03 Şubat 2024

KUR’AN AKIL VE İLİM REHBERLİĞİNDE OKUNMASI VE ANLAŞILMASI GEREKEN BİR KİTAP’TIR

 AKIL VE İLİM REHBERLİĞİNDE OKUNAN KİTAP


"Duygu ve heyecan, aklî altyapıdan uzak kaldığında akıldışılığa dönüşmektedir. Ne doğa ne de tarih, akılla çelişen bir şey yaratabilir.”

Paul Tillich


AKLIN EGEMENLİĞİNİ İLAN


Kur’an, aklın kullanımına en küçük bir sınır koymamıştır. 


Allah’a varışın akıldan çok aşk yoluyla olacağı mealindeki SÛFÎ SÖYLEM de, ‘Aklın Kur’an ve sünnetle sınırlı olduğunu’ iddia eden GENEL TEOLOJİK SÖYLEM de KUR’AN’A TAMAMEN AYKIRIDIR. 


Kur’an, aklın kullanımını sınırlamaktan, ima yoluyla bile, söz etmemiştir. 


Tam tersini söylemiş, ‘AKLINI İŞLETMEYENLER ÜZERİNE PİSLİK ATILACAĞINI’ hükme bağlamıştır. (Yunus, 100)


Geleneksel söylemin aklı prangalaması önce fıkıh alanında gerçekleşti. 


İlk iki asırda fıkıh, aynı zamanda bugünkü ilm-i kelamı da ifade ettiğinden, ilk pranganın da fıkıh ve ilm-i ke­lama aynı anda vurulduğunu belirtmek zorundayız. 


İlginç olan şu ki, bu prangaya ilk karşı çıkış da fıkıh bünyesinde gerçekleşmiştir. 


İlm-i kelam ve fıkıhta aklı bloke etmeye karşı çıkışın ilk mücadelesini veren İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767) oldu ve bu mücadelesinin faturasını hayatıyla öde­di. 

Ama onun açtığı çığır, 11. yüzyıla kadar sürüp giden bir onurlu mücadelenin motoru olarak sürekli devrede oldu. TA GAZALÎ’NİN TALİHSİZ ZUHÛRUNA KADAR...


Aklı tasavvuf alanında prangalamak, fıkha nispetle daha son­raki bir zamanda vücut buldu. 


Akla pranga vurmanın tasav­vufun nitelikleri arasına girmesi, İSLAM TARİHİNDE AKLI BLOKE ETMENİN ÖNCÜLÜĞÜNÜ YAPMIŞ OLAN GAZALÎ’nin, el-Munkızü mine’d-Dalâl (Dalâletten Kurtaran) adlı ünlü ve talihsiz eseriyle gerçekleşti. 


Gazalî’nin kurtulduğundan söz ettiği ‘dalâlet’, ne yazık ki AKLIN REHBERLİĞİDİR.


Günümüz siyasal İslam’ı, aklı mahkûm ederken, özellik­le laikliği itham ederken ‘Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin, kâfir, zalim ve fasık oldukları’ mealindeki Kur’an ayetlerine (Mâide, 44,45,47) yollama yapmaktadır. 

Yollama yapılan söz doğrudur, ancak o yollama ile murat edilen doğru değildir. 

Allah’ın indirdiğine atıf yapanlar bazı gerçekleri gö­rememekte veya görmezlikten gelmekteler.


DİN DE AKLIN DENETİMİNE VERİLMİŞTİR


Allah’ın ilk indirdiği, akıldır. 


O halde, Allah’ın indirdiği ile hükmetme gayesi taşıyanların öncelikle teslim olacakları de­ğer akıldır. 


Kur’an, işletilen aklı veya aklın işletilmesini (ta’akkul) istemektedir. 


Aklını işletmeyenler üzerine pislik iner. (Yunus, 100)


‘Allah’ın indirdiği’ başlığının altına ilk yazılacak olan akıl­dır. 


Çünkü akıl, peygamberlerin tebliğinden önce, o tebliğe mu­hatap olmamış olanlar da dahil, tüm insanlarda bulunan tanrısal bir cevherdir. 


Akıl, vahiyden daha önce ve daha genel­dir. 


Bu öylesine şaşmaz bir gerçektir ki, İslam bilginlerinin akılcı olmayanları bile ;


[akıl ile vahyin çatışması (daha doğru­su çatışmış gibi görünmesi) durumunda aklın esas alınacağını söylemişlerdir].


Bu söylem onlara, tanrısal kitabın öğrettiği tartışmasız, tevilsiz bilgilerden biridir.


İslam düşünce tarihinde aklın işletilmesinin ve onayının dinin kabul edilebilirliğinin de ölçüsü olduğunu ilk dile getiren dü­şünür olarak gördüğümüz Mûtezile imamı Kadı Abdülcebbar (ölm. 415/1024), şaheseri el-Mûğnî’de şu tespiti yapıyor:


“Akıl ve ilimle ispatı yapılamayan şey itikat konusu da olamaz. Böyle bir şeyin inkârı gerekir. Bunun içindir ki, Kur’an’ın kalpte olan bir mânâdan ibaret olduğunu, aklî-zarûrî delille ispatını istemenin söz konusu edilemeyeceğini söylemek Kur’an’ın reddedilmesini istemekle aynı anlama gelir.” 


(Kadı Abdülcebbar, el-Muğnî, Halku’l-Kur’an, 14-15) 


Bu dahi insan, aynı eserinde ;

‘Mükellef, Yükümlü Tutulduğu Şeyin Mahiyetini Dinsel Nakillere İhtiyaç Duymadan Aklıyla da Bilebilir’ 

diye bir fasıl açmıştır. 


Açtığı o fasılda söyledikleri başlıbaşına bir devrimdir :


“Nakillerin sıhhatini tespitte ihtiyaç duyulan aklın, kendi tespitlerinin sıhhatini belirlemede nakillere muhtaç oldu­ğunu söylemek doğru değildir. Nakilden maksadın Kur’an ve sünnet olduğu bellidir. İşte bu ikisinin güvenilir olup olmadığını ancak ilimle tespit ederiz. Çünkü Allah hikmet sahibidir, çirkinlik ve abesle meşgul olmaz. Allah’ı bilmeye ulaşmanın yolu da aklın sağladığı delillerdir. Bu noktada nakillere ihtiyaç duyulmaz.”

“Eğer aksini söylersek yani aklın yerine nakli koyarsak pey­gamberin her söylediğini bir başka peygamberle kanıtlamak gerekir. Ve bu durum bir teselsül ile ilk peygambere kadar gider. Peki, o ilk peygamberin söylediğini ne ile doğrulaya­cağız? AKILLA. Yani, her hal ve şartta nakillerin doğruluğunu belirleyecek olan akıldır.”

“O halde, aklını işleten bir varlığın akıl yoluyla bilinecek şeylerde nakle ihtiyacı olmaz. Mesela, zulmün kötülüğünü bilmek için nakle ihtiyaç yoktur.” 

(Kadı Abdülcebbar, el- Muğnî, el-Aslah, 151-153)


Kadı Abdülcebbar’ın açtığı yoldan yürüyenlerin en önemlilerinden ve Kur’an dilinin ölümsüz ustalarından biri olan Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108), anıt eserlerinden biri olan ‘ez-Zerîa ila Mekârimi’ş-Şerîa’da ;


‘Peygamberlerin ve Aklın İnsanları Gerçeğe ve Tann’ya (Hakk’a) İleten İki Kılavuz Oluşu’ başlı­ğı altında şu muhteşem satırları yazmıştır:


“İzzet ve celal sahibi Allah’ın insanlara iki resulü vardır:

1. İçten dışa olan (bâtın) resul, 

2. Dıştan içe olan (zâhir) resul.

“Bunların birincisi akıl, İkincisi peygamberdir. Hiçbir in­san, bâtın resulden gereğince yararlanmayı öne almadan zâhir resule yol bulamaz. Bâtın resul (akıl), zâhir resulün çağrısının sağlık ve geçerliliğini bilmekte esastır. Eğer bâtın resul olmazsa zâhir resulün sözünün kanıtlığı ve bağlayıcılı­ğı olmaz. Bu böyle olduğu içindir ki, ALLAH, KENDİSİNİN BİRLİĞİNDE VE PEYGAMBERLERİNİN DOĞRULUĞUNDA KUŞKUYA DÜŞENLERİ AKLA GÖNDERİR. Başka bir deyişle, ONLARI PEYGAMBERLERİNİN SÖYLEDİKLERİNİN DOĞRULUK VE TUTARLILIĞI KONUSUNDA AKLA BAŞVURMAYA ÇAĞIRIR. AKIL KOMUTANDIR, DİN İSE ASKER. AKIL OLMAZSA DİN GEÇERLİ VE KALICI OLAMAZ. Elbette ki, din olmayınca da akıl şaşkın halde kalır. Bu ikisinin birleşip kucaklaşması ise nur üzerine nurdur. Nur suresindeki ‘NUR ÜSTÜNE NUR’ ifadesi işte bunu göstermektedir.” (Râgıb; ez-Zerî’a, 207)


Büyük Râgıb’ın, bu satırların ardından attığı başlık ise şudur:


‘Akla Dayalı İlimlerle Donanmamış Olanların Peygamberlikten Kaynaklanan İlimleri Anlamada Yetersiz Olacakları’


Râgıb’ın bu başlık altında yazdığı satırlardan birkaçını da verelim:


“Akla dayalı bilgi ve tespitlerde (el-ma’kûlat) cehalet, göz­ler üzerinde perde, kalp üzerinde örtü, kulaklarda işitmeye engel bir ağırlıktır. Ve Kur’ansal gerçekleri anlamak, işte bu perde, örtü ve ağırlıklardan arınmış olanların nasibidir. Aynen bunun gibi, akla dayalı bilgiler ve tespitler gözlere ve kulaklara vücut veren hayat gibidir. Kur’an ise görme ve işit­me güçleriyle algılanan bir varlıktır. Ölünün görüp işitmesi imkân dışı olduğu gibi, akla dayalı bilgilerden yoksun olanın dinsel gerçekleri kavraması da imkân dışıdır. Allah’ın, ‘Sen, ölülere duyuramazsın, sağırlara da çağnyı ulaştıramazsın’ ayetiyle gösterdiği gerçek işte budur.” 

(ez-Zerî’a, 209)


Abdülcebbar ve Râgıb’ın bu yaklaşımı, yine onlar çapında bü­yük bir fakîh olan İzzuddin bin Abdüsselam (ölm. 660/1262) tarafından da esas alınmış ve geliştirilerek tekrarlanmıştır. 


İzzuddin aynen şöyle diyor:


“Dünyada esas olan yararların (maslahatlar) ve bozgunların (mefsedetler) belirleyici olanları akılla bilinir. Bu belirleyi­ciler, dinlerde de esas olan belirleyicilerdir. Akıllı bir varlık için bu belirleyicilerin dinin bildiriminden önce keşfedilme­si inkâr edilemez.” 

(İzzuddin bin Abdüsselam, Kavûidü’l-

Ahkâm, 6)


“Şunu bilmeliyiz ki, daha yararlı olanı daha az yararlı ola­na, daha az zararlı olanı daha çok zararlı olana tercih yetisi, Cenabı Hak tarafından insanın tabiatına yerleştirilmiştir. Ancak, âhirete ilişkin yararlar ve zararlar sadece nakille (dinsel verilerle) bilinir.” 

(age. 7, 9)


İzzuddin, dünya ile ilgili meselelere, fıkıhtaki ifadesiyle muâmelâta (beşerî alanla ilgili işlere) ‘mâkulü’l-mânâ’ (anla­mı akılla bilinecek şeyler) demekte, akılla bilinmesi mümkün olmayan, Tanrı’nın vahyi ile bilinebilecek alana da ‘taabbudî’ (iman ve ibadetle ilgili) alan demektedir. 

Muamelât alanı ta’lîlî (illetleri, sebepleri irdelemeye dayalı) bir alandır. 

Yani bu alanda akıl ‘neden ve niçin?’ diye soru sorup ona göre yön­temler bulur, kurallar koyar. 

Taabbudî alan ise bunun gibi de­ğildir; orada neden ve niçin mekanizması işletilemez. Çünkü bu soruların cevabını akıl bulamaz. Orada dinin vahye dayalı verilerini içtihatsız kabul edip uygulamaya koymak gerekir. (İzzuddin, age. 19)


Abdülcebbar, Râgıb ve Izzüddin bin Abdüsselam’ın Kur’an’dan hareketle yaptıkları bu tespitleri, din meselesine uygularsak şunu görürüz:


 Akıldan uzaklaştırılan iman (sonuç olarak da din) sübjektif­leşir, kişiselleşir, nefsanîleşir. 

Böyle olunca da gerçeğe ve ge­nele sırt dönerek, kişinin egosuyla eşitlenir. 

Bu noktaya gel­diğinizde iman, yapıcı-yaratıcı bir mutluluk kaynağı olmaktan çıkar, yıkıcı bir tahrip gücüne dönüşür.


Kur’an’ın, imanı sürekli bir biçimde akıl ve ilimle kucaklaş­tırması, insanı bu olumsuz sonuçtan korumaya yönelik en hayatî tedbirdir. 

Bu Kur’ansal tedbirin işlerlik kazanmasında laiklik birinci derece önem arz edecektir. 

Çünkü laiklik tabulaştırılmış eski kuralların egemenliği yerine çağa, zamana

ve ihtiyaçlara göre hukuk ve kural oluşturmanın bir numaralı sistemi ve normatif güvencesidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder