KUR’AN KERAMETİ BİLİMSEL FAALİYYET OLARAK ANLAYAN BİR KİTAPTIR -II
KUR’AN’IN KERAMET ANLAYIŞI
Keramet sözcüğüyle aynı anlamda bir kök olan ‘kerem’in türevleri (kerîm, ikram, tekrîm, mükrim) Kur’an’da 40 civarında yerde kullanılmıştır.
En çok kullanılan sözcük kerîm sözcüğüdür. İlginçtir, kerîm sözcüğü hem Allah’ın isim-sıfatlarından biridir, hem de Hz. Peygamber’in.
Dahası, kerîm, bütün peygamberlerin de sıfatıdır.
Firavun despotizminin köleleştirdiği insanları aydınlatıp kurtarmak için gönderilen peygamber de kerîm bir elçidir:
“Kudretimize yemin olsun ki, onlardan önce Firavun’un kavmini de ince bir imtihana çektik de, kerîm bir elçi geldi onlara.” (Dühan, 17)
Arap dili lügatları, keramet’in kökü olan kerem’in şu anlamlarına dikkat çekerler:
- İzzet,
- onur, şeref,
- cömertlik,
- hürriyet.
Aynı lügatlar, keramet’in de kerem sıfatlarıyla bezenmek anlamında olduğunu bildirirler.
Demek oluyor ki, tarikat çevrelerinin iddia ettiği anlamda bir keramet her şeyden önce dil bakımından doğru değildir.
Kur’an terminolojisinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108), şaheseri Müfredât’da kerem’in esas anlamının ‘hürriyet’ olduğunu söylüyor.
Bunun kaçınılmaz üç sonucu olacaktır:
1. Kur’an’ın değer verdiği kerem ve keramet, esas anlamıyla, insanın sahip olması gereken özgürlüktür.
2. Bir sıfatı da kerîm olan Kur’an, bir özgürlükler kitabıdır; temel amacı insanı varoluş asaletine kavuşturup özgürleştirmektir.
3. Bir adı da Kerim olan Yüce Tanrı, bir özgürlükler kaynağıdır; öncelikle özgürlük bahşeden kudrettir, daha sonra da cömerttir.
Özgürlük bahşetme ve cömertçe bağışta bulunmada en yüce mertebe Allah’ındır.
Onun içindir ki, Allah, Kur’an’ın vahyedilen ilk beş ayetinde kendisini ‘Ekrem’ olarak tanıtmıştır.
Ekrem, kerîm sıfatının ismu tafdilidir (En üstün, daha üstün, daha iyi gibi karşılaştırma ve üstünlük ifâde eden halidir)
Kerem niteliklerini en ileri anlamda taşıyan kudret veya benlik için kullanılır:
“Oku! Rabbin Ekrem’dir/özgürlüğün gerçek kaynağıdır/en büyük cömertliğin sahibidir.”
Isfahanlı Râgıb şöyle diyor:
”Kerem sözcüğü ile Allah nitelendirildiğinde bu, O’nun lütuf, nimet ve bağışının görünümünü ifade eder. Kerem sözcüğüyle insan nitelendirildiğinde ise, bu, insandan çıkan ahlak ve huy güzelliğinin ifadesi olur. Bazı bilginler kerem ile hürriyeti aynı anlamda kabul etmişlerdir. Kısacası, kerem, övülen sıfatların genel adıdır. Her şeyin doruk noktada ulaştığı onur da kerem sözcüğüyle ifade edilir ve tüm varlıklar için kullanılır.”
(Râgıb; Müfredât, kerem mad.)
Bu kerem anlayışının, geleneksel tarikatçı keramet anlayışıyla en küçük bir ilintisinin olduğu söylenemez.
Kerem kökünden türeyen sözcüklerin en önemlisi Kur’an’da insan için kullanılan tekrîm sözcüğüdür.
Üstün ve hünerli kılmak anlamındaki tekrîm, İsra 62 ve 70. ayetlerde geçer.
Birincisinde, iblis, insanın yaratılışından duyduğu sıkıntıyı ifade ederken insanı küçümseyen ve onunla alay eden sözünde tekrîm’in fiil şeklini kullanmıştır:
“İblis dedi: ‘Şu mudur bana üstün kıldığın (tekrîm ettiğin) varlık?!”
İkinci ayette, insanoğlunun tekrîm edildiği, evrendeki bazı varlıklara üstün kılındığı vurgulanmıştır.
Unutmayalım, bütün varlıklara değil, bazı varlıklara…
Dinci gelenek, bunu da hesabına uydurup ‘İnsan tüm varlıklardan üstündür’ şekline dönüştürmüştür ki, Kur’an penceresinden baktığımızda bu düpedüz bir yalandır.
Ayet aynen şöyle diyor:
“Yemin olsun, biz, âdemoğullannı özgürlük/onur/üstünlükle donattık, onlan karada ve denizde binitlerle taşıdık. Onları, güzel/leziz/temiz nzıklarla besledik. Ve onları, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)
Bu ayet, geleneksel dinciliğin sürekli ileri sürdüğü iki yalanı birden tokatlıyor:
1. Kerametin, tarikatteki keramet anlamında olduğu yolundaki yalan,
2. İnsanın evrende, bütün varlıkların en üstünü olduğu yolundaki, çok eski dinsel geleneklerden aktarılan yalan.
Kur’an, insanın sahip bulunduğu kerameti, tüm insanların, yaratılıştan taşıdığı seçkinlikleri ifade için kullanmıştır; bir sınıfın farklılığını ve dokunulmazlığını ifade için değil.
İnsana yüklenen potansiyel değerlere kim daha çok sahipse kerametten en büyük payı o alır.
Râgıb bu noktaya değinirken, ihsan (güzel düşünüp güzel iş yapmak) ve ef’âl (eylemler) kelimelerini kullanmıştır.
Yani insana verilen keramet, onun varlık ve hayatta vücuda getirdiği güzel eserler, ürettiği güzel değerlerle belirginleşir.
İslam dünyasını, özellikle Türkiye’yi mikrobik bir illet gibi saran tarikat dinciliği, Kur’an’ın sözünü ettiği keremi (veya kerameti) yozlaştırmış, Kur’an dışı bir alana taşımıştır.
Bunun sonucu olarak, birileri okyanusları aşarken, gökleri fethederken, müslüman kitleler su üstünde yürüyen, havada uçabilen, güzel rüyalar gören ‘keramet sahipleri’ aramakla asırlarını harcamıştır.
Oysaki Kur’an’ın insandan beklediği keramet denizlerin altlarını tünellerle aşmak, kıtaları jetlerle geçmek, Ay’a gidecek araçlar yapmak, kısacası yerin altını ve üstünü bilgi, düşüncen ve gayret fetihleriyle donatmaktı.
İslam dünyasını tasallutu altına alan akıl düşmanı dincilik, Kur’an’ın istediği ve beklediği gerçek kerametleri gösterenleri ‘gâvur, cehennemlik’ diye küçük gördü, böyle yaptığı için de kendi dünyasında böylelerini asla yetiştiremedi.
Kur’an’ın aradığı keramet sahipleri, tarikat hokkabazları değil; kuduz aşısını, elektriği, telefonu, bilgisayarı, uzay nakil araçlarını, gen şifrelerini ve benzeri bilimsel ve teknolojik gelişmelere imzalarını atan insanlardır.
Tarikat çevrelerinin dillerine doladığı keramet, tabiat kanunlarını etkisiz kılan bir takım meziyetlerden oluşur.
Oysa ki Kur’an, sünnetullah ve kader dediği tabiat kanunlarının hiçbir şekilde değişmeyeceğini, değiştirilemeyeceğini açıkça ve defalarca ifade etmektedir.
Kur’an’ın bu ayetlerini dikkate alarak, bırakın sıradan insanların övdükleri harikaları, peygamberlerin mucizelerinin bile tabiat kanunlarını tağyir ve tebdil ettiğini (değiştirdiğini) iddia etmek mümkün olmaz.
Peygamber mucizelerinin de tabiat kanunlarını tebdil ve tağyir etmemek üzere bir açıklamaları olmalıdır ve vardır.
İbn Teymiye tam bu noktada şu muhteşem tespiti yapıyor:
“Şeriat açısından bakarsak şunu söylememiz gerekir : Peygamberler fıtratın tekmili (geliştirilmesi, kemale erdirilmesi) için gönderildiler, fıtratı tağyir ve tebdil için değil.”
(İbn Teymiye, er-Resâil ve’l-Mesâil, 4/130: Mezhebü’l-İttihadiyyîn)
Kur’ansal kerametin mahiyeti konusunda en muhteşem tespitlerden birini de, Emevî ve Abbasî dinciliklerinin ağır kahırları altında şehit olan, İmamı Âzam Ebu Hanîfe yapmıştır.
O, ‘el-Alim ve’l-Müteallim’ adlı eserinde, yukarıdan beri anlattıklarımızın tümünü özetleyecek şekilde şöyle diyor:
“Eğer dünya ve âhirette Allah’ın velilerinden maksat bilginler değilse, Allah’ın velisi yok demektir.”
İmamı Âzam, bir yerde de şöyle diyor:
“Öğrenmeye artık ihtiyacı kalmadığını sanan, kendi haline ağlasın.!”
(İbn Hallikân, Vefeyâtül-Ayûn, 5/408)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder