benliğinde olanı bilmem. Çünkü sen, gaybları çok iyi bilensin. Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim:

Benim rabbim ve sizin de rabbiniz olan Allah'a kulluk edin!' İçlerinde olduğum sürece ben onların üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat ettirince üzerlerine yalnız sen gözetleyici oldun. Ve zaten sen her şey üzerine bir tanıksın." 

(Mâide, 116-117)


Bu ayet, dolaylı yoldan başka bir tevhit gerçeğine daha dikkat çekmektedir: 

Peygamberlerin, ölümlerinden

sonra artık dünya üzerinde tasarruf

imkânlarının kalmadığı gerçeğine... 

Böyle bir tasarruf söz konusu olduğunda akla gelecek ilk isimlerden biri olan Hz. İsa'ya "Aralarında iken onlar üzerinde tanık bendim; sen beni vefat ettirince onların gözetleyicisi yalnız sen oldun." şeklinde söyletilmesi gösteriyor ki, hiçbir insan, ne kadar büyük olursa olsun, ölümünden

sonra, dünya üzerinde tasarruf sürdüremez. 

Böyle bir şey, beşer varlık olmakla çelişir. Ve tüm nebiler beşerdir.

Buradan hareketle biz, tasavvuf-tarîkat bünyesine sokulan "ölüm sonrası evliya tasarrufları" anlayışının Kur'an dışı olduğunu rahatlıkla fark ederiz. 

Bu tevhit dışı anlayış, Kur'an'ın iman çocuklarını asırlarca, kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını, sesini-sözünü ilahlaştırma illetinin kucağına itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.

Muazzez İsa Mesih'i Allah'ın oğlu ilan etmeyi "ona olan saygımızdan" gerekçesiyle açıklamaya kalkan yaklaşıma Kur'an, Allah'ın elçileri adına şu cevabı veriyor:

"Ne Mesih Allah'ın bir kulu olmaktan çekinir / Allah'ın kulu olmayı beğenmezlik eder, ne de Allah'a yaklaştırılmış melekler..." (Nisa, 172)

Tevbe 31. ayetten öğreniyoruz ki, nebileri bu şekilde övmenin sonu, onların rabler haline getirilmeleri, yani ilahlaştırılmalarıdır. 

Bunun anlamı ise tektir: Şirk...

Anlaşılan o ki, peygamberleri şirk aracı yapmada ilk belirti, daima aşırı övgü ve insan üstü kılmadır. 

Bunun içindir ki bizim muazzez Peygamberimizin ısrarla şunu istediğini görmekteyiz: 

Beni diğer peygamberlerle üstünlük yarışına sokmayın ve beni Hz. İsa'yı övdükleri gibi övmeyin; bana Allah'ın kulu ve elçisi demekle yetinin...

Aşırı övgü aşamasını, peygamberi "din koyucu" konumuna getirmek izler ki işte bu, nebinin Allah'a ortak

yapılmasının resmiyet kazanmasıdır. 

Bu ikinci aşamada, din buyruklarının altında Allah'ın imzası yeterli olmaktan çıkar, cennete giriş belgesi de Allah-nebi imzalı hale gelir. 

Oysaki tevhidin belirgin niteliklerinden birincisi, din koyuculuk sıfatının Allah'a özgülenmesi, ikincisi de cennete giriş belgesinin altında Allah dışında hiçbir varlığın imzasının bulunmamasıdır.

Nebileri elçi olmaktan çıkarıp Allah’a ortak yapan günahın failleri öncelikle tevhidin bu iki direğini çatlatırlar... 

Bu çatlatmada iyice başarılı oldular mı, artık peygamber Allah'ın emrinde bir elçi olmaktan çıkarılır, Allah ile âdeta rekabete girişen bir alt-ilah konumuna getirilir.

Hatta, örneğin bizim fıkıh mirasımızda olduğu gibi, Peygamber'in sözleri Allah'ın sözlerini neshetmede

(hükümden düşürmede) kullanılır. Fıkıhta buna, “sünnet’in Kur’an’ı neshetmesi” - h â ş â - deniyor.

Resul, "Beni Hz. İsa'yı övdükleri gibi övmeyin" diyor; övmüşlerdir; Miraç mitolojileriyle onu Allah'ın yanına çıkarıp Allah ile konuşturmuş, hatta emirleri

hususunda onu Allah ile pazarlığa sokmuşlardır. 

Resul, "Mezarımı mabedleştirmeyin. Mezarımı mabedleştirenlere Allah lanet etsin!” diyor. 

Müslümanlar değil onun mezarını,

ümmetinden binlerce insanın mezarını bile mâbetleştirmiş, bu mezarları İslam mabedinin ayrılmaz bir parçası haline getirmişlerdir. Resul, elini öpmek, kendisi için ayağa kalkmak isteyenlere izin vermemiş, bunun ileride insan ilahlaştırma gerekçesi yapılabileceğine dikkat çekmiştir; ama onun ölümünden sonra, değil eli, kendisine ait olduğu söylenen sakal kılları kutsallaştırılıp tevhit dininin mabedine tavaf nesnesi halinde sokulmuştur.

Bütün bunlardan daha zalim bir günah vardır ki o da şudur: 

Hak elçilerini Hak ortakları haline getiren gidişe karşı çıkanlar, "Peygamberlere saygısız, peygamberleri dışlayan" vs. gibi ithamlarla karalanmıştır.

Bu çift başlı sapıklığın tarih içinde kurumsal temsilcileri O r t a ç a ğ kilise babalarıdır. 

Muazzez nebi Hz. İsa'nın dinini zulüm, kan ve dehşet aracı yapan engizisyon papazları, onun en samimi bağlılarını "isa'ya saygısızlık" iddiasıyla kestiler, astılar, yaktılar...  Hem de binlercesini, milyonlarcasını... Ve kadın-erkek, yaşlı-genç demeden...


* Peygamberlerin sadece Ortadoğu'ya gönderildiğini sanmak:


Kur'an'a göre, istisnasız tüm toplumlara peygamber gelmiştir, (bk. Fâtır, 24) 

Her insan topluluğuna bir peygamber göndermek, fıtratın (yaratılış ve yaratışın) faaliyetlerindendir. 

Her topluma peygamber gönderildiğini bildiren ayet de Fâtır Suresi'ndedir. 

O halde, Kur'an'da adları ve anıları örnek türünden anlatılan peygamberlere bakarak başka coğrafyalara peygamber gelmediğini söylemek yanlıştır. Peygamberlik, Cenabı Hak tarafından sona erdirildiği güne kadar, yani Hz. Muhammed'in

gönderilişine kadar, her topluma bir nebi mutlaka gelmiştir.

Esasen, Kur'an, insanoğlunun, peygamber uyarısına muhatap olmadıkça sorumlu tutulmasının tanrısal yasalara aykırı olduğunu belirtmiştir, 

(bk. İsra, 15)

Tüm toplumlara ve coğrafyalara bir şekilde peygamber gelmiştir ama biz bunun ayrıntılarını ve gelen nebilerin adlarını ve hatıralarını bilmiyoruz. Bilmediğimize göre, gönderildiklerine inanır, ötesi hakkında hüküm vermeyiz.


* Peygamberlerin sayısını, Kur'an'da gösterilenlerden ibaret sanmak:


Kur'an, adını sayıp hayat ve hatırasına yer verdiği peygamberlerin örnek türünden olduğunu, adları anılmayan daha pek çok peygamberin gelip geçtiğini açıkça bildirmektedir, 

(bk. Nisa, 164; Ğâfir, 78)


* Peygamberleri Allah'ın oğlu gibi görmek:


Kur'an'ın en ısrarlı şikâyetlerinden biri de budur. Bu günah, Yahudi ve Hristiyan toplumlar tarafından işlenmiştir.

Onlar Hz. U z e y r ile Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu diye anmak günahını işlediler: 

“Yahudiler: 'Uzeyr Allah'ın oğludur' dediler; Hristiyanlar da “Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Kendi ağızlarının

sözüdür bu. Kendilerinden önce inkâr edenlerin sözlerine benzetme yapıyorlar..."

(Tevbe, 30)


* Peygamberleri yarı-melek varlıklar olarak görmek:


Peygamberleri yaşayan ve örnek alınan insan-modeller olmaktan çıkaracak bu müşrik anlayışa Kur'an'ın karşı çıkışını görmek için Furkan Suresi 7-9. ayetleri okumak yeterlidir.


* Peygamberlerin günahsız varlıklar olduğunu söylemek:


Günah; sürçmenin, yanlış yapmanın din dilindeki adıdır. Kur'an, insan olmanın kaçınılmazlarından birinin de günah işlemek olduğunu bildirir. Peygamber de olsa, hiçbir insanın günahsızlık gibi bir niteliği olamaz.

Bu nitelik, mükemmellik demektir ve o da Allah'a özgüdür.

Peygamberlerin masumluğu, günah işlemezlik anlamında değildir, onların peygamberliklerinin şaibe ve eksikten arınmışlığı anlamındadır.

Bizim dikkat etmemiz gereken nokta, peygamberleri yücelteceğiz diye, Allah'a özgü nitelikleri insana

vermemektir. 

Nebiler de günah işleyebilir ama Cenabı Hak, görevleri gereği onların hatalarını vahiy ile kendilerine hemen ihtar eder. Kur'an'da birçok yerde nebilerin tövbe etmeye, af dilemeye çağrılmaları anlamsız değildir.

Günah anlamındaki "zenb" sözcüğü, nebilere isnat edilmiştir. Hz. Muhammed de bu nebiler içindedir,

(örnek olarak bk. Şuara, 14; Muhammed, 19; Fetih, 2) 

Ancak biz nebilere saygımızdan ötürü onlar için günahkâr tâbirini kullanmayız, onların zellelerinden (sürçmelerinden)

söz ederiz.


* Peygamberlerin bedenlerinin kıyamete kadar diri olduğunu iddia etmek:


Tasavvuf-tarîkat hurafelerinden biri olan bu anlayış Kur'an'ın beyanlarına aykırıdır. Kur'an, nebileri "beşer" olarak niteleyip diğer beşer varlıklar gibi öldüklerini söylerken aynı sözcüğü kullanmıştır: Meyyit, yani ölü... 

(bk. Zümer, 30)

Peygamberlerin yüceliği onların eserlerinin ölümsüzlüğü iledir, et ve kemiklerinin ölmezliği ile değil. Et

ve kemiği ölmez kabul etme tutkusu eski-pagan bir tutkudur. 

Kur'an bunu yıkmıştır. 

Kur’an’ın yıktığı bir anlayışı, Kur'an dini adına savunamayız.


* Peygamberlerin geri gelip mehdî olarak görev yapacaklarını iddia etmek:


Yahudiler bunu İlyas Peygamber için, Hristiyanlar ise İsa Peygamber için söylemişlerdir. Hristiyanlık'taki

bu anlayış, İsrailiyât uydurmaları aracılığıyla İslam'a da sıçramıştır. (Ayrıntılar için bk. Bu eser, Mehdî mad.)


HZ. MUHAMMED'LE İLGİLİ BİD'ATLAR, HURAFELER


* Hz. Muhammed'i Allah'ın sevgilisi olarak anmak:


Mevlit yazarı Süleyman Çelebi, Allah-Peygamber arasında geçtiğini düşündüğü bir konuşmayı şöyle veriyor:


"Ben sana aşık olıcak ey latif. Kabul olmaz mı dü âlem ey şerif!"


Bu ifadeler Eski Yunan ilahları için kullanılan mitolojik ifadelerdir. Allah kullarını sever, onlar da Allah'ı

sever; Allah müminlerin dostu, müminler de O'nun dostudur ama, Allah hiç kimseyi "sevgili" edinmez, hiç kimseye aşık olmaz. Sevgi faaliyeti varlığın temel faaliyetlerinden biridir. Bunun içindir ki Kur'an sevgi (hubb) faaliyetini Allah'a da, insana da isnat eder. Din hayatının ve imanın esası da bir sevgi faaliyetidir, 

(bk. Bakara, 165) 

Ama şunu gözden uzak tutamayız: Bütün insanları veya bütün varlıkları sevmek başka şeydir, birini sevgili edinmek başka şeydir. Bu ikincisi, mutlak özgürlüğe aykırıdır, sevgili edinen varlığı bağımlı kılar. Böyle olduğu içindir ki sevgili edinmek

beşerî bir zaaftır. Zaaf ifade eden bir niteliğin Allah'a isnadı tevhit nezaketiyle bağdaşmaz.

İbnül-Cevzî, Allah'a etken veya edilgen olarak aşk isnat etmeyi İblis'in tasavvuf-tarîkat çevrelerine musallat ettiği karıştırmalardan biri olarak görüyor, 

(bk. Telbîsü İblis, 188, 199)

Kur'an'da peygamberler için "halîl" (dost) sıfatı, müminler için de "veli" (dost) sıfatı kullanılmıştır, 

(bk. Nisa, 125; Yûnus, 62-63) ama hiçbir peygamber için "habîb" (sevgili) sıfatı kullanılmamıştır. Allah'ın velisi

ve halili olur, ama habîbi (sevgilisi) olmaz. Bunun içindir ki herhangi bir peygamberi "Allah'ın sevgilisi"

diye anmak, bir tevhit-dışılıktır.


* Hz. Muhammed'in nurdan yaratıldığını söylemek:


Kur'an onu ısrarla ve defalarca "beşer" olarak anmaktadır.

Nurdan yaratılan bir varlığın insana örnek olması söz konusu edilemez. Allah, resullerin melekler gibi doğa üstü özellikler taşımasını isteyenleri putperestlikle, zalimlikle suçlarken, tevhidin son elçisine nurdan

yaratılmıştık niteliği vermek gibi bir yola gitmez.

Nurdan yaratılmışsa "üsve-i hasene" (uyulabilecek en güzel örnek) nasıl olacaktır? 

Kur'an bunun tam tersini söylemektedir.

Nur-i Muhammedi anlayışıyla Hz. Muhammed'i beşer sıfatından soyup örnek alınamaz duruma getiren çevreler bununla da yetinmemiş, tüm varlık ve evrenin onun için yaratıldığını iddia etmişlerdir.

Vahyin hiçbir beyanı, hiçbir nebiyi "varlık ve evren senin için yaratıldı" diyerek yüceltmemiştir. Çünkü bu nitelik ulûhiyetin niteliklerindendir. 

(Bu konuda geniş bilgi için bk. İbn Teymiye; Resâil, 1/155 vd.)

Şunu asla unutmamalıyız: 

 Kur'an, Hz. Muhammed'in nübüvvetini ispat ve yüceltme noktasında dikkatleri

hep kendine çekmiş, vurguyu Peygamber'e değil, vahye yapmıştır. Resulün ne fiziği ne kişiliği ne de başkaca bir bedensel üstünlüğü üzerinde durulmuştur.

İslam dünyası ise bu Kur'ansal tavır ve tarzın tam aksi bir yol tutmuş, Peygamberimizi yüceltmede eskilerin (Yahudilerin ve Hristiyanların) yöntemini öne çıkarıp vurguyu Kur'an'dan Peygamber'e çevirmiştir.

Bu yol, sonucu şirkle bitecek bir yoldur ki, Kur'an buna Hz. İsa konusunu anlatırken açıkça dikkat çekmiştir.

Hz. Muhammed bahsinde, nebinin ölümünden sonra kalan tek mucize Kur'an'dır. Bu mucize üzerinde derinleşmek yerine, Peygamber'in hayatını mitoloji ile zenginleştirip yedek mucizeler yaratmaya kalkmak İslam dünyasının Kur'an'dan kopmasına yol

açmıştır.


* Hz. Muhammed'in sakal kıllarını

kurtarıcı olarak görmek:


Hz. İsa'ya kilise babalarının yaptıklarını, Cenabı Peygamber'e sakal-ı şerîfçi bid'at erbabı yapmıştır. 

Savunmada kullanılan söylem hep aynıdır: "Biz, bunu ona saygımızdan yapıyoruz, teberrüken öpüyoruz,

şirk ve ilahlaştırma niyetimiz yok!"

Bu sözlerin hiçbiri, Hz. Peygamber'i şirk aracı yapmanın mazereti olamaz. İsa'yı Allah'ın oğlu ilan edip heykelini tevhit mabedine sokanlar da aynı kelimelerle konuştular, ama hiçbiri şirke bulaşmaktan kurtulamadı.

Sakal kıllarını mabet dışında öpüp kutsamak bid'at, bu işi mabedin içinde yapmak ise şirk belirtisidir.

Çünkü Cin Suresi 18. ayete açıkça aykırıdır. Sakal-ı şerif denen sarılıp sarmalanmış kılların çevresinde halka olan insanlar dakikalarca, hatta saatlerce dönüp durmakta, ortaya bir Beytullah'ı tavaf manzarası çıkmaktadır.

"Biz bu dönüşü tavaf niyetiyle yapmıyoruz" türünden İsrailiyât baheneleri hiçbir anlam ifade etmez; yapılan doğrudan doğruya tavaftır. Beytullah dışında tavaf ise peygamberlere bile yapılsa küfürdür. Hem de icma' ile...

 (bk. İbn Teymiye; Resâil, 1/79-80)


* Hz. Muhammed'in her davranışını din sanmak:


Hz. Muhammed bir beşer-nebi olduğuna (melek-nebi olmadığına) göre, onun söz ve fiillerinin iki kategoriye ayrılması kaçınılmazdır: 

a) Nebevi fiilleri, 

b) Beşerî fiilleri. 

Bu tevhit inceliği hiç dikkate alınmadan onun yaptığı, söylediği, susarak seyirci kaldığı her şey dinleştirilmiş, beşer olan nebi bir melek-ilah nebiye dönüştürülmüştür.

Ne ilginçtir ki İslam'ın Kur'an kaynaklı tespitlerini hiçbir problem ve sıkıntıyla karşılaşmadan her zaman ve zeminde yaşamak mümkün iken, "sünnet" adıyla

sahnelenen yarı mitolojik kabulleri yaşamakta akıl almaz sıkıntılarla karşılaşmaktayız. Sebep, nebinin beşer-nebi olmaktan çıkarılıp melek-nur-peygambere dönüştürülmesidir.

Hz. Resul'ün vahye ve nebi yanına ilişkin Kur'an beyanları onun beşerî yanını da kapsayacak biçimde algılanmakta ve Kur'an vahyine ilişkin üstünlükler beşerî tespitlere mâl edilmektedir. Örneğin, "O kendi arzu ve isteğinden konuşmaz; onun size okuduğu indirilmiş bir vahiyden başkası değildir.

“Necm 3-4” ayetleri, Peygamberimize isnat edilen ve birçoğunun uydurma olduğunda kuşku bulunmayan sözleri kutsamak için kanıt yapılmaktadır. Oysaki burada sözü edilen Kur'an'dır. 

Müşrikler Hz. Resul'ü şairlik, kâhinlik, sihirbazlıkla suçluyor, Kur'an'ı onun uydurduğunu söylüyorlardı.

Ayetler buna cevap getiriyor. Kur'an'ın Hz. Peygamber'in sözlerini vahiy ilan etmek gibi, hâşâ, bir gayreti asla yoktur. Kur'an ona "beşer" diyor ve farkını, kendisine vahiy gelmesi olarak gösteriyor. Gelen vahiy, ortadadır: Kur'an...

Eğer onun beşer olarak konuştukları da vahiy ise, neden onları yazdırmamış, tam aksine hepsini imha ettirmiştir?

Onlar vahiy idiyse bu yazdırmama ve imha ettirme, peygamberlik sıfatlarından olan "zapt" ve "emaneti tebliğ" nitelikleriyle çelişmez mi?

Sözün özü şudur: 

Hz. Peygamber, aynı zamanda bir

devlet başkanı ve yargıç sıfatıyla da iş yapmış, söz söylemiştir.

Önemli olan, Kur'an'ın bunları vahiy adına tescil edip etmediğidir. Arapların asırlardır uyguladığı cünüplükten yıkanma âdeti, Kur'an'la tescil edildiği

için farz olmuştur.

Kur'an tescil ederse başımız üstüne, o bizim için din olur. Kurallaştırmazsa o bizim için bir âdet olarak kalır.

Sahabî Câbir b. Abdullah'ın, Müslim'deki şu sözü,

üzerinde olduğumuz konu bakımından son derece önemlidir.

Diyor ki Câbir (ölm. 74/693): 

“Bir yandan biz, meniyi dışarı boşaltarak gebeliği önlüyorduk,

bir yandan da Kur'an vahyediliyordu. Eğer bizim yaptığımız engelleme, yasaklandığımız bir şey olsaydı, Kur'an bizi ondan yasaklardı."

Câbir'in bu sözü, dini anlama ve sünnetin yerini belirlemede

yaşamsal bir tespittir. 

Sahabî neslinin sünnetten

ne anladığını göstermesi ve din adına yasak olanla olmayanı belirleme bakımından ışık tutucu bir sözdür.

Ve ilkesel ifadesi şudur:

Sünnet diye andığımız tavır ve tarz birçok şeyi yapar, söyler; önemli olan bunların Kur'an tarafından tescil edilip edilmediğidir. Tescil edilenleri dinleşir, zaman üstü olur; tescil edilmeyenleri tarihsel yorum olarak kalır...

Şu da gözden uzak tutulamaz: 

Sünnet adıyla ortaya getirilen kabullerin birçoğu, Peygamber'e ait söz ve davranış değildir. 

“Hadis" adıyla ortaya getirilen sözlerin birçoğunun Peygamber'in sözü olmadığı gibi... 

Buharî çevirmeni Ahmed Naim (ölm. 1934), sünnet ve hadis konusundaki gelenekçiliği ile tanınmasına rağmen şunu söylemek zorunda kalmıştır: "Sahabe ve tâbiûn asarına yani kavil, fiil ve takririne müteallik merviyyâta da hadis denildiği kesîrul vukû’dur." 

(Ahmed Naim; Buharî Tercüme ve Şerhi, 1/7) 

Ahmed Naim'in bu sözünün günümüz Türkçesiyle ifadesi şudur: 

“Sahabe ve onu izleyen kuşaktan bize aktarılan söz, fiil ve kabullerin hadis diye anıldığı da çokça rastlanan bir olgudur."

Gerçek şu ki, bırakın bu güvenilmez rivayetleri,  mütevâtır hadisleri bile Kur'an ayetleriyle aynı kefeye koyamayız, koyarsak vâzı-ı din (din koyucu) ikileşir, şirk doğar.


* Hz. Muhammed'i Allah'ın elçiliğinden Allah'ın ortaklığına doğru çekmek:


Hz. Muhammed, elçilikten ortaklığa doğru çekme illetinin varlığını ve tehlikelerini çok iyi biliyordu. Bu illetin ümmetini perişan etmemesi için çok mücadele etmiştir.

Onun hayatı bu mücadelenin hayranlık verici tablolarıyla doludur. Ama ne yazık ki ölümünden sonrasına hükmetmek hiçbir faninin elinde değildir. O da bunu yapamamış ve ölümünden sonra kendisini elçilikten ortaklığa doğru çeken hastalıklı şuuraltının hortlamasına engel olamamıştır.


Şimdi onun hayatında bu "ortaklığa çekiş"e karşı direnmenin ilginç göstergelerinden bir tabloyu görelim:


Sahabîlerinden biri bir sabah Hz. Peygambere gelip ona rüyasını anlatır. 

Rüya şudur: 

Adam, Yahudi bir topluluğa uğramış ve onlara şunu demiştir: 

“Keşke siz, 'Uzeyir Allah'ın

oğludur’ dememiş olsaydınız”. Yahudiler de ona şu cevabı vermişler: 

“Keşke siz de 'Allah ve Muhammed isterse' dememiş olsaydınız”. 


Adam daha sonra Hristiyan bir topluluğa uğramış ve onlara şöyle

demiş: 

“Keşke siz ‘Mesih İsa Allah'ın oğludur' dememiş olsaydınız!” Hristiyanlar da adama şunu söylemişler:

“Keşke siz de ‘Allah ve Muhammed isterse’ dememiş olsaydınız”. 

Rüyayı dinleyen Hz. Resul o

zâta şu cevabı vermiş:

“Doğrusu ben o sözü sizden

duydum ve o söz yüzünden çok sıkıntı çektim. Bir daha 'Allah ve Muhammed isterse' demeyin, sadece Allah isterse deyin!" 

(İbn Hemmâm; Musannef, 11/28)


İşte Hz. Muhammed'in Allah ile kendisi arasındaki ilişkiyi oturttuğu tevhit zemini budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder