02 Mart 2024

KUR'AN EVREN KİTABIYLA BÜTÜNLEŞEN KİTAPTIR

  Yaşar Nuri Öztürk'ün ''KUR'AN'I TANIYOR MUSUNUZ? O'NU HİÇ OKUDUNUZ MU?'' isimli eserinden, okuyacak olanlara hüsn-i istifade ümidiyle, iktibasa devam ediyoruz.

Abdullah Erdemli

********************

EVREN KİTABIYLA BÜTÜNLEŞEN KİTAP 

Kur’an’a göre, İNSANIN ÖNÜNE, OKUNMAK ÜZERE KONAN ÜÇ TEMEL KİTAP vardır. 

-        KÂİNAT kitabı, 

-        Vahiy kitabı (KUR’AN) ve 

-        İNSANIN BİZZAT KENDİSİ. 

VAHİY KİTABI, yani genel anlamda bütün peygamberlere gelmiş bulunan VAHİY, özel anlamda da KUR’AN, diğer iki kitabın (Kainat ve İnsan) gereğince okunup değerlendirilmesini kolay­laştıran bir IŞIK’tır. Bunun içindir ki, vahyin, hatta Kur’an’ın bir adı da NUR’dur. Kur’an’a göre, “Allah göklerin ve yerin nu­rudur.” (Nur, 35) Demek ki, EVREN ve İNSAN adlı KİTAPLAR’ın gerektiği şekilde okunabilmesi için, bizzat Yaratıcı Kudret, VAHİY KİTABI aracılığıyla insana yardımcı olmak için DEVREYE GİRMEKTEDİR. 

Kur’an, andığımız üç kitabın, belirli parçalarını ‘AYET’ olarak anmaktadır. (ÜÇ KİTABIN AYETLERİ’ni gereğince okumak konusunda bilgi için bk. İzutsu; Kur’an’da Allah Kavramı, 128 vd.) Kur’an bir ayetler topluluğu olduğu gibi, evren ve insan da ayetler topluluğudur, (bk. 412/53; 51/20-21) 

Vahiy kitabında mikro ve makro âlemlerle ilgili bir yan olduğu gibi, evren ve insan kitaplarında da vahiy ile ilgili yanlar vardır. O halde, ne vahiy kitabı insan ve eşyaya ait ilimlersiz çözülebilir, ne de eşya ve insan vahiy kitabı olmadan layıkıyla anlaşılabilir. Buna dayanarak diyebiliriz ki, filozof Kant’ın, “imana yer bulmak için bilgiyi inkâr ettim” sözünün Kur’an ruhu açısından tutarlılığı yoktur. Kur’an, Kant (ölm.1804) felsefesinin tabirlerini kullanırsak, numen âlemiyle fenomen âlemi arasında ünsiyet kurmaktadır. Bunlarm birini değerlendirmek için ötekini inkâr veya görmezlik, Kur’an’ın yolu değildir. Bu yüzdendir ki Kur’an, mucizeyi, Mehmet Aydın’ın da isabetle belirttiği gibi, ‘TABİAT ÜSTÜ, TABİAT KANUNLARI DIŞINDA ŞEY OLMAKTAN ÇIKARMIŞ, BU KANUNLARIN BİZZAT KENDİLERİ OLARAK GÖSTERMİŞTİR.’ (Aydın; Din Felsefesi, 220) 

Bugün elimizdeki resmî mushaftaki ayet sayısı 6 bin üçyüz küsurdur. 6 bin altıyüz küsur şeklindeki geleneksel tekerle­me elimizdeki mushafın tertibine aykırıdır. Hikâye ve riva­yete sığınmanın anlamı yok; mevcut mushaflardan birini alıp surelerin içerdikleri ayet sayılarını yarım saat ayırarak top­lamak yeter. Bunu yaptığınızda göreceksiniz ki, Kur’an’da, 6236 ayet vardır. Bunların bazıları bir cümle, hatta bir harf olduğu halde, bazıları bir sayfa tutabilmektedir. 

Kur’an’daki kelime sayısının 77.934 (yetmiş yedi bin dokuz yüz otuz dört), harf sayısının 323.670 (üçyüz yirmi üç bin altı yüz yetmiş) olduğu kayda geçirilmiştir, (bk. Süyûtî, el-İtkaan, 1/188,195) 

KUR’AN’DA ELLİ DİLDEN KELİMELER BULUNDUĞU DA KAYDA GEÇİRİL­MİŞTİR. (Ayrıntılar için bk. Süyûtî, age. 1/364) Kur’an bu yapı­sıyla da bir evrensellik ifade etmektedir. Kur’an, insanlığı bir bütün olarak sadece ruhu, medeniyetleri ve mânâsıyla değil, dilleriyle de kucaklamaktadır. AYETLER MESELESİNDE İŞİN ESAS HAYRANLIK UYANDIRAN KISMI BUNDAN SONRASIDIR:

Üç kitapta yer alan tüm ayetler kutsaldır. Çünkü onların tümü Allah’ın ayetleridir; tümü O’nun varlığına kanıttır. Bir müslüman şair, darbımesel haline gelmiş bir beytinde bu ger­çeği şöyle dile getirmiştir: 

“Her şeyde O’na çağıran, O’nun birliğine delâlet eden bir ayet vardır.” 

Kur’an terminolojisinin en önemli kavramlarından biri olan ayet, (çoğ. âyât ve ây) Arap dilinde, işaret, iz, belirti, delil anlamlarına gelmektedir. Kur’an, ayet deyimini, mucize kar­şılığı olarak da kullanmaktadır. Çünkü Kur’an’ın anlayışında bütün evren ve bütün oluşlar birer mucizedir. Kur’an ayrıca, ayet kelimesini genellikle beyyine (açıklık, aydınlık, delil) kelimesiyle nitelendirmektedir. Kur’an terminolojisiyle konuşursak, ayetin, insanı Allah’a kılavuzlayan, ona Allah’a gidişinde iz ve işaret veren her şey olduğunu söylememiz gerekir.

Kur’an, ayetlerin insanı kuşatan dünyada yer alanlarına ÂFÂKİ ayetler, insanın kuşattığı âlemde, yani insanın iç dünyasın­a yer alanlarına ENFÜSİ̂ ayetler demektedir. (Bakara, 190; Zâriyat, 20-21; Fussılet, 53) 

Varlık ve oluşun tamamını ayet (mucize) olarak gören Kur’an, varlık ve oluşun tamamını mucize sayıyor demektir. KUR’AN’A GÖRE, HAYATIN TÜMÜ BİR BÜYÜK MUCİZEDİR. Bu mucizenin hayranlık verici görünümü arkasındaki evrensel şuuru ve yaratıcı sırrı fark edebilmek, hiçbir ayrım yapmadan bütün ayetleri tetkik etmeye bağlı bulunuyor. Ayetler arasında ayırım yapmak, gerçeğin yakalanmasını engeller veya insanın yanlış, eksik bilgilere teslim olmasına yol açar. 

Tanrısal vahiyler, peygamberler, gökler, yeryüzü, gece, gündüz, diller, renkler, tarihsel kalıntılar, böcekler, fosiller, gözyaşı, keder, sevinç, rüzgâr, yağmur, doğum, ölüm, sevgi, nefret, vs. vs. hep birer ayettir ve hepsinin incelenmesi insanın görevidir. (Ayetler konusunda daha geniş bilgi için bk. Öztürk; Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, Allah’ın Ayetleri bölümü) 

Demek oluyor ki, vahiy aracılığıyla indirilen (tenzili) ayetler olduğu gibi, yaradılış yoluyla varlıklar dünyasına çıkarılan (tekvini) ayetler de vardır. Ve bu ayetlerin tümü yaratıcı şuuru gösterme bakımından delil niteliğindedir. Sûfî müfessir Bursalı İsmail Hakkı (ölm.1137/ 1725) bu gerçeği şu güzel cümlesiyle ifadeye koymuştur: “Âyât-ı tenzîlîyye nice ise ayât-ı tekvîniyye dahi burhan-ı İlahîdir. (Bursalı İsmail, Kenz-iMah.fi, 136) 

İnsanlık tarihinde şu gerçeği bize ilk bildiren metin de Kur’an’dır. Evren sonsuz değildir ama sınırlı da değildir. Evrenin bir sonu vardır ama bu son gelinceye kadar geniş­leme devam etmektedir. Bu demektir ki, oluş yani ayetler resm-i geçidi devam etmektedir. Kur’an bu inceliğe dikkat çe­kerken şöyle diyor: 

“Biz bir ayeti silip yok ettiğimizde veya onu unutturduğumuzda, yerine ondan daha iyisini, yahut onun bir benzerini mutlaka getiririz.” (Bakara, 106) 

“Hamd, Fâtır olan Allah’adır; gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan O’dur! Yaratışta/yaratılmışlarda dilediğini artırır O. Hiç kuşkusuz, Allah her şeye gücü yetendir.” (Fâtır, 1) 

KUR’AN, YARATILAN KİTAP OLAN EVRENİ TETKİK YOLUNUN YÜRÜNMESİ­Nİ BİR MATERYALİZM OLARAK GÖRMEZ. MATERYALİZM, BİR İNCELEME YÖNTEMİ HALİNDE ALINMAK VE YARATICI ŞUURU İNKÂRA ARAÇ YAPILMAMAK ŞARTIYLA, KUR’AN’IN AYETLERİ TETKİK EMRİNİN BİR İHYASIDIR. NE YAZIK Kİ, MATERYALİZM, DİNE (YANİ KİLİSEYE) RAĞMEN VÜCUT BULDUĞU İÇİN, ONUN KİLİSE KARŞISINDAKİ İNKÂR EDİLEMEZ ZAFERİ, DİNLERİN İFLASI GİBİ GÖRÜLMÜŞTÜR. EĞER BÖYLEYSE, BU İFLAS, KUR’AN’IN DİNİ DIŞINDAKİ DİNLERİN İFLASI OLARAK TESCİL EDİLMELİDİR. 

VARLIK VE OLUŞUN TÜMÜ MUCİZEDİR 

Ayetlerden oluşan Kur’an kitabı nasıl mucizelerle dolu ise, yine ayetlerden oluşan evren ve insan kitabı da mucizelerle doludur. Bunun açık ve formüler anlamı şu olacaktır: Varlık ve oluşun tümü mucizedir. 

Her şeyden önce yerküre incelemeye açılmış, insan bu incelemeyi yapmak üzere ısrarla teşvik edilmiştir. Yerin üstü de altı da incelenecektir. Çünkü yerkürenin tümü mucizelerle dolud­ur. Boğulan Firavun’un geriye bırakılmış mumyası bile bir ayet-mucizedir. Son nefeslerini vermek üzere olan Firavun’a şöyle deniyor: 

“Bugün senin bedenini kurtaracağız ki, arkandan gelenlere bir ayet olasın. Ama insanların çoğu bizim ayetlerimizden gerçekten habersiz bulunuyor.” (Yunus, 92) 

O halde, Firavun’un sonraki asırlara bırakılmış mumyası bile, tıpkı Kur’an ayetleri gibi incelenecektir. Çünkü Kur’an, ayetler arasında ayrım ve hiyerarşi kabul etmez. Kur’an, eski uygarlık kalıntılarının dikkatle incelenmesini ısrarla emret­mektedir. Bu konudaki emirler sıralandığında, insanlığı ar­keolojik araştırmalara ilk sevk eden kitabın Kur’an olduğu rahatlıkla söylenebilir. Şu buyruklara bakın: 

“Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanların yararı için denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten suyu indirip onunla, ölümünden sonra toprağı dirilterek üzerine tüm canlılardan yaymasında, rüzgârların bir düzen içinde yönden yöne çevrilmesinde, gök ve yer arasında bir hizme­te memur edilen bulutlarda, AKLINI İŞLETEN BİR TOPLULUK İÇİN SAYISIZ AYETLER VARDIR.” (Bakara, 164) 

“Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, AKILLARINI/GÖNÜLLERİNİ İŞLETENLER İÇİN ÇOK İBRETLER VARDIR. Onlar o kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah’ı zikrederler; GÖKLERİN VE YERİN YARATILIŞI HAKKINDA DERİN DERİN DÜŞÜNÜRLER: ‘Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Şanın yücedir senin! Ateş azabından koru bizi!” (Âli İmran, 190-191) 

“Şunu söyle: DOLAŞIN YERYÜZÜNDE DE BAKIN NASIL OLMUŞ GER­ÇEĞİ YALANLAYANLARIN SONU!” (En’am, 11) 

“Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiç­bir kuş istisna olmamak üzere, hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu kitapta, herhangi bir şeyi gereğinden fazla yapmadık/gereğinden eksik bırakmadık. Onlar, sonunda, Rableri önünde haşredilirler (yeniden diriltilirler).” (En’am, 38) 

“De ki, ‘Göklerde ve yerde neler var/neler oluyor, bir bakın!’ O ayetler ve uyarılar iman etmeyen bir toplumun hiçbir işine yaramaz.” (Yunus, 101) 

“Göklerde ve yerde nice mucizeler var ki, yanlarından geçerler de dönüp bakmazlar bile.” (Yusuf, 105) 

Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, onlardan öncekilerin akı­beti nice oldu görsünler.” (Yusuf, 109) 

“Yeryüzünde birbirine sırt vermiş komşu kıtalar, üzümlerden bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, bir tek suyla sulanırlar. Biz bunların, yemişlerde bir kısmını diğer bir kısmına üstün kıldık. BÜTÜN BUNLARDA AKLINI ÇALIŞTIRAN BİR TOPLULUK İÇİN ELBETTE Kİ AYETLER VARDIR.” (Ra’d, 4)

“GÖRMÜYORLAR MI Kİ, BİZ O YERKÜREYE GELİYOR, ONU UÇLARINDAN EKSİLTİYORUZ. ALLAH HÜKMEDER; O’NUN HÜKMÜNÜ DENETLEYECEK DE YOKTUR.” (Ra’d, 41) 

“BİZ, GÖKLERİ DE YERİ DE BUNLAR ARASINDAKİLERİ DE EĞLENİP EĞ­LENDİRELİM DİYE YARATMADIK. EĞER BİR EĞLENCE EDİNMEK İSTE­SEYDİK ONU KENDİ KATIMIZDAN EDİNİRDİK. AMA BÖYLE YAPANLAR DEĞİLDİK/YAPSAYDIK ÖYLE YAPARDIK.” (Enbiya, 16-17) 

“Allah gökleri de yeri de hak olarak yaratmıştır. Kuşkusuz, bunda, iman sahipleri için mutlak bir mucize vardır.” (Ankebût, 29; Hicr, 85; Rum, 30; Sâd, 27; Dühan, 38; Ahkaf, 3) 

“Ölü toprak onlar için bir mucizedir. Onu dirilttik, ondan dâne çıkardık; bak işte ondan yiyorlar. Onda hurmalardan, üzümlerden bahçeler oluşturduk, ondan pınarlar fışkırttık” (Yasîn, 33-34) 

“Sen, toprağı huşû içinde boynu bükük görüyorsun ya, işte o da Allah’ın ayetlerindendir. Onun üzerine suyu indirdiğimizde, o titrer ve kabarır. Hiç kuşkusuz, onu dirilten Muhyî, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şey üzerinde güç sa­hibidir.” (Fussılet, 39)

“Yemin olsun ki, biz o Nuh’un gemisini bir ibret ve işaret olarak arkaya bıraktık. Yok mu araştırıp öğüt alacak?” (Kamer, 15) 

BU MEALDE AYETLERİN SAYISI, İKİYÜZE YAKINDIR. BU DEMEKTİR Kİ, İNSANLIK TARİHİNDE İNSANLIĞIN BAKIŞLARINI VE DÜŞÜNCESİNİ YER­ KÜRENİN MUCİZELERLE DOLU YAPISINA ÇEVİREN KİTAP KUR’AN’DIR. BÜTÜN EVRENİN İNCEDEN İNCEYE TETKİK EDİLMESİNİ İSTEMİŞTİR. (Ayrıntılar için bizim ‘Küresel Âfetler’ ile ‘Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf adlı kitaplarımıza bakılabilir) 

GELECEK MUCİZELERE UFUK AÇAN AYETLER 

Bir yandan, mucizelerle dolu üç kitap önümüze açılırken, bir yandan da gelecek zamanlarda vücut bulacak yeni ayetlere (mucizelere), esrarlı işaret ve delâletlerle dikkat çekilir. Bu tür ayetler, deyim yerinde ise MUCİZE İÇİNDE MUCİZE sergile­yen beyyinelerdir. Bir örnek olarak Yasîn suresinin 32-44. ayetlerini görelim. Bu ayetler, bir yandan, evren kitabının taşıdığı ayetlerin bir kısmındaki mucizelere dikkat çekerken, bir yandan da gelecek zamanlarda fark veya keşfedilecek yeni bazı ayetlerin ufuk çizgilerine bakmamızı sağlamaktadır. 

Anılan ayetlerde, önce yerkürenin taşıdığı mucizelere yer ve­rilmiş, ardından yerküre ile uzay arasında ilişki kurulmuştur. Bir kelam mucizesi olan Kur’an burada, bakış ve düşüncemi­zi, uzay olaylarına, güneş sisteminin işleyişine, Ay’ın evrelerine, gece ile gündüzün seyrine çekiyor, ardından da bizi bu olaylarda eksen kelime olan ‘felek’ (çoğulu: fülk) sözcüğünün yeryüzündeki gemileri ifade için kullanılan şekli olan ‘fülk’ (gemi/gemiler anlamında, tekili ve çoğulu aynı) sözcüğüne yönlendiriyor. Bunu yaparken, insanlığın bin küsur yıl sonra imal ve inşa edeceği uzay gemilerine de ince bir işaretle ufuk yönlendirmesi yapıyor. Bütün bunlar, kelam mucizesi olan Kur’an’ın kullandığı ‘fülk’ kelimesiyle gerçekleştirilmiştir. Yani tek kelimenin kullanımıyla. Önce o ayetleri görelim: 

“Gece de onlar için bir mucizedir. Gündüzü ondan soyup alı­rız da onlar karanlığa gömülüverirler. Güneş, kendine özgü bir durak noktasına/bir durma zamanına doğru akıp gidiyor. Azîz, Alîm olanın takdiridir bu. Ay’a gelince, biz onun için de birtakım menziller/birtakım evreler belirledik. Nihayet o, eski hurma sapının eğrilmişi gibi geri döner. Güneş’in Ay’a ulaşıp çatması gerekmiyor. Gecenin de gündüzü geçmesi gerekmez. Her biri bir yörüngede (felekte) yüzmektedir. Zürriyetlerini o dolu gemide/sularda seyreden yük gemilerinde/uzayda seyreden uzay gemilerinde taşımamız da onlar için bir ayettir. Onlar için, tıpkı o gemi gibi/anılan gemiler misali biniyor oldukları başka şeyler de yarattık. Eğer diler­sek onları boğarız. Bu durumda ne kendileri için feryat eden olur, ne de kurtarılırlar.” (Yasîn, 37-43) 

Uzay varlıklarının seyrinin, bin küsür yıl öncesinde ‘yüzme’ (sibaha) kavramıyla ifade edilmesi de bir mucizedir. Uzay cisimleri ve uzay gemileriyle yerküredeki gemilerin hareket­lerini ifade eden iki ortak kelime seçilmiştir: Fülk ve sibaha. 

Fa, Lam, Kef harflerinden oluşan felek (Fe, Lam, Kaftan oluşan felak değil) sözcüğü esrarlı bir sözcüktür. Kur’an’da ‘felek’ şeklinde tekil alındığında uzay olaylarını ifade için kul­lanılmaktadır. Fülk şeklinde çoğul kullanıldığında yerküre­deki gemileri ifade eder. Yasîn, 39-41. ayetlerdeki kullanım da budur. Burada, yerküre gemileri ve onların seyriyle, uzay cisimleri ve onların seyri arasındaki paralellik, benzerlik ve terminoloji birliği yine bir mucize olarak (tabiî ki işaret yoluyla) kurulmuştur. Ve insanlık, evren kitabının ayetlerinde sergilenen bu mucize paralellik üzerinde durmaya çağrılmış­tır. Müfessirlerin babası diye anılan Fahreddin er-Râzî (ölm. 606/1209), bu paralelliğe hayranlık verici bir şekilde dikkat çekmiş, anılan ayetleri açıklarken şu cümleyi kullanmıştır: 

“Yüce Tanrı, bu ayetlerde gök cisimlerinin uzaydaki yüzüşüyle o yüzüşün bir benzeri olan sulardaki gemilerin yüzüşünü açıklamaktadır.” (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 26/78) Tabii ki, uzay gemilerinin keşfinden sekizyüz küsur yıl önce yaşamış Râzî’den, ‘uzay cisimleri’ yerine ‘uzay gemileri’ demesini bekleyemeyiz. 

Burada, elbette ki, elinizdeki kitabın izin verdiği ölçüde, 41. ayet üzerinde ayrıca durmak isteriz: Bu ayet, geleneksel me­allerde, o arada Elmalılı Hamdi üstadın tefsirinde, anlam boyutlarından sadece birine hapsedilmiştir. Şöyle ki, ‘dolu gemi/ gemiler’ veya ‘yük gemisi’ anlamındaki ‘el-fülkü’l-meşhûn’ ifadesi, sadece ‘dolu gemi’ diye tercüme edilip bundan mak­sadın da Nuh’un gemisi olduğu söylenmiştir. Elmalılı, daha garip bir şey yapıyor: Buradaki geminin Nuh’un gemisi ol­madığını, bundan maksadın ana rahmi olduğunu söylüyor ve hiçbir gerekçe göstermiyor. Ondan hiç beklenmeyecek bir sürçmedir bu!

‘el-Fülkü’l-meşhûn’ tabiri hem ‘bir gemi’ hem de ‘gemiler’ anlamını aynı anda ifade eder. O halde, ayeti tercüme eder­ken bu iki anlamın ikisini de kaydetmek gerekir. Hem de pa­rantez açarak, kendi yorumunu katıyor havası vererek değil, bir kesme işareti koyup, kelimede iki ayrı anlamın bulunduğunu göstererek. Çünkü ‘fülk’ sözcüğü tekili ve çoğulu aynı olan kelimelerdendir ki, Arap dili lügatleri buna mutlaka işaret ederler. O halde bu tabiri, ‘dolu gemi’ diye çevirmekle ye­tinmek isabetli değildir; kelamın esas mesajını örselemektedir. Ayet, mucize bir ifadeyle, hem Nuh’un gemisini, hem de bütün zamanlardaki gemileri ifade etmekle kalmıyor, ‘fülk’ kelimesindeki mucize yapıyla, geleceğin uzay gemilerine de işaret ediyor. 

42. ayette, gemi tabirine yollama yapılırken tekil zamir kul­lanılmış ve ‘gemiler’ diye anlamamızın önü kesilmiştir gibi düşünülebilir. Hiç de öyle değildir. Kur’an, çoğul gibi duran bazı olaylar veya eşyalar bütününe, anlatılanların özetini esas alarak bazen tekil zamirle atıf yapmaktadır. Yani 42. ayet­teki zamirin tekil olması, 41. ayetteki ‘fülk’ kelimesinin tekil alınmasını zorunlu kılmıyor. Kur’an’da bunun başka örnek­leri vardır. Nitekim, müfessir Fahreddin er-Râzî, bu sorunun zihinlere takılabileceğini düşünmüş olacak ki, bizim şurada verdiğimiz açıklamanın bir benzerini eserinde kayda geçirmiş ve Kur’an’dan örnekler vermiştir, (bk. Râzî, age. s. 81) 

ÖZETLEYELİM: Kur’an, Newton’un, yıldızlı bir gecede sema­ya bakarak “TANRI’NIN EN BÜYÜK KİTABI BU!” dediği evreni işte böyle okuyor ve böyle okunmasını istiyor. NE YAZIK Kİ KUR’AN’I MEZARLIĞA HAPSEDENLERİN, ONUN TANITTIĞI EVREN KİTABI­NI BIRAKIN BÖYLE OKUMAYI, SEVAP İÇİN BİLE OKUMALARI MÜMKÜN DEĞİLDİR. Kur’an’ı, kafalarında oluşturdukları bir ‘sevap’ı elde etmek için okuyanlar, evren ve insan kitabını sevap almak için bile okuyamazlar. Ta, Kur’an’ı ve evreni Kur’an’ın istedi­ği gibi okumayı öğreninceye kadar. Ve sevabın, ancak böyle bir okuyuşla elde edileceğini anlayıncaya kadar... 

Şimdi, Kur’an’ın bu ayetler anlayışının gerektirdiği İNCELEME­LERİN yapılması ve bu bağlamda verdiği emirlerin yerine getirilmesi, GELENEKSEL TARİKAT ANLAYIŞININ ‘KERAMET’İ İLE MÜMKÜN MÜDÜR? Bu İNCELEMELER, işletilen akılla elde edilecek ilim dışında bir kuvvetle yapılabilir mi? YAPILAMADIĞINA TARİH TANIKTIR. 

BAKIN AKLI İŞLETEN BATI TOPLUMLARINA VE BAKIN AKLI PRANGALAYIP ‘KERAMET BEZİRGÂNLIĞI’NI KADER YAPAN SÖZDE MÜSLÜMAN DOĞU TOPLUMLARINA! 

BİRİNCİSİ EFENDİ, İKİNCİSİ KÖLE... 

AyetlerNasıl İncelenir?

Bir ayetler topluluğu olan varlık ve oluş, insan tarafından incelenmeli, ayetlerin taşıdığı sırlar ortaya çıkarılmalıdır. İNSANIN GÖREVİ DE BUDUR, VAROLUŞ NEDENİ DE... KUR’AN’A GÖRE, KERAMET DE BUDUR. ONUN BUNUN KALBİNDEN GEÇENİ OKUMAK DEĞİL. Kur’an’ın insandan istediği temel faaliyet işte bu ayet­lerin incelenmesi faaliyetidir. Çünkü hem insana hizmet hem Allah’a ibadet ve hem de yeryüzünün mamur ve mutlu hale getirilmesi ayetlerin gereğince incelenmesiyle gerçekleşecek­tir. 

Ayetlerin incelenmesinde sadece bu işe özgü özel bir bilgi­den, örneğin Georg Friedrich Meier (ölm. 1777) tarafından öncülüğü yapılan SEMİOLOGY (İŞARETLER İLMİ) denen bilgi dalın­dan değil, tüm bilgi imkânlarından yararlanmamız istenmektedir. (Ayetler, Meier ve semiology hakkında bk. Grondin; Introduction to the Philosophical Hermeneutics, 55-57) 

KÂFİRLER VE ÇİFTE KAVRULMUŞ KÂFİRLER 

Kur’an’ın itham edici kavramlarından biri olan ‘kâfur’, en çok kullanıldığı anlamlardan biriyle, ‘gerçeği, ayetleri örtme’ anlamındadır. Ayetleri tetkik dışına itmek, onlara sırt dönmek açık bir küfürdür; bunu yapanlar da kâfirdir. Sırt dönü­len ayetin Kur’an ayeti olmasıyla madde dünyasına ait olması (örneğin fosiller veya tarih kalıntıları olması) arasında hiçbir fark yoktur.

Küfür, Kur’an’a dayanılarak, ‘bilimin işlediğine engel olmak’ anlamında da tanımlanabilir. Bunda şaşılacak hiçbir yan da yoktur. Ali İmran suresinin 7. ayeti olan o omurga beyyineye göre, Kur’an’ın ayetleri muhkem ve müteşâbih olarak iki ana kısma ayrılır. Muhkemler az bir kısımdır. Büyük çoğunluk (yüzde 90 civarında) müteşâbih ayetlerdir. Müteşâbihleri bir Allah bilir, BİR DE BİLİMDE DERİNLEŞEN BİLGİNLER. 

Müteşâbih ayetleri yani Kur’an’ın yüzde doksanına yakınını işler hale getirip insan hayatına sokmak bilim faaliyeti gerek­tirmektedir. Kur’an ayetlerinin iman ve ibadet konusu olan iki yüz civarındaki (en ileri rakam beş yüz) muhkemlerini inkâr edenlere kâfir derken, yüzde doksanlık müteşâbih kıs­mın inkâr veya ihmaline ses çıkarmamak, Kur’an’ın onaylayacağı bir tavır değildir. O halde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: 

ALLAH’I, ÂHİRETİ, NAMAZI, ORUCU... İNKÂR İNSANI NASIL KÂFİR YAPAR­SA BİLİMİ, DÜŞÜNCEYİ, GÖZLEMİ, DENEYİ, TETKİK VE TAHLİLİ İNKÂR DA AYNEN ÖYLE KÂFİR YAPAR. İkisinin inkârı ise kişiyi deyim yerinde ise ‘ÇİFTE KAVRULMUŞ KÂFİR’yapar. 

O halde, Kur’an’dan baktığımızda, bizim kâfirler diyarı de­diğimiz bilim ve teknolojide öne geçmiş ülkelerin insanları birinci anlamda, bilim ve teknolojide yani varlık ve evren ayetlerini tetkikte yan gelip yatan İslam dünyası ise ikinci anlamda kâfir durumuna düşmüş bulunuyor. Bu iki dünyada, iki an­lamda da kâfir olan ‘çifte kavrulmuşlar’ da vardır. 

Kur’an, insanın ayetlere karşı tavrını eleştirmekte ve ona si­tem etmektedir. Çünkü insan birçok ayeti görmezlikten gelmektedir. Kimi, içine kapanarak dış dünyadaki ayetleri ihmal etmekte, kimi, dış dünyaya açılıp içindeki ayetleri unutmaktadır. Şu yakınışa bakın: 

“Göklerde ve yerde nice ayetler/mucizeler var ki yanlarından geçerler de dönüp bakmazlar bile.” (Yusuf, 105) 

Kur’an ayetlerinin yardımıyla da iki âlemi, daha doğrusu di­ğer iki kitabı okuyoruz: Evren kitabı ve benliğimizin kitabı. İç âlemimizin kitabı, evren kitabından çok zor, çok büyük. Onu okumak ileri bir aşama. Bu yüzden insana büyük evren (âlem-i ekber), insanın kendi içinde verdiği savaşa da en bü­yük savaş (cihad-ı ekber) denmiştir. (Ayetler konusunun ayrıntıları için bizim Kur’an’daki İslam adlı eserimizin 176-177. sayfalarıyla Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf adlı eserimizin üçüncü bölümüne bakılabilir.) 

Dış âlemi okurken elde ettiğimiz verilerle iç âlemimizi de oku­maya başlıyoruz. Muhammed İkbal (ölm. 1938) şöyle diyor: 

“Aklın gözünü kesret âlemine (çokluk âlemi, dış âlem) iyice aç ki vahdeti gözleme imkânına eresin.” 

Kur’an, dış âlemdeki ayetlere ÂFÂKİ̂ (objektif, insanı kuşatan dış dünyada yer alan), iç âlemdekilere ENFÜSİ̂ (sübjektif, insanın kuşattığı âlemde, yani insanın iç dünyasınd­a yer alan) ayetler adını veriyor demiştik. Kemal noktasına varmak isteyenler, bu iki ayet grubunun hiçbirini ihmal etmeyecektir :

“Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, AKILLARINI/GÖNÜLLERİNİ İŞLETENLER İÇİN çok ibretler vardır.” (Ali İmran, 190) 

“Yeryüzünde ayetler vardır GÖRÜRCESİNE BİLENLER için. Benliklerinizin içinde de. HÂLÂ BAKIP GÖRMEYECEK MİSİNİZ?” (Zâriyât, 20-21) 

“ONLARA AYETLERİMİZİ UFUKLARDA VE ÖZ BENLİKLERİNİN İÇİNDE GÖSTERECEĞİZ. TA Kİ, ONUN HAK OLDUĞU KENDİLERİNE AYAN BEYAN BELLİ OLSUN. Kendisinin her şey üzerinde bir tanık oluşu, senin Rabbine yetmez mi?” (Fussılet, 53) 

AYETLERİ DEĞERLENDİRMENİN GELİŞİMİ 

Kur’an’dan anlaşılıyor ki, ayetleri gözlemleme, insanlığın tekâmülüne paralel bir gelişme göstermiştir. Peygamberlerin mucizeleri bunun en açık örneği ve delilidir. İlk peygamber­lerin mucizeleri (ayetler) daha çok dış dünya ile ilgili, göze, kulağa... kısaca beş duyuya hitap eden ve her seviyede insanın etkileneceği tipten ayetlerdir. Ayetler, zaman geçtikçe daha derin düşünce ve gözleme konu olacak bir nitelik ka­zanıyordu. İNSANLIK HER DEVİRDE İLKEL, KABA İDRAKİ DOYURUCU AYETLERE HEVESLİ TİPLERLE DOLUDUR. Bugünkü dünyanın, ‘VELİ̂DEN KERAMETLER’ isteyen insanları da buna bir delildir. Kur’an-ı Kerim’in şu beyanları, konumuz bakımından çok sarsıcıdır : 

“Şunu da söylemişlerdir ‘NE BİÇİM RESULDÜR BU; YEMEK YİYOR, SOKAKLARDA YÜRÜYOR. ÜZERİNE BİR MELEK İNDİRİLMELİ, BERABE­RİNDE ÖZEL BİR UYARICI OLMALI DEĞİL MİYDİ? YAHUT ONA BİR HA­ZİNE GÖNDERİLMELİ YAHUT ÜRÜNÜNDEN YEDİĞİ BİR BAHÇESİ OLMALI DEĞİL MİYDİ?’ O zalimler şunu da söylediler ‘Sizler büyülen­miş bir adamdan başkasının ardı sıra gitmiyorsunuz.’ Bak da gör, nasıl benzetmeler yaptılar senin önünde! Sapıttılar, artık bir daha yol bulamazlar.” (Furkan, 7-9)

Kur’an, muhakeme ve düşünceden uzak benliklere hitap edecek bu tür ayetler istenmesini, işte böyle kınıyor. BUNA KARŞIN BİZİ, BAŞIBOŞ SANDIĞIMIZ EŞYAYI, UMURSAMAYIP KENARA ATTIĞIMIZ OLAYLARI DERİNDEN İNCELEMEYE ÇAĞIRIYOR VE BİZE BU HUSUSTA ANAHTARLAR VERİYOR. SİNEĞİN KANADI, GECENİN KARANLIĞI, RÜZGÂRIN SESİ, HATTA CANSIZ SAYDIĞIMIZ MADDELERİN, FARK EDE­MEDİĞİMİZ TESBİHİ (kendi bağlamlarında Rabbi anmaları)... BÜTÜN BUNLAR YÜZLERCE AYET TAŞIMAKTADIR. 

Kur’an vahyinden sonra İLKEL AYETLER (mucizeler) İSTEMEK BİR GERİYE DÖ­NÜŞTÜR. İNSANLIĞI ÇIKTIĞI ZİRVEDEN ALIP ÇUKURA İNDİRMEKTİR. Bu yüzdendir ki Kur’an, atalarının izinden gideceklerini söyleyen müşrikleri şiddetle kınamaktadır. 

Son Peygamber Devrinde Ayetler: 

Son Peygamber dönemi, ayetlerde kemal devridir. Bu dö­nemde ayetler tefekkür, TAAKKUL (DÜŞÜNME, AKLI ÇALIŞTIRMA), ilim, sanat, gözlem konusu olmuşlardır. Enfüsî (insanın kuşattığı âlemde, yani insanın iç dünyasınd­a yer alan) ayetlerin in­celenmesi de ilk defa Muhammed ümmetine öğretilmiştir. (Zâriyât, 20-21) 

Son Peygamber döneminde, KELAM (SÖZ) en büyük ayet olmuş­tur. Bir kelam olan Kur’an’ın bizzat kendisi en büyük ayettir. Bu yüzden, onun küçük bölümlerine, Cenabı Hak, ayet adı­nı vermiştir. Kur’an’da, kelime, cümle ve surelerin tertibi de mucizedir. Mucizelik, Kur’an’daki matematiksel kod sistem­leriyle de perçinlenmiştir. 19 KOD SİSTEMİ BUNLARDAN BİRİDİR. Mesela, birkaç surenin başına gelmiş bulunan ELİF-LÂM-Mİ̂M v.s. gibi harfler -ki bunlar, birer ayettir- her surenin başında aynı anlama gelmez. Çünkü dikkatle bakıldığında görülür ki, Kur’an’da tekrar yoktur. O harfler bulundukları yerlerde bir­likte bulundukları diğer harflere göre değişik anlamlar taşır. 

Kur’an hayat gibidir. Mekanik sınıflamalardan, zihnimizin alıştığı silsileler takip etmekten uzaktır. 

Kur’an, ne kronolojik ne de sistematiktir. O, statik bir dü­şünce sistemi değil, dinamik bir hayat seyri ortaya koyar; yaratıcıdır. Muhammed İkbal, Kur’an’ın ruhunu ‘ANTİKLASİK’ olarak nitelendirip, onun Eski Yunan düşüncesiyle barışmayacağını ifade ederken haklıdır. Kur’an, bakarsınız bir bahar sabahı sizi bahçelerde gezdirirken, birden ağır bir fırtına ile yüz yüze getirir. Bir hukuksal kavramı verirken aniden şiirin fezasına sıçrar. Bu özellik, ondaki TANRISAL HÜRRİYET’in üslup ve tertibe sinmiş esrarlı bir görünüşüdür. 

Ayetler ve Yetenekler: 

İlkel insana hitap eden ayetlerle, son dönem ayetleri arasın­daki farklardan biri de, evvelkileri incelemenin ilim, kültür vs. gibi birtakım niteliklere ihtiyaç göstermemesidir. İkinci tür ayetlerse bazı yetenekler olmadan incelenemezler. Demek olur ki, İKİNCİ DÖNEM AYETLERİ DAHA GELİŞMİŞ İNSANA HİTAP EDER, BİRTAKIM NİTELİKLERLE DONANMIŞ İNSAN İSTER. Bu vasıfların, ge­nel olanları, yani her ayet için gerekli görülenleri yanında, sa­dece bazı ayetler veya ayet gruplan için arananlan da vardır. Örneğin, ilim her ayet için bir gözlem şartıdır. İlim olmadan Kur’an’ın sergilediği veya dikkatimizi çektiği ayetleri gere­ğince anlayamayız. Bu inceliğe işaret için olmalı ki, ilk ayet “Oku!” diye başlamıştır. 

Basit bir dinleyici kültürüne sahip bireyle, uzman bir âlimin ayetleri değerlendirmeleri aynı derecede verimli olmaya­caktır. Mesela, Kur’an, tarihsel tetkike çok önem vermek­tedir. Ve tarih felsefesi üzerinde ilk sistemcilik, İbn Haldûn (ölm. 808/1405) aracılığıyla müslümanlann nasibi olmuştur. Sosyolojinin de bu yaklaşımın meyvelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu, bir filozof işidir. KUR’AN BİZİ HER ZAMAN VE HER ŞEYE İBRETLE BAKMAYA ÇAĞIRIYOR. Bu ibretle bakış, vurdumduymazlıktan, ilkellikten, ‘YÜRÜRKEN UYUMAK’tan kurtul­muş olmakla başlar, atomların tetkikini yapabilecek seviyeyi elde etmeye kadar gider. Bu noktada, çağdaş bir müslüman düşünürün konumuzla ilgili görüşü önemle kaydedilmelidir: 

“KUR’AN, KÂİNATA, ‘ALLAH’IN AYETLERİ’ DEMEKTEDİR. Kur’an esas itibariyle ÜÇ ÇEŞİT İLMİ TEŞVİK ETMEYE derin ilgi duymuştur. 

Birincisi TARİH İLMİ’dir. İlk tarih filozofunun bir müslüman olan İbn Haldûn olması bir tesadüf değildir. Şüphesiz bu, coğrafyanın tetkikini de içine almaktadır. Müslümanların coğrafyaya olan hizmetleri hususundaki hakları henüz tam teslim edilmemekle beraber, bu alana yaptıkları katkılar ar­tık bir sır değildir. 

İkinci olarak da Kur’an, sık sık temas ettiği FİZİK ÂLEM’le yakından ilgilenmektedir. 

Üçüncü tetkik sahası BİZZAT İNSANIN KENDİSİ, YANİ DAVRANIŞI VE PSİKOLOJİSİ­DİR. Kur’an, dış âleme âFAK derken, insanın iç tabiatına ENFÜS demektedir. Böylece her üç alan TARİH (VE COĞRAFYA), KÂİNAT VE BEŞERİ̂ DAVRANIŞ’a ait İÇ KANUNLAR, KUR’AN’A GÖRE, ALLAH’IN AYETLERİYLE DOLUDUR VE İNSANLIK İÇİN HİDAYET İLKELERİNİ VER­MEKTEDİR. Kur’an’a göre, ilim bir tevhittir ve o halde, parçalanamaz.” (Fazlurrahman, Majör Themes of the Koran, 27-28)

Kur’an, İLMİN İNSAN HAYATININ GELİŞMESİNE HİZMET EDEN BİR KOMPOZİSYON olmasını ister. Bu DA PARÇA BİLGİLERİN BÜYÜK ZEKALAR TARAFINDAN BİRLEŞTİRİLMESİNİ GEREKTİRİR. Kur’an buna, ‘‘GÖKLERİN VE YERLERİN MELEKÛTUNU TEFEKKÜR’’ adını veriyor ki bunu ancak FİLOZOFLAR VE FİLOZOFİK YANI OLAN BİLİM ADAMLARI yapabilir. 

İlim : 

Yukarıda sözünü ettiğimiz esaslar DAHİLİNDE İLİM, AYETLERİ İN­CELEMEK İÇİN KAÇINILMAZDIR. BÜTÜN AYETLER İLİM SAYESİNDE İN­CELENİR. Şu dikkat çekişe bakın : 

“KARANIN VE DENİZİN KARANLIKLARINDA, KENDİLERİYLE YOL BUL­MANIZ İÇİN YILDIZLARI HİZMETİNİZE VEREN O’DUR! BİLGİDEN NASİPLİ BİR TOPLULUK İÇİN AYETLERİ GERÇEKTEN AYRINTILI KILMIŞIZDIR.” (En’am, 97; Ankebût, 49) 

İman: 

Ayetleri tetkik edebilmenin bir şartı da imana sahip olmaktır. BURADA İMAN MUTLAK ANLAMDA İNANMAKTIR. Bunu, İslam di­nindeki TERMİNOLOJİK İMAN’la eşitlemek yanlış olur. O anlamda bir iman, her ayet için aranan özelliklerden değildir. BURADA AMAÇLADIĞIMIZ ANLAMIYLA İMAN MATERYALİST BİR İLİM ADAMI İÇİN DE GEREKLİDİR. İLİM HAYATININ ÇİLELERİ BAŞKA TÜRLÜ GÖĞÜSLENEMEZ. 

İLİM ADAMLARININ MUHTAÇ OLDUKLARI SABIR VE GAYRET BU ANLAM­DA İMANDAN BAŞKA ŞEY DEĞİLDİR. YILLARCA SÜREN YOĞUN DENEME-YANILMALAR, KANUN HALİNE GELMİŞ TEORİLERİN GEREKTİRDİĞİ YORUCU ÇALIŞMALAR İNANÇLI İNSANLARIN GÖĞÜSLEYECEĞİ ZORLUKLARDIR. BU İMAN DA SAYGIYA LAYIKTIR. Esasında, en basit bir okulu bitir­mek bile bir iman işidir. İlim, felsefe ve sanat yolundaki sabır ise imanın ideal şeklini çerçeveler. 

Taakkul, Tefekkür, Tezekkür, Tafakkuh, Tevessüm, Dolaş­mak (Aklı, kalbi, duyulan iyice işletmek, yeryüzünü, uzayı dolaşarak gözlemlemek): 

Kur’an, ayetlerden anlamlı sonuçlar çıkarmak için AKLI ÇALIŞ­TIRMAYI KAÇINILMAZ KILMIŞTIR, (bk. Nahl, 12; Bakara, 164) Yer ve gökler ayetlerle doludur. Bu ayetleri, BİLGİN belli bir dille, SANAT­ÇI bir başka bir dille, FİLOZOF VE MİSTİK te daha başka bir dille ifade eder. Esasında ayetler sayılamayacak kadar çoktur. Bir tek ayet binlerce dilden, binlerce eğilim ve meslekten konuşur. Konuşturabildiğiniz ve konuşabildiğiniz kadar konuşur.

Özetleyelim : Kur’an bize bildiriyor ki, İNDİRİLMİŞ kitap yanında bir de YARATILMIŞ kitap vardır. Bu ikincisi, EVREN’dir. Yine Kur’an bildiriyor ki, Yaratıcı’nın bir de bu iki kitabı okuyacak şuurlu bir kitabı vardır : İNSAN. 

Kur’an ve evren kitaplarının ‘OKUNAN KİTAP’ (Kur’an’ın kelime anlamı da budur) olmalarına karşın, insan, OKUYAN KİTAPTIR. GERÇEKTEN DE ‘’İNSAN, KİTAP OKUYAN KİTAP’’TIR.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder